Giriş
Kuran’da birçok peygamberin hayatlarından kesitler sunulmaktadır. Bu kıssalardan değişik açılardan dersler çıkarmak mümkündür. Biz bu yazıda ‘İslam’ı hakim kılma yöntemi’ açısından bize ışık tutacak hususlar üzerinde durmaya çalışacağız.
Temel sorumuz şudur: İslam’ın yayılması ve yeniden hakim olması için her türlü araç kullanılabilir mi? Bu araçlar örneğin inanca aykırı söz ve ‘söylemleri’ benimsiyor görünmeyi veya inancına ters ‘uygulamalarda’ bulunmayı (temel ilkelerden bir müddet vazgeçerek uzlaşma) içerebilir mi? Peygamberlerin örnekliklerinde bu tür davranışları destekleyebilecek malzeme var mıdır? Bu sorularla bağlantılı olarak Hz. Peygamberin Mekke sistemiyle uzlaşmaması ile Hz. Yusuf’un Melikin sisteminde görev alması arasında bir zıtlıktan bahsedebilir miyiz? Bu iki örneği nasıl telif edebiliriz? Kıssası anlatılan Peygamberlerde ilkeler değişiyor mu? Hz. Yusuf’ta farklıydı, Hz. Musa’da farklı olabilir mi? Fark tam olarak nerede: ilkede mi, taktiklerde mi, stratejide mi?
Konuyu işlerken usulümüz Hz. Peygamberin örnekliğinin önceki peygamberlerin kıssalarından metod çıkarımı yapılırken kıstas olarak alınmasıdır. Kuran’da kıssalar aktarılırken İslami hareket metodu o kıssalarda bir bütün olarak verilmiyor, sadece Hz. Peygamberin Mekke’de yürüttüğü mücadeleye ışık tutacak ve onu güçlendirecek bölümler anlatılmaktadır. Bu bütünlük nihayetinde Hz. Peygamberin kıssasında/sünnetinde tecelli etmektedir.
A. Kıssalarda tevhidin siyasi boyutunun tebliğ edilmesinin öncelenmesi
Andolsun, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün. (16/36)
Onlara “Yalnızca Allah’a kulluk edin”(ellâ ta’budû illallâh) diye önlerinden ve arkalarından elçiler gelince, dediler ki: “Eğer dileseydi Rabbimiz melekler indirirdi. Bundan dolayı biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edicileriz.”(41/14)
“Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır.” (20/98)
‚Yalnızca Allah’a kulluk edin ve tağuttan(sahte otoritelerden) kaçının‘ çağrısı ve ‚Sizin Allah’tan başka ilahınız yoktur‘ sözleri egemenliğin kayıtsız şartsız Allah’a ait olduğu hakikatini zarureten içerdiğinden, bu ayetlerden İslami mücadelede otorite sorunsalının ertelenemeyeceği sonucunu çıkarabiliriz. Hem ilah kavramı hem de kulluk kavramı Kuran’da mutlak otorite kabul edilen varlıkların(ilah) emirlerine gönüllü uymayı(kulluk) ifade etmektedir. Bir toplumda sosyal ve siyasi düzeni belirleyen yegane otorite, en üstün emredici güç olarak Allah kabul edilmiyorsa o toplum Allah’tan gayri varlıklara kulluk hali (şirk) içerisindedir demektir.[1] Dolayısıyla ‚Yalnızca Allah’a kulluk edin‘ mesajıyla Peygamberler bu gerçeği de ifade etmiş olmaktadırlar.
Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; “Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.” (31/13)
Hz. Lokman öğütlerine şirkten sakındırmakla başlıyor. Ahlaki öğütlerden önce tevhid konusunu anlatıyor. Çünkü şirk bütün türleriyle bilinmediği ve ondan sakınılmadıktan sonra en ahlaklı toplum olunsa bile Allah katında değeri olmaz. Şirki bilen oğluna bile öğüt verirken en başta şirk dile getirilirken şirkten bihaber olan bir topluma önce hangi konudan başlamak gerekir?
