KÜRESEL KUŞATMAYI ANLAMAK

Dünya’da yaşanan yeni gelişmeler beraberinde yeni ilişkileri de oluşturuyor. Yeni girdiler yeni kavramsal çerçeveler, yeni zihniyet biçimleri, yeni kurumsal yapıları beraberinde getiriyor. Bir Mecelle kaidesince “zamanın değişmesi düşüncelerin, davranışların değişmesini de” beraberinde getiriyor. Bu süreci doğru anlamadığımız müddetçe, zamanın, tarihin, hayatın dışında kalıyoruz.
Hayatla, tarihle yüzleşemeyenler ve gereğini yapmayanlar tarih yapılırken seyirci olurlar ve tarihe maruz kalırlar.
Küreselleşme ile beraber yeni zihniyetler, yeni kavramlar, yeni siyasi, ekonomik, kültürel ilişkiler küre çapında tedavüle giriyor. Teknoloji Devrimi, İletişim Devrimi her üretilen şeyi hızlı bir şekilde insanlığın gündemine sokuyor. Küresel üretim yapanlar küre çapında arz ve talep oluşturuyorlar.
Küreselleşme İdeolojisi Batı paradigmasının belirlediği bir güzergâhta yol alıyor. Maalesef Küreselleşme Batılı güçlere hizmet ediyor. Küresel üretim yapanlar, dünya çapında hareket kabiliyeti gösteriyorlar. Bu süreci doğru anlamayanların ayakta kalma ve var olma şansları azalıyor. Küresel aktörler üretme güçlerinin sonucu olarak dünyanın siyasal, ekonomik, sosyal… hayatlarına müdahale etme hakkını kendilerinde görüyorlar.
Küreselleşme ile birlikte daha adil, daha insani bir hayat öngörüsünde bulunan, düşünürlerin, analistlerin gelinen bu aşamada öngörüleri doğru çıkmadı. Küreselleşmeyi yöneten güçler, kendi lehlerine, dünya halklarının çoğunluğunun aleyhine bir dünya oluşturdular.
Batılı paradigmanın ürettiği seküler değerlerin rehberliğinde oluşan Küresel İdeoloji ve Küresel Sistem, yerküre üzerindeki insanlara, halklara, devletlere üretim-tüketim süreçlerindeki performanslarına göre değer biçiyor. Eğer bu süreçlerde, Sistem’in istediği şekilde hareket ederseniz, makbul insan, makbul halk, makbul devlet oluyorsunuz. Bu süreçlerde anlamınız yoksa çok rahat bir şekilde sizi gözden çıkarabiliyor. Kitlesel katliamları, kitlesel açlıkları biraz da buradan bakarak okumak gerekiyor. Sisteme katma değer üretmiyorsanız, siz bir hiçsiniz, varlığınızla maliyet oluşturduğunuz için de devre dışı kalmanız gerekiyor.
Batı’nın kontrolündeki Küreselleşme tarihi büyük bir ahlaksızlığın, katliamın, ikiyüzlülüğün tarihidir.
1492’de başlayan Coğrafi Keşifler süreci, süreci başlatan batılı topluluklar ve insanlık için yeni bir dönemin habercisiydi. Bu sürecin sonunda başlayan Rönesans, Reform, Sanayileşme hareketleri yeni düşünsel, dinsel, siyasal, ekonomik, toplumsal kavram, yapı ve kurumlar oluşturdu. Bu süreç Batı’da köklü alt-üst oluşları beraberinde getirdi. Hümanizm, Modernite, Ulus, Ulus Devlet kavramları düşünsel, toplumsal, siyasal hayatı belirlemeye başladı. Bu süreç, 1914 yılına kadar hızla gelişti ve bütün bir yeryüzünü etkiledi ve bunun sonucunda emperyalist paylaşım emelleri savaşla sonuçlandı. Küreselleşme eğilimli bu Batı çıkarması ikinci dünya savaşıyla duraksadı ve bir dönem içe kapanan ulus-devletler, 1980’den sonra, özellikle de Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Küreselleşmeyi ve Küreselleşme İdeolojisini dizginlenemez hale soktu. 11 Eylül saldırıları, Küreselleşmeyi Batı adına yöneten Amerika’yı yeni bir durum değerlendirmesine mecbur bıraktı. Küreselleşme Batı için menfaat üretirken, dünyanın çoğunda mağduriyet oluşturmaya başladı. Bunun sonucunda, Küreselleşmeyi yedeğine alarak dünyayı fethe çıkan Batı’ya karşı itirazlar yükselmeye başladı. Bölgesel güçler, küresel güç olma iddiasıyla hâkim güce itiraz etmeye, yer yer direnç göstermeye başladılar. Amerika’nın Afganistan’da, Irak’ta zora girmesi, Amerika ve Avrupa’da yaşanan mali kriz Batı’nın/Amerika’nın tek kutuplu süreci yönetmekte zorlanması, kartların yeniden karılmasına sebep oldu.
