PARTİLER NEDEN AYNIDIR/NEDEN AYRIŞIR?

                Türkiye Cumhuriyeti’nde öncelikle kabul etmemiz gereken bir şey var ki o da ülkeyi yönetmek adına kurulan ya da kurulacak tüm siyasi partilerin 1982 yılında hazırlanmış olan anayasa’ya uygun bir tüzük çıkarmak zorunda oldukları ve bu anayasa çerçevesi sınırlarında kalarak hareket etmek zorunda oluşlarıdır. Sistem tüm oluşumlara eşit mesafede ve hepsinin hudutlarını kalın çizgilerle belirlemiş durumdadır. Mesele bu çizgileri yani hududu aşmadan bu sınırlar içinde herkesin kendi dünya görüşüne göre istediği politikayı belirleyebilme serbestisidir. Bu durum anne ve babanın evden çok uzaklaşmaması kaydıyla çocuğunun dışarıda oynamasına müsaade etmesi gibi bir şeydir. Eğer çocuk nasihate kulak asmaz evden biraz uzaklaşacak olursa kulağı çekilir, olmadı dövülür, ya da daha farklı cezalar verilir. Ama sistemler anne ve babanın merhametinde olmadığı için onlar öldüredebilir, sürgüne de gönderebilir.
                Mevcut sistemde herhangi bir parti ayrımına girmeden öncelikle bilmemiz gereken şey tüm partilerin aynı kaynaktan beslendikleri buna karşın farklı dünya görüşleri nedeniyle hukuku yorumlamada ki farklılıklarıdır. Biz meseleye yaklaşırken tarafsız değil taraflı bir şekilde yaklaşmak zorundayız. Çünkü hiçbir insan tarafsız değildir. Herkesin bir dünya görüşü vardır ve herkes sahip olduğu dünya görüşü ile olayları irdeler. Biz de müslüman olarak vahyin değerlerine göre meseleye yaklaşacağız. Ama şu bilinmelidir ki benim yorumlarım mutlak anlamda hakikati barındırıyor iddiasında değilim. Sonuçta bu benim görüşümdür ve hatalarım olabilir hatalar bana aittir. Benim burada yapmaya çalıştığım şey meseleyi esasından değerlendirme gayret ve çabasıdır.
                Öncelikle 1982 anayasasını bir hatırlayalım Kanun No.: 2709 Kabul Tarihi: 7.11.1982 başlangıç (Değişik: 23/7/1995-4121/1 md.)
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda…
(Değişik: 3/10/2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı…” ve bu anayasanın “FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” diyerek sözü noktalayan ve devamında maddeleri sıralayan bir zihnin ürünü olan bu anayasayı iyi okumak lazımdır. Aksi takdirde mesele doğru anlaşılamayabilir diye düşünüyorum. Anayasada bulunan bir kaç maddeyi de örnek olması babında alıp konuyu değerlendirmeye geçebiliriz: “ Madde 1; Türkiye Devleti bir cumhuriyettir. Madde 2; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Madde 3; Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır. Madde 4; Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
                Böylesi bir anayasa ile yolunu çizen, hak ve batılı elindeki kutsal saydığı metinle tarif eden bir parti adı ne olursa olsun sistemin ürünüdür ve asla birinin diğerinden farkı yoktur. Çünkü hepsinin hayat nizamını 1982 anayasası belirlemektedir ve kutsalları da ellerindeki metinlerdir. Çünkü neyin yanlış neyin doğru olduğu ölçütü olarak yalnızca o kabul görmektedir. Ayrıca bazı partilerin islami görüş ve düşünceye yatkın olmaları yahut sosyalizm düşüncesine yatkın olmaları da bu durumu değiştirmez çünkü hiç bir ideoloji kendisine şirk koşulmasından hazetmez. Örneğin Allah, otoritesini herhangi bir dünyevi ideoloji veya iktidar ile paylaşmaz. Ancak kendi hükümlerine koşulsuz itaati emreder. Belirleyici Allah’tır tabi olan ise kullardır. En affedilmez suç ise şirktir. Bu yasa bütün sistemler için geçerli olan bir yasadır. Onun içindir ki Mısır’da %52 oyla iktidara getirilmiş bir cumhurbaşkanını darbeyle sistem alaşağı edebiliyor ve hatta idama mahkum edebiliyor. Çünkü Mısır sistemi Mursi’nin kendilerine şirk koştuğunu düşünüyordu. Üstelik Mursi, onların kabul ettiği bir retorik ve ritüel ile iş başına geçmişti. Sonucun ne olduğunu gayet rahat görebiliyoruz. Mısır’da gerçekleşen bu olay defalarca bizim ülkemizde de meydana gelmedi mi? Hala seçim sisteminden medet uman bir zihin ne zaman ferasetini takınabiliecek?