B. Peygamber kıssalarında İslami hareket yöntemiyle bağlantılı ayetler
Hz. Nuh kıssası:
Andolsun, biz Nuh’u kavmine gönderdik. (Onlara:) “Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım (innî lekum nezîrun mubîn)” “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acı bir günün azabından korkarım” (dedi). (11/25-26)
Şüphesiz, biz Nuh’u; “Kavmini, onlara acı bir azab gelmeden evvel uyar” diye kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik. O da dedi ki: “Ey Kavmim, gerçek şu ki, ben size (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım.”(Kâle yâ kavmi innî lekum nezîrun mubîn) “Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin.” “Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin. Elbette Allah’ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez. Bir bilmiş olsaydınız.” (71/1-4)
Açık ve tavizsiz bir mücadelenin ilk örneğini Hz. Nuh’un kıssasında görüyoruz. Hz Nuh’un kıssasında altı çizilmesi gereken yön; uzun yıllar netice alamamasına rağmen metodunun bu açıklığı ve tavizsizliğinden vazgeçmemesi, takiyye ve uzlaşma yöntemlerini kullanmaması ve öncelikli konudan ayrılmamasıdır. Öncelikli konudan ayrılmamaktan kasıt, ‘sosyal vb. sorunları dile getirerek insanların kalbini kazanalım, daha sonra tevhid düşüncesini benimserler’ vb. hesapların yapılmamasıdır. Bugün bu tür hesaplar yapılabilmektedir. Fakat biz Peygamberlerde bu tarz ‘hesapçı’ yaklaşımları görmüyoruz.
Dedi ki: “Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum.”(Kâle rabbi innî deavtu kavmî leylen ve nehârâ) “Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.” “Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip direttiler.’ “Sonra onları açıktan açığa davet ettim.”(Summe innî deavtuhum cihârâ)”Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve gizli gizli de söyledim.” (Summe innî a’lentu lehum ve esrartu lehum isrârâ) (71/5-9)
Bu ayetlerde Peygamberlerin esas faaliyetinin tebliğ olduğu anlaşılıyor ve bunun çeşitli şekillerde yerine getirilişinin örnekleri anlatılmaktadır. Tebliğ görevi bire bir ve topluluklara doğrudan hitaben yerine getirilebileceği gibi ayrıca açık-gizli ve gece-gündüz bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ile gerçekleştirilmelidir.
Bugün unutulan farizalardan birisi tebliğdir. Peygamberlerin genel stratejisi mesajı doğrudan bütün muhataplara ulaştırmak (belağna), yani yayılma stratejisidir.[2] Her bilinçli Müslüman ilişkide olduğu insanlara tebliğ etmiş olsa dini mübin çok daha hızlı yayılırdı. Bu nedenle cemaatlerin, derneklerin üzerinde durması gereken en önemli faaliyet tebliğ faaliyeti olmalıdır.[3] Bu faaliyeti yapa yapa profesyonel noktaya gelinmelidir. Ancak internette gereğinden fazla zaman geçirme ve rahata düşkünlüğümüz bizi bu esastan hep uzak tutmaktadır.
“Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” Dediler ki: “Eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten taşa tutulup kovulacaksın.”(26/115-116)
Onlara Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: “Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ve ben, müslümanlardan olmakla emrolundum. (10/71-72)
Bu ayetlerde aktarılan tehditlerin Peygamberi mesajın açıklığından tavize götürmediği görülmektedir. Demek ki, açık ve net ifadelerle insanları dine davet en temel ilkedir ve bu ilkeden işkence, sürgün vb. tehlikelerden dolayı feragat edilemez. Eğer bu bir ilke olmasaydı, zorluklar karşısında insan tabiatında var olan ‚doğal pragmatik‘ davranışlara başvurulurdu. Bugünkü çalışmalardaki pragmatik tavırların gösterilmesinin sebeplerinden birisi İslam’ın bu konudaki hükmü ile ilgili net bir bilince sahip olunmamasıdır.
Özet olarak Hz. Nuh kıssasında iki şey öne çıkmaktadır: Açıklık ve tebliğ/yayılma azmi.
Hz. Hud kıssası:
Ad (halkına da) kardeşleri Hud’u (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz…”Ey Hud” dediler. “Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.” “Biz: ‘Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır’ (demekten) başka bir şey söylemeyiz.” Dedi ki: “Allah’ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” “Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.” (11/50-55)
Peygamberlerin dilinden aktarılan her cümlenin bizim hayatımızda bir karşılığı ve yansıması olmalıdır. Bu sözlerin her biri altın değerinde sözlerdir. Allah’ın seçip aktardığı sözlerdir. Bizi yönlendirmesini murad ettiği sözlerdir. Hz. Hud çağdaşlarının içinde bulundukları şirk inancı ile ilgili ‚sizin şirk koştuklarınızdan uzağım‘ diyor. Biz de kendi çağdaşlarımıza hangi konuda şirke düşüyorlarsa aynısını diyebilmeliyiz. Aksi takdirde ayetlerdeki bu sözlerin bizim hayatımızda karşılığı olmayacaksa aktarılmalarının anlamı kalmaz.
“Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.”
Müşriklerin ayette aktarılan tehditleri Hz. Hud’u geri adım atmaya, mesajı eğip bükmeye, pragmatik davranmaya itmiyor, tam aksine onlara meydan okuyor. Kuran’da bize aktarılan bu tavırlar örnek alınması için anlatılmaktadır.
” Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim (Fe in tevellev fe kad eblagtukum mâ ursiltu bihî ileykum). Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O’na hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.”(11/57)
Bu ayette de Peygamberlerin esas faaliyetinin muhatab topluma (İslami mesajdan uzak olanlara) tebliğ olduğunu görüyoruz.
Hz. Salih kıssası:
Semud (toplumuna da) kardeşleri Salih’i (gönderdik. Salih:) “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur…”(Allah’ın) Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.”(7/73-74)
Hz. Salih de açık vurgularla içinde yaşadığı düzenin dayandığı ideolojik yapıyı/zemini reddeden bir çıkış yapmaktadır.
Ad ve Semud kavimleri büyük medeniyetlerdir. Onlara gönderilen elçiler mesajın açıklığından zerre kadar taviz vermemişlerdir. Dolambaçlı yollara başvurmadan hedefe göğüslerini gere gere yürümüşlerdir. Bu en kestirme, en garantili ve en izzetli yöntemdir.
Hz. İbrahim kıssası:
Tevhid mücadelesinin dillere destan en keskin çıkışlarını Hz. İbrahim’in kıssasında görmekteyiz. Bu kıssada diğer Peygamberlerden ayrı olarak Hz. İbrahim için aynı paragrafta iki kere başında ve sonunda ‘sizin için güzel örnek vardır’ denilerek örnek alınması gerektiği vurgulanmaktadır.
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.” Ancak İbrahim’in babasına: “Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.” demesi hariç. “Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve ‘içten sana yöneldik.’ Dönüş sanadır.” (iz kâlû li kavmihim innâ buraâu minkum ve mimmâ ta’budûne min dûnillâhi kefernâ bikum, ve bedâ beynenâ ve beynekumul adâvetu vel bagdâu ebeden hattâ tu’minû billâhi vahdehû)”Rabbimiz, bizi inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma ve bizi bağışla Rabbimiz. Şüphesiz Sen, üstün ve güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin.” Andolsun, onlarda sizlere, Allah’ı ve ahiret gününü umud edenlere güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan), Hamid (övülmeye layık olan)dır.(60/4-6)
Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?”Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk” dediler. Dedi ki: “Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz.” ‘Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun oynayanlardan mısın?” “Hayır” dedi. “Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim.” (21/52-56)
Bu ayetlerde aktarılan diyaloglarda içinde yaşadığı toplumsal yapının inanç zeminine/ideolojik yapısına karşı en hassas oldukları noktadan çıkış yapılmaktadır. Pragmatik ve makyavelist insanların en son girecekleri konuya Hz. İbrahim en başta girmekte. Aslında bunun sebebi açıktır. Kafalarda mevcut olan put inancının yıkılması bir an meselesidir. Bir ikna meselesidir. Dayanağı olmayan bir inanç yıkılmaya mahkûmdur, yeter ki, akli delillerle üzerine gidilsin. Üstüne yoğun bir şekilde vardığın zaman bütün inandırıcılığını kaybedecektir. Fakat pragmatik gerekçelerle bu işi/hamleyi ertelediğiniz vakit şirk düşüncesine hayatiyetini sürdürmesi için fırsat sağlamış olursunuz. Bugün ise bu hususun ertelenmesinin karşı tarafa zaman kazandırdığının farkına varılmamakta, hakla batılın karıştırılmasının zaman içerisinde daha da karmaşık hal alabileceği hesaplanamamaktadır. Pragmatik insanların kavrayamadıkları nokta bu gerçektir.
Onlara İbrahim’in haberini de aktar / oku: Hani, babasına ve kavmine: “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti. Demişlerdi ki: “Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz.” Dedi ki: “Peki, dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?” “Ya da size bir yararları veya zararları dokunuyor mu?” “Hayır” dediler. “Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.” (26/69-74)
(İbrahim) Dedi ki: “Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?” “Hem siz, hem de eski atalarınız?” “İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca alemlerin Rabbi hariç” “Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O’dur;” “Bana yediren ve içiren O’dur;” “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur;” “Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur,” “Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur;” “Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat;” (26/75-83)
Vaktiyle İbrahim babası Azer’e: «Sen putları bir sürü tanrılar ediniyorsun öyle mi? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum. » demişti. Böylece İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerini gece kaplayınca bir yıldız gördü: «Bu imiş Rabbim! » dedi. Batıverince de: «Ben böyle batanları sevmem.» dedi.Ay’ı doğarken görünce: «Bu imiş Rabbim!» dedi. Batınca da: «Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak ki, şu şaşkın topluluktan biri olacak mışım.» dedi. Güneşi doğmak üzere görünce: «Bu imiş Rabbim, bu hepsinden büyük!» dedi. O da batınca: «Ey kavmim, haberiniz olsun, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım! (kâle yâ kavmî innî berîun mimmâ tuşrikûn)» (6/74-78)
Bu ayet gurubunda Hz. İbrahim’in akli delillerle inancını izah ettiğini görüyoruz. Sadece kuru bir red tavrı ile hareket etmiyor, karşı tarafı ikna edecek deliller ve örnekler veriyor. Allah benzeri bir tavrı bugün de örnek almamızı istediği halde biz uygulamıyoruz, insanların akıllarını ikna etme zahmetine girmiyoruz.