Her ideolojinin her şeye rağmen bir sınırı olduğunu ve zaafları bulunduğunu unutmayalım.
Bu gün Ortadoğu’da Afrika’da Asya’da yaşananlar Küreselleşme İdeolojisi, Küresel İlişkiler anlaşılmadan açıklanamaz.
İnsanlık bu gün küresel bir saldırı ve kuşatmayla karşı karşıya. Batı’nın merkezde olduğu Uluslararası sistem ve güçler, dünyayı kendi istedikleri gibi yönetme iddiasında ve ısrarında bulunmaya devam etmek istiyorlar. Batı’nın ben-merkezci, dayatmacı ve ırkçı yaklaşımı dünyanın büyük bölümüne yıkım ve gözyaşı olarak yansıyor. Küresel Uluslararası Sistem, kendi tanımlarıyla gelişmekte olan, az gelişmiş ülkelere, ulus-devletlere sisteme teslim olmalarını, bunu kabul etmediklerinde; ya zorla teslim alınacaklarını ya da istikrarsızlaştırılarak, parçalanarak tasfiye edileceklerini söylüyor. Bu talepler ve dayatmalar İran, Mısır, Irak, Afganistan, Sudan Türkiye örnekleri üzerinden takip edilebilir.
Küresel kuşatma ve saldırı sonucu oluşan mağduriyetten en çok İslam Dünyası etkileniyor.
İslam Dünyası 1492’te Batı’da başlayan sürece gereken karşılığı veremediği için Batı karşısında başlayan geri çekilme; duraklama, gerileme, çözülme daha sonra da parçalanma ve işgalle sonuçlandı. Bugünkü durumun tarihsel bir temeli olduğunu unutarak yapılan analizler süreci doğru anlamamızı engelleyecektir. Hiç bir sonuç sebepsiz değildir. 1071’de, 1453’te biz nasıl tarihi doğru okuyup gereğini yaptıysak, 1492’de Batılılar süreci doğru okuyarak gereğini yaptılar. Doğru okuyanlar ve gereğini yapanlar sonuçtan olumlu, doğru okuyamayanlar ise olumsuz etkilendiler. Allah’ın tabiata koyduğu İlahi Sünnet işlemeye devam ediyor.
Bugün için İslam Dünyası’nın en büyük zaafı merkezi bir güçten mahrum olmasıdır. Uluslararası Sistem zihinsel, siyasal, ekonomik, askeri, kurumsal yapısıyla bütün bir şekilde hareket ediyor. Bu yapının bir bölümündeki eksiklik zafiyet oluşturuyor. Bu zafiyeti gören namzet güçler bu zafiyet üzerinden Küresel sisteme direnmeye çalışıyor. Rusya ve Çin’in Amerika karşısındaki direnci buradan kaynaklanıyor. Dünya’da bütün zaaflarına rağmen AB, Amerika, Japonya, Çin iç barışlarını sağlayarak bölgesel ve Uluslararası güç iddialarında bulunuyorlar. Sovyetlerin çökmesiyle tökezleyen Rusya, Putin ve Medvedev ikilisinin önderliğinde iç barışını ve düzenini sağlayarak yeniden bölgesel ve uluslararası aktör olmanın hesaplarını yapıyor. İslam Dünyası değil iç barışını sağlamaya çalışmak; halen ırksal, mezhepsel, coğrafi olarak bölünmeye devam ediyor.