                AKP kuruluşu ve iktidarı ile birlikte her seçim döneminde müslümanların birbirleri ile mücadelesi de anlaşılabilir bir şey olmaktan çıkmış durumdadır. Meseleyi maslahat olmaktan daha çok sistem temelli ele aldığımızda takınmamız gereken tavırda ortaya çıkacaktır. Müslümanların içine düştüğü bir handikapta şudur; müslümanlar tebliğlerini hakka zulmeden zalim, fasık, kafir ve mücrimlere karşı yapması gerekirken ve onların hidayete tabi olmalarına çaba sarfetmeleri gerekirken aksine müslümanları sistemin ürünü olan bir partiye sahip çıkmaya davet ederek ters bir mantık işletmektedirler. Hatta adı anılan o partiye oy vermemeyi zulüm, bazı yorumları naslaştırarak mağaraya çekilmek ve sahayı terketmek olarak tanımlamaktadırlar. Halbuki mümin kendi gündeminin peşinde olan zulüm nereden gelirse gelsin karşısında duran, biri daha az zulmediyor diyerek mantık hatasına düşüp onu desteklemeliyiz demeyen bir kişiliktir. Bazı kardeşlerimiz düşman/dost tanımlaması yaparken de aynı mantık hatasına düşmektedir. Muhalif miyiz yoksa düşman mı? Bu soru elbette çok yönlü cevap gerektiren bir sorudur. Gönülleri Hüseyin’den yana olan ama kılıçları Yezid’le birlikte olup Hüseyin’in katledilmesine sebep olanlar ne kadar dost ise o kadar dost! Ne kadar düşman ise o kadar düşmandırlar! Herhangi bir partinin söylevleri ne olursa olsun ortaya konulan eylemler kimin değerlerini yüceltiyorsa dost kim düşman kim cevabı orada aramak lazımdır. Parti tüzüklerinde çok açık şekilde kemalist ülküyü dillendirenler, ayetlerle dalga geçenler, açıkça İslamcı değiliz diyenler, hak yiyenler, hak yenilmesine göz yumanlar, yandaşçılıkla köşeyi dönenler ve buna çanak tutanlar bu hallerini terketmedikleri sürece bizim için muhalif oldukları kadar düşmandırlar aynı zamanda.
                Bizim meselemiz sokaklarımızın ve caddelerimizin daha iyi kaldırım taşlarıyla döşenmesi mi, kazançlarımızın iki katına çıkması mı, serbest bir şekilde sempozyum ve panellerimizi yapabilmek mi, ya da kocaman kocaman binalar dikerek orada serbestçe derslerimizi yapabilmek mi? Yoksa tüm bu taleplerimizi İslam’ın otoritesi altında yalnızca bize değil fitne çıkarmamak kaydıyla diğer tüm inançlara da uygulanmasını arzu etmek mi? Taleplerimizi belirleyen hakikatler mi değişti yoksa bizim hakikat olarak gördüklerimiz mi? Bu soru üzerinde iyice tefekkür etmek gerek diye düşünüyorum. Nisa suresi 140. ayette “Allah size Kitab (Kur’an)da: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” buyuruyor. Bu uyarı müslümanların asimilasyonuna dönük bir uyarıdır. Sahip çıkılması yönünde çağrı yapılan kurumlar ya da partiler açıkça Allah ve resulu ile harbe sebep olan faiz sistemini dünya gerçeği olarak kabul etmiş ve kredi kullanmayı överek Allah bereketlendirsin, helali hoş olsun diyecek kadar zıvanadan çıkmış, devlet eliyle kumar oynatan ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan kapitalist sistemin devamcısı bir kuruluştur. Neyi desteklediğimizin ve neyi desteklemediğimizin farkında olmamız gerekmektedir. Aksi takdirde ayette belirtildiği gibi süreçle birlikte onlar gibi olma tehlikemiz yüksektir.