Yine ayetin sonunda Hz. İbrahim’in toplumun ortak koştuğu nesnelerden uzak olduğunu (beri olduğunu) ifade etmesi ayrıca örnek almamız gereken bir diğer tavırdır. Bugün bu tür beraatlere ne kadar ihtiyaç vardır.
Putları kırma ayetleri ile Hz. Peygamberin tavrı arasındaki fark
“Andolsun Allah’a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım.” Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. “Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir” dediler. (21/57-59)
Hz. İbrahim’in içinde yaşadığı dönemde putları kırması ile Hz. Peygamber’in Kabe’de putları kırmamasını nasıl anlamalıyız? Neden Peygamberimiz Hz. İbrahim’in yaptığının aynısını yapmadı? Burada taktiklerin ve şartların farklılığı mı söz konusudur? Kıssalardan metot çıkarımı bağlamında bu farklılıktan hangi sonuçlar çıkar?
Hz. İbrahim’in putları kırması ile Hz. Peygamberin kırmaması arasındaki farkın nasıl izah edileceği önemli bir sorundur. Zira buradan her okuduğumuz şeyin hemen uygulanması gerekmediği, farklı taktiklerin uygulanabileceği sonucu çıkar. Bu durumda neyin ne zaman yapılması gerektiği bilgisi ve bunu tespit etmenin usulü o oranda önem kazanır. Bu soru uzlaşmacı metodu yine haklı çıkarmaz çünkü oradaki sorun farklı bir sorundur.
Putların bizzat kırılması taktik bir meseledir ve Peygamberlerin taktikleri, içinde yaşadıkları şartlara, ortam ve duruma göre farklılık arzedebilir.
Putların, Hz. İbrahim tarafından insanlara ders verme maksadıyla kırılması hadisesi, açık emir olmadığı sürece öne alınıp sonraya bırakılabilecek bir meseledir. Hz. Peygamber sözlü olarak putları zaten kırmıştı, her gün her tebliğ edişinde de kırıyordu. Maddi açıdan kırılması o şartlarda mecburi değildi. Bu surenin Mekke’nin son inen surelerden olduğu göz önüne alındığında da vermek istediği mesajın Kabe’deki putları madden kırmaya yönelik olmadığı anlaşılır.
Hz. Yusuf kıssası:
Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için ayetler (ibretler) vardır. (12/7)
Kuran’da bugünkü uzlaşmacı yöntemlere meşruiyet dayanağı bulmak için başvurulan en kritik kıssa Yusuf kıssasıdır. Hz. Yusuf’un bir siyasi sistem içinde aktif bir görev üstlenmesi hadisesi bugünkü düzenlerde nasıl örnek olarak alınabilir? Bu kıssadan uzlaşma çıkmaz demek yeterli değildir. Peki ne çıkar, hangi açıdan örnek alınmalı, sistem içinde harekete hangi şartlar altında cevaz vardır sorularına da cevap bulmak gereklidir. Siyer felsefesi[4] yazımızda ‚özde benzerlik‘ ilkesinin usulen doğru kullanılması gerektiğinin altını çizmiştik. Akdi takdirde insanoğlu isterse birçok konuda özde değil, fakat yüzeyde benzerlikler hep bulabilir. Dolayısıyla yüzeysel benzerliklerden bir hüküm çıkarılamaz. Bunu bir kaide olarak herkesin peşinen kabullenmesi gerekir. Aksi taktirde birbirimizi ikna etme şansımız kalmaz, herkes işine geldiği gibi kıyas metodunu kullanır.
Başından itibaren ilkelerde tavizsiz olmak
“Öldürün Yusuf’u veya onu bir yere atıp bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonrada salih bir topluluk olursunuz (ve tekûnû min ba’dihî kavmen sâlihîn).”(12/9)
Bu örnekte İslam’a aykırı bir davranışın içine ‚taviz verelim sonra düzeltiriz‘ mantığıyla girmenin yanlışlığı anlatılmaktadır. İlkelilik tehir edilemeyecek bir düsturdur. Ta başından itibaren meşru olma/kalma zorunluluğu bulunmaktadır.
Bu örnek bugünkü yaklaşım tarzlarına da bir uyarıdır. Sistemle ilişkilerimizde en başta salih esas üzerine olunmalıdır. Taviz planı yapılarak salih olunmaz.