Küresel güçler halkların ve ulus-devletlerin içsel ve bölgesel zaafları üzerinde çalışarak, hesap yaparak, o zaafları kaşıyarak iktidarlarını devam ettiriyorlar. Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edilirken bunların hesabı yapılarak tasfiye edildi. İslam dünyasına imkânları kullandırılmayarak, ayrılıkları üzerinden müdahale ediliyor. Yöneticiler ve halklar arasında dil ve amaç birliği olmadığı zamanda bu zaaflar ağırlaşarak devam ediyor. Müslüman halkların çoğunlukta yaşadığı bütün ulus-devletlerde ırki, mezhebi, yöneten-yönetilen… vb. sorunlar sürekli tahrik ediliyor.
Küresel kuşatmaya yerel imkânlarınızla cevap veremezsiniz. Küresel kuşatmaya ancak küresel bir yarma hareketiyle cevap verebilirsiniz. İran örneği bunun en canlı şahididir. Küresel saldırıyı İran şartlarında karşılarsanız küresel saldırıyı püskürtmeniz zorlaşıyor, giderek imkânsızlaşıyor. İran’ın zihinsel olarak içe kapanması, İslam’ın imkânlarından değil de, Şia’nın imkânlarından yararlanarak Küresel Şirk’e cevap vermeye kalkması kendisini her geçen gün çıkmaza itiyor. Böyle olunca da; Devrim’le sağladığı Küresel Sistem’e karşı geliştirdiği söylem ve tavrı revize etmek zorunda kalıyor. Ama biz yine de iyi niyetli olarak Sistem’in zaaflarını değerlendirerek bir hamle geliştirdiğini düşünen iyi niyetimizi devam ettirelim. Türkiye ve Mısır örneği ise; Küresel İstikbar’la mücadele, Küresel ideolojinin kavramlarına, kurumlarına bağlı kalarak, onlarla ilişkileri devam ettirerek yapılamayacağının örneklerini oluşturuyor.
Evrensel çapta bir düşünsel çıkış yapmadan Küresel Şirk İdeolojisine karşı koyamazsınız. Evrensel düzeyde düşünsel, kültürel, siyasal kavram ve yapılar oluşturamadığımız için toplumlarımız Küresel saldırı karşısında çaresiz kalıyor, bunun sonucunda halklar, bireyler umutsuzluğa düşüyor. İslam toplumlarını bu halde gören genç kuşaklar, inançlarına ve kültürlerine karşı itimatlarını, inançlarını sorguluyorlar. Zihinsel olarak yenilenler, ruhsal olarak ta, ülke olarak ta yeniliyorlar. Behemehâl bu durum üzerinde kafa yormalı ve bir çıkış için Rabbimizin yardımını celp edecek cehd ve gayretler içine girmeliyiz.
İmparatorluğun yıkılması ve Hilafet’in ilgasıyla başsız, merkezsiz kalan İslam toplumları, milliyetçilik ideolojisinin etkisiyle, ulusçuluk ve ulus-devlet hastalıklarına duçar oldular. Bu süreci özellikle Batı teşvik etti ve destekledi. Müslümanlar zihinsel olarak İslam’dan koptukları için bu oyuna geldiler. Bu gün de yine Batı’nın ayartmasıyla mezhepçilik fitnesiyle imtihan oluyorlar. Suriye örneği Küresel İstikbar’a, Küresel İstikbar namzetlerine dayanarak bir politika oluşturmanın bir çıkış olmadığını acı bir şekilde bizlere öğretmiş olması gerekiyor. Suriye örneği; cahiliye kiri olan ulusçuluğun ve mezhepçiliğin peşine düşmenin nasıl azaplara duçar olunacağını göstermesi bakımından yeterince ibret verici olmadı mı? İslamî değerleri değil, ulusçuluğun ve ulus devletin değer ve menfaatlerini kutsayan önder ve kitleler, bu anlayış üzerinden kendi ulus-devletlerinin çıkarları için mezhep merkezli değerlerin ve amaçların peşine düşüyorlar. Dün kaybeden Müslüman halklar bu gün de kaybetmeye devam ediyorlar.
Seküler aydınların, seküler ulus-devletlerin, Tevhidi bütünlükten kopan, mezhepçi İslamî(!) önderlerin zihinsel kuşatmasından çıkmadığımız müddetçe izzetli, onurlu bir çıkışın olmayacağını unutmayalım.
Küresel saldırı ve kuşatmadan çıkmak için; İslamî, Nebevî ilke ve değerlere bağlı kalarak Evrensel düzeyde Ümmet dayanışmasını gerçekleştirmek zorundayız.