                Toptan reddetmek mi yoksa adil bir tutum mu sorusunu da bu minvalde kendimize sorabiliriz. Bana göre bu sorunun da cevabı tek değildir. Bir kova içme suyu düşünelim suyun içine pislik karışmışsa, eğer ölümle de karşı karşıya değilsek içer miyiz yoksa suyun büyük kısmı aslında temiz ama içine bir bardak pislik karışmış ne olur sanki içelim mi deriz? Tevhid ve şirk açısından baktığımızda sistem şirk olarak değerlendiriliyorsa bazı iyi uygulamaların olması bizim sistemi kabul etmemizi gerektirmez. Çünkü “hacılara bedava su dağıtmanın iman etmek kadar kıymetli olmadığını” biliriz. Bizden suyun kirliliğini temizlememiz hususunda yardım isteyenlere deriz ki önce kovayı tamamen boşaltalım sonra kovayı temizleyelim ve içine saf katışıksız tertemiz su koyalım eğer bizim talebimiz olumlu karşılık görürse ne ala yoksa bizden yardım talep edenlerle işimiz olamaz. Zaten biz mümin olduğumuzun iddiasında isek temiz bir kova içine katışıksız temiz bir suyu doldurmanın mücadelesini veriyoruzdur. Bizim başkalarının mücadelesine katılmamızın bir espirisi yok bizim kadim bir gelenekten gelen mevcut mücadelemiz zaten var. Kimse mağaraya çekilmekten bahsetmiyor ama gerekirse Allah ashabı kehf’te olduğu gibi bizim de mağaraya çekileceğimiz günleri işaret edebilir. Mümin her daim şahitliği ile alandadır ve kendini belli eder.
                Etrafımızda olan bir takım hadiseler kuşkusuz bizleri etkileyecektir. Ülkemizde yapılacak seçim, ya da ABD’de yapılacak seçim de küresel sistemin varlığından dolayı bizi etkileyecektir. Bu etkiye karşı ne yapmalıyız? Ne olduğunu tarif edememiş kimselerin ne yapmalıyız sorusunu sormaya hakları var mı? Ya da ne yapmalıyız sorusunu çok mu erken soruyorlar? Her soruda olduğu gibi bu soruda da cevaplar yine çok yönlüdür. Fert olarak ne yapabiliriz? Cemaat olarak ne yapabiliriz? Benim kanaatim odur ki müslümanlar öncelikle kendilerini tarif dilini geliştirmeliler. Bu tarif dilinden hareketle muhalafet geleneğini inşa etmeliler. Kendilerine özgün bir yapı arzetmeliler. Eklemlenen bir yapı olmamalılar. Dışardan bakıldığında Muhammed ve ashabının görüntüsünü vermeliler. Hiçbir cahili sistemle uzlaşmayan ve kendi dilini yücelten bir konum arzetmeliler. Maslahat olarak tanımladığımız şeyler sistemi yücelten ve onu meşrulaştıran şeyler olmamalıdır. Sistem insanlara şu çağrıyı yapıyor gelin oy verin ama kime isterseniz ona verin çünkü oy verdiğiniz zaman her halükarda sizler sizstemin ürünü olan sistemin çocuklarına oy veriyorsunuz dolayısıyla sisteme bağlılığınızı ilan ediyorsunuz. Benim bazı çocuklarım dinsiz, bazı çocuklarım inançlıdır, bazıları suya sabuna dokunmaz, bazıları hırçındır ama nihayetinde benim çocuklarımdır diyor. Allah ise “sizin dininiz size benim dinim banadır” çağrısıyla iman edenleri ayrı bir grupta kendi muhalefet dilleriyle tarif etmektedir. Biz etrafımızdaki hadiselere etki etmeyi dilerken yalnızca oy vererek etki edeceğimizi düşünüyorsak ve oy vermekle birlikte yapılacak onca zulme de ortak olacaksak, davul bizim boynumuzda ama tokmak zalimlerin ve küfredenlerin elinde olacaksa sormak lazım “sizin kafirleriniz onlardan daha mı hayırlı” (54/43) diye. Bizim etkimiz öyle bir şey olmalı ki küfür bizim vahiyden aldığımız yaşam biçimine kendini teslim etmek zorunda olduğu gerçeğini kabullenebilmeli. Bu ısrarda olmak için bizim kendimize/inandığımız değerlere gönülden şeksiz şüphesiz inanmamız gerekiyor. Hadi itiraf edelim esas sorunumuz bu değil mi? Biz kendi inancımızdan/kendi kapasitemizden emin değiliz onun için bir şey yapmak adına ya da yapıyor görünmek adına birazda popülerlik kaygısı adına olmaz mecralara at sürüyoruz, olmaz mecralarda kılıç kuşanarak kendimize rol biçiyoruz. Biraz gerçekçi olalım derim.