Başkalarının emri altında olunabilir
(Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir davetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yusuf’a da:) “Çık, onlara (görün)” dedi. Böylece onlar onu (olağanüstü güzellikte) görünce (insanüstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler. (12/31)
Buradan da ‚emir altında‘ olmanın otomatikman tağuta uymak anlamına gelmediği sonucu çıkar.
Her fırsatta tebliğ
Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: “Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm.” dedi. Öbürü: “Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi” dedi. “Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz.” Dedi ki: “Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terkettim.” “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a hiç bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler.” “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?” “Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” “Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir.” (12/36-41)
İnsanlarla hangi vesileyle olursa olsun iletişime girdiğimizde karşımıza çıkan bu fırsatları tebliğ için değerlendirme, bizim de bugün topluma tevhidi düşünceyi yaymak için örnek almamız gereken bir metoddur. Topluma hızlı bir şekilde yayılmanın yolu bütün tevhidi bilince sahip müminlerin Hz. Yusuf’un bu metodunu içselleştirmesinden geçmektedir.
Önce muhsin olmak
Yukarıdaki ayetlerde ‚Seni muhsinlerden görüyoruz‘ sözü İslami tebliğ görevini üstlenmiş insanların muhsin sıfatını kazanmasının önemli olduğunu gösterir. İnsanlar başkalarına iyilik yapanları takdir ederler, bu tür insanlara güven duyarlar, kendilerini açarlar.
Düzenden fikren ayrılmak
Dedi ki: “Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terkettim.”(12/37)
Bu sözleriyle Hz. Yusuf (o düzen içinde azizin sarayında büyümüş olsa bile) tebliğine başlamadan önce bir girizgah olarak -aşağılık kompleksine kapılmaksızın- toplumun dinini/ideolojisini terkettiğini bildiriyor. Kendini mevcut beşeri-cahili yapılara yamama ihtiyacı hissetmemek, o özgüvene sahip olunmalıdır. Biz de bugün içinde yaşadığımız ‚laik düzenden beri‘ olduğumuzu özgüvenle ifade edebilmeliyiz.
‚Dört‘ cümleyle tebliğ
“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.”(12/40)
Hz. Yusuf işin başında imanda ayrıntılara girmeden iman edenle-etmeyeni ayıran en temel esaslar üzerinde durmuştur.
Bu ayetlerde tebliğin nasıl kısa ve öz tutulabileceği öğretilmektedir. Hazır ‚dört‘ cümle ile kısa tebliğin örneklerini görmekteyiz. Tebliğ zor zanaat değil, herkes mesajı üç beş cümleyle bir başka kula ulaştırabilir (belağa).
Burada tevhidin tebliğine kulluk kavramı da ekleniyor, yani insanların hayatlarını değiştirmeye çağrıda bulunulmaktadır, sadece itikadi olarak tek ilah var meselesi değil, hayatın değişimi mesajı da ihmal edilmiyor, ibadet kavramı bu boşluğu doldurmaktadır.
Delilli konuşmak
“Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?”(12/39)
Tebliğ ederken delillendirme yapmanın ne kadar önemli olduğunu bu örnekten de çıkarabiliriz. Hz. Yusuf kölelerin anlayacağı bir örnek veriyor. Buradan muhatabı tanımanın önemi ortaya çıkmaktadır. Muhataba uygun örnekler verilmeli, deliller ona göre sunulmalıdır. Her muhataba uygun ‚tebliğ formları‘ tespit edilmelidir.
Hz. Yusuf’un iktidarının kapsamı ve uzlaşma sorunu
Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin, onu kendime tahsis edeyim.” Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi:” “Bugün senin yanımızda güvenilir ve sağlam bir mevkin var”(Ve kâlel meliku’tûnî bihî estahlishu li nefsî, fe lemmâ kellemehu kâle innekel yevme ledeynâ mekînun emîn) (Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.” (Kâlec’alnî alâ hazâinil ard(ardı), innî hafîzun alîm) (12/54-55)
Yusuf kıssasının bugün uzlaşmacı ve pragmatik metodlara delil olabilmesi için Hz. Yusuf’un işbaşına gelmesinin kendisinden bir taviz karşılığı olduğunun ispat edilmesi veya işbaşındayken gerçekleştirdiği icraatlarda ve kullandığı söylemlerde İslam’a aykırı hareket ettiğinin belgelenmesi gerekir. İlgili ayetlere baktığımızda onun sistemle uzlaşma sağlayarak (yani ilke ve inançlarından taviz karşılığında) görev başına geldiğine dair hiç bir işaret yoktur. Kendisine verilen yönetme yetkisi de icraatlarında taviz vermeyi gerektirmeyecek kadar genişti. Bu cümleden olarak onu herhangi bir putperest ayine zorlayacak bir güç yoktu. Kral, ülkenin yönetimini Hz. Yusuf’a devretmişti. Bunu dört başlıkta ortaya koyacağız.
a Melike tebliğ ve Melikin müslüman olması
İman eden (adam) dedi ki: “Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felaketine uğrarsınız) diye korkuyorum.” “Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.” “Ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat (edeceğiniz kıyamet) gününden korkuyorum.” “Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah’tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.” “Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki; “Allah, ondan sonra kesin olarak bir peygamber göndermez.” İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.” (40/30-34)
Bu ayetlerde Hz. Musa’nın Firavunla mücadelesi esnasında saray erkanından iman eden bir kişi Hz. Musa’yı savunmak için Firavun’a Hz. Yusuf döneminde saray erkanının/toplumun(?) Yusuf’un peygamberliğini kabul ettiğini hatırlatıyor. Demek ki, Hz. Yusuf melik ve çevresine tebliğ etmiş ve onlar da iman etmişlerdi. Hz. Yusuf’un Peygamberliğini kabul etmenin melik açısından ilk görüşmede mi yoksa daha sonraki zamanlarda mı gerçekleştiğini bilemiyoruz. Hz. Yusuf’un hapis arkadaşlarına ilk fırsatta tebliğ etmesinden yola çıkarak krala ilk karşılaşmasında tebliğ ettiğini farz edebiliriz (iman etmesi sonradan da gerçekleşmiş olabilir). Melikin rüyasının Hz. Yusuf tarafından tevil edilmesi Hz. Yusuf’un gerçek peygamber olduğunun melik nezdindeki kanıtı/mucizesi gibiydi. İlgili ayetlerin tefsiri bağlamında tabiin alimlerinden Mücahit de melikin Müslüman olduğunu aktarıyor. Nitekim aşağıdaki dipnotta K. Mukaddes’ten aktarılacak olan bölümdeki şu cümle de bunu göstermektedir: ‚Sonra Yusuf’a, “Madem Tanrı bütün bunları sana açıkladı, senden daha akıllısı, bilgilisi yoktur” dedi.‘
Buradan yola çıkarak Peygamberliği bir kral tarafından kabul edilen bir peygamberin o ülkede tam otorite olduğunu, dolayısıyla uzlaşmak gibi bir durumunun zaten olmayacağını ifade edebiliriz.
b.Hazine kavramı
(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl (Kâlec’alnî alâ hazâinil ard). Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.” (12/55)
Hazine kavramı kimi meallerde basit bir şekilde maliye bakanlığı olarak çevrilmektedir. Halbuki yeryüzünün hazinelerinin başına geldiğini ifade eden ayetin hemen ardından şöyle buyurulmaktadır: İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan verdik (Ve kezâlike mekkennâ li yûsufe fîl ard). Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı (yetebevveu minhâ haysu yeşâu). (12/56)
Müfessirler bu ayetle ilgili ona yeryüzünde imkan verilmesini “dilediğini yapabilme gücüne sahip” diye açıklamaktadırlar (Kurtubi Tefsiri). Dolayısıyla Hz. Yusuf icrada tam yetkiye sahipti.
Bu görüşü destekleme bağlamında Mevdudi ‚hazain‘ kelimesiyle ilgili şu tefsiri yapar:
‚Hz. Yusuf’un –haza’in el-arz-ı talep etmesinden maksat bütün vasıtaların ve bütün vesilelerin ve bütün kaynakların (Resources) kendi eline geçmesini sağlamaktı… Kuran’ın hiçbir yerinde bu kelime, vergi ve maliye manasına gelmemiştir…Mesela ‚Halbuki, göklerin ve yerin bütün hazineleri (haza’in) Allahındır.‘(Münafikun:7), ‚Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri (haza’in) bizim elimizde olmasın.‘(Hicr:21), ‚Yoksa Rabbinin hazineleri onların elinde mi?‘(Tur:37). Sözün gelişinden de anlaşıldığına göre, bir mülkün bütün vasıtaları, bütün kaynakları bir kimsenin eline geçince, o zaman, o kimse, o mülkün ve o ülkenin bütün işlerini ele geçirmiş olup ülkenin hakimi durumuna gelmiş olur. Bütün vasıtaları ele geçirmek ile ülkenin üzerinde hüküm ele geçirmek aynı şeylerdir. Bu meselenin teyidinde Kitabı Ahd-i Atik’de dahi beyan vardır.[5] Orada açık olarak bahsedilmiştir ki, o zaman Mısır Firavunu, sadece ismen hükümdar ve melik: Kraldı. Yoksa amelen ve bilfiil iktidar ve hükümdarlık Hz. Yusuf’un elinde bulunuyordu.‘ (Mevdudi, İslam’da Hükümet, S. 106-107)
cHırsıza verilen ceza
Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münadi (şöyle) seslendi: “Ey kafile, sizler gerçekten hırsızsınız.”. Onlara doğru yönelerek: “Neyi kaybettiniz?” dediler. Dediler ki: “Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim.” “Allah adına, hayret” dediler. “Siz de bilmişsiniz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik ve biz hırsız değiliz.” “Öyleyse” dediler. “Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezası nedir?” Dediler ki: “Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.” Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kablarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. (mâ kâne li ye’huze ehâhu fî dînil meliki, illâ en yeşâallâh(yeşâallâhu) (12/70-76).