                Bir binanın temeli bozuksa üstüne yapacağınız restarasyonlar yalnızca şekilsel bir güzellik arzederler. Bunlar “üflemeyle dağılacak örümceğin evlerine” benzer. Allah kalıcı olana davet etmektedir. “Selin üstündeki köpük nasılsa atılır” asıl olan su olmaktır. Hugo Chavez’ler, Jose Mujica’lar, Nelson Mandela’lar ve daha bir çok devlet adamları elbette ki ülkelerinde bir takım olumlu değişimlere imza atmışlardır. Sorun insanların kişisel olarak iyi oluşları ya da kötü oluşlarından ziyade hayatlarını ne için harcadıkları, onlara şahsiyetlerini kazandıran fikrin ne olduğu ve neye hizmet ettikleridir. İşte bu fikrin temsilciliği kendisiyle birlikte temsil ettiklerini de Allah’a karşı sorumlu kılmaktadır. Firavun ve Musa kıssasında Firavun’un büyücüleri o dönemin sistemini ayakta tutan ideologlardı. Onlar Musa’ya gelen vahye Firavun’un ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi tehdidine rağmen nasılsa rabbimize döneceğiz diyerek teslim olmuşlardır. Şimdi biz müminler Musa’ya gelen vahye teslim olan büyücüler gibi bir tavır mı takınacağız yoksa Firavuni sistemi temsil eden bir parti ya da kuruma müslümanların sahip çıkmasını rica eden gaflet halinde bir kimse mi olacağız! Sözümüzü yine Kur’an’dan ayetlerle bitirelim çünkü bizim için esas uyarı ancak ondadır. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun müminlerin seçimi Allah’a ve resulüne ve  kitaplarına imandan yana olsun.
“Andolsun ki biz Mûsâ’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik. Onlar ise; “Bu çok yalancı bir sihirbazdır” dediler. ﴾23-24﴿Mûsâ onlara tarafımızdan gerçeği getirince, “Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın” dediler. Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkmıştır. ﴾25﴿Firavun dedi ki: “Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim. (Faydası olacaksa) Rabbini yardıma çağırsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” ﴾26﴿ Mûsâ da, “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırım” dedi. ﴾27﴿Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.” ﴾28﴿ “Ey kavmim! Bugün yeryüzüne hâkim kimseler olarak iktidar ve saltanat sizindir. Ama başımıza geldiğinde bizi, Allah’ın azabından kim kurtarır?” Firavun, “Ben size ancak kendi görüşümü bildiriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum” dedi. ﴾29﴿ İman etmiş olan adam dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz ben, Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi ve onlardan sonra gelen toplulukların başına gelen olayların sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Allah kullarına asla zulmetmek istemez.” ﴾30-31﴿ «Ey kavmim! Gerçekten sizin için, o bagrisip çagrisma gününden, arkaniza dönüp kaçacaginiz günden korkuyorum. (O gün) sizi, Allah'(in azabin)dan kurtaracak kimse yoktur. Allah, kimi saptirirsa, artik onu dogru yola iletecek de yoktur.» ﴾32-33﴿ Andolsun, daha önce Yûsuf da size apaçık deliller getirmişti de, onun size getirdikleri hakkında şüphe edip durmuştunuz. Daha sonra o ölünce de, “Allah ondan sonra aslâ peygamber göndermez” demiştiniz. İşte Allah aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır. ﴾34﴿Onlar kendilerine gelmiş hiçbir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında tartışan kimselerdir. Bu ise Allah katında ve iman edenler katında büyük öfke ve gazap gerektiren bir iştir. Allah, her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler. ﴾35﴿Firavun dedi ki: “Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın ilâhını görürüm(!) Çünkü ben, onun yalancı olduğuna inanıyorum.” Böylece Firavun’a yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı, tamamen sonuçsuz kaldı. ﴾36-37﴿O inanan kimse dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun ki, sizi doğru yola ileteyim.” ﴾38﴿ “Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı ancak (geçici) bir yararlanmadır. Ahiret ise ebedi olarak kalınacak yerdir.” ﴾39﴿ “Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, mü’min olarak salih bir amel işlerse işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” ﴾40﴿”Ey kavmim! Bu ne hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz.” ﴾41﴿”Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi mutlak güç sahibine, çok bağışlayana (Allah’a) çağırıyorum.” ﴾42﴿ “Şüphe yok ki sizin beni tapmaya çağırdığınız şeyin ne dünya ne de ahiret konusunda hiçbir çağrısı yoktur. Kuşkusuz dönüşümüz Allah’adır. Şüphesiz, aşırı gidenler cehennemliklerin ta kendileridir.” ﴾43﴿ “Size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” ﴾44﴿ (Mümin suresi)