‘Melikin yasasına göre kardeşini alıkoyamazdı’ (12/76) ayetinden Hz. Yusuf’un her ne kadar icraatta tam yetki sahibi olsa da üstünde ülke genelinde halen geçerliliği bulunan bir yasanın olduğu sonucu çıkar. Nitekim kanunların da üzerinde tam yetkili olsaydı kardeşini yanında alıkoymak için gümüş kap planına gerek kalmayacaktı. Bir sistemde görev alırken bu durumdan hangi sonuç çıkar? Eskiden kalan bir uygulamanın/yasanın -devlet kanunu veya toplumda cari bir uygulama olabilir- iktidar olunduktan hemen sonra kaldırılmadığına, tedricen kaldırıldığına dair Hz. Peygamber döneminden örnekler vardır: İçki, faiz, kumar vb. konularla ilgili yeni yasalar tedricen yürürlüğe girmiştir. Medine’de devlet kurulduktan hemen ertesi sabah yürürlüğe girmemişlerdir/indirilmemişlerdir. Buradan iktidara gelir gelmez bütün İslami kanunlar uygulamaya girmek zorundadır, aksi taktirde küfür sistemi/cahiliye uygulamaları işletilmiş olur gibi bir sonucun çıkmayacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayette dile getirilen durum taviz anlamına gelmez.
Nitekim Mevdudi de konuyu şöyle izah eder: ‚Elbette bu ayetten sabit oluyor ki, Hz. Yusuf iktidara geldikten sonra dahi, yine o ülkede gayrı-İslami kanun yürürlükte kalmıştı…Bir memleketin medeni nizamını hepsini birden bir gecede değiştirmek mümkün değildir. Cemiyet ölçüsündeki bu değişme bir zaman işidir. İslam inkılabı da böyle olmuştur. İktidar, İslam’ın eline geçer geçmez, bir çırpıda, bir dakikada, cahiliye nizamına ait herşeyin ortadan kalkarak, bir anda İslami nizamın yerleşmesi hayal dahi edilemez. Hatta Hz. Resulü Ekremin devrinde bile, devlet nizamının değişmesi tedrici olmuş ve on senden fazla süren bir zaman içinde bu değişiklik başarılmıştır.‘ (Mevdudi, İslam’da Hükümet, S. 109)
Bu ayetteki ‘ma kane’ kalıbını ‘yakışık almazdı’ şeklinde çevirenler de var. Bu durumda meal şöyle olmaktadır:‘ Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyması yakışık olmazdı …‘
Kuran’daki bu kalıbın geçtiği ayetlere baktığımızda her iki anlamda kullanıldığını görüyoruz. Mevdudi ilgili ayetin tefsirinde şöyle bir açıklama yapmaktadır: ‘Allah dileseydi Hz. Yusuf’un (a.s) planındaki boşluğu gidermezdi. Plandaki zayıf nokta şuydu: Yusuf planına göre kardeşlerini yalnızca melikin yasasına göre alıkoyabilirdi. Fakat bir Allah Rasulüne kendi şahsi meselesi için gayri İslami bir yönetimin yasasına başvurmak yakışmazdı. Zira o, siyasi iktidarı tedrici olarak İslami yasayı yürürlüğe koymak için uhdesine almıştı, yoksa melikin yasasını takviye edip yürürlükte kalmasını sağlamak için değil. Allah dileseydi, Hz. Yusuf’a (a.s) gayri İslami bir yasaya başvurmaktan başka çıkar yol koymazdı. Fakat bunu dilemedi; zira Rasulü’nün temiz isminin bu şekilde lekelenmesini istemedi. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s) memurlarına emir vererek (alışılmadık) birşeyi öğrenmelerini istedi: Onlar hırsızları nasıl cezalandırıyorlardı? Biraderler de Hz. İbrahim’in (a.s) yasasını söylediler. Bu, plandaki boşluğu gidermekle kalmadı aynı zamanda biraderlerin de Mısırlı olmadıkları dolayısıyla bu ülkenin yasalarıyla yargılanamayacakları şeklinde herhangi bir itiraz beyan etmelerine de mahal bırakmamış oldu…Bu bağlamda mütalaa edilmesi gereken bazı meseleler vardır. Onlara kısaca değinelim. 1) Genellikle “ma kane” ifadesi şöyle çevrilmektedir: (Yusuf) kardeşini Melik’in yasasına göre alıkoyamazdı. “Yahut:” (Yusuf) kardeşini Melik’in yasasına göre alıkoymaya yetkili değildi. “Diğer bir deyişle çeviri şu anlama gelmektedir: “Bunu yapamazdı zira Melik’in yasasında buna izin yoktu.” Fakat Arap dilinde ve Kur’an’da “ma kane” bu şekilde kullanılmamıştır. Nitekim bunun örneklerini Kur’an’da fazlasıyla bulabiliriz; “ma kane limü’minin en yaktule müminen” (Bir mümin bir mümini öldüremez “öldürmesi yakışık almaz“) . “ma kane Allahu en yettehize min veled” (Allah bir çocuk edinemez “edinmesi yakışık almaz”) . Dolayısıyla Hz. Yusuf hakkında kullanılan “buna gücü yoktu”, “bunu yapamazdı”, “buna hakkı yoktu” şeklindeki ifadeler anlamsızdır…’ (Mevdudi, Tefhim-ul Kuran, ayrıca: İslam’da Hükümet, S.108-109)
Bu çeviriye göre Hz. Yusuf’un mevcut olan yasayı uygulaması zaten doğru olmazdı ve bu yüzden o yasayı uygulamamak için Hz. Yakub’un şeriatındaki yasayı uyguladı.
Hz. Yusuf Melikin yasasını -hangi çeviri esas alınırsa alınsın – son tahlilde uygulamıyor. Hiç kimse de Hz. Yusuf’a ‚sen nasıl olur da bir hırsıza melikin kanunu dururken başka bir hükme göre ceza veriyorsun‘ dememiştir, diyememiştir. Dolayısıyla buradan da Hz. Yusuf’un yönetimde mutlak selahiyete sahip olduğu anlaşılmaktadır.
d.Taht ve Mülk(Hükümranlık) kavramları
Böylece onlar (gelip) Yusuf’un yanına girdikleri zaman, anne ve babasını bağrına bastı ve dedi ki: “Allah’ın dilemesiyle Mısır’a güvenlik içinde giriniz.” Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: “Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O’dur.” “Rabbim, Sen bana mülkten verdin (Rabbi kad âteytenî minel mulki ve allemtenî min te’vîlil ehâdîs), sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.” (12/99-101)
Ayette Hz. Yusuf’un anne ve babasını tahtının üzerine oturttuğunu okuyoruz. Taht iktidarın sembolüdür. Yine 101. ayette geçen ‚minel mülki‘ ifadesi Hz. Yusuf’un sadece bir memur değil, iktidarda olduğunun ayrıca delilidir. Zira mülk Kuran terminolojisinde ‚hükümranlık‘ kavramını karşılayan kelimedir.
Toparlayacak olursak yukarıda özetlediğimiz dört noktadan yola çıkarak Hz. Yusuf’un icrada mutlak selahiyete sahip olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Onun iktidarında kendisini tavize götüren bir durum söz konusu değildir. Ne İslam’ı tebliğden vazgeçti (40/35) ne de İslam’a aykırı bir söz ve eylem yapmak zorunda kaldı (12/56).
Yusuf kıssasını nihai olarak doğru değerlendirebilmek için -girişte belirttiğimiz usule göre- temel sorumuz şu olmalıdır: Peygamberimiz bu sureyi nasıl anladı, o bu kıssadan hangi sonucu çıkardı? Bu surenin indiriliş amacı, içinde yaşanılan sistemle uzlaşılabileceğine dair bir mesaj mı vermektir? Eğer böyleyse Peygamberimiz neden böyle bir mesaj almadı, aldıysa gereğini niye yerine getirmedi? Bu sorulardan şu sonuca varabiliriz: Kıssada sistemle uzlaşarak sistem içinde yer alınabileceğine dair bir mesaj yoktur. Aksi olsaydı Hz. Peygamber bu mesajı hepimizden önce alır ve o dönemde müşriklerin uzlaşma tekliflerini kabul eder, sistemin içine girerdi. Demek ki, sistemin içine girilebilmesi için Yusuf dönemindekine benzer şartlar (inanç ve icraatta –kendi ilkeleriyle çatışmaya yol açtırmayacak derecede- ‘tam’ serbestlik) gerekmektedir.
Girişte sorduğumuz soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Hz. Peygamberin Mekke’de uzlaşmaması ile Hz. Yusuf’un Melikin sisteminde görev alması arasında bir zıtlık yoktur. Şöyle de ifade edebiliriz: Hz. Yusuf Mekke’de olsaydı Mekke’lilerle uzlaşmazdı, Hz. Muhammed (a.) Mısır’da olsaydı aynı görevi yapardı.
Hz. Şuayb kıssası:
Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.”(7/85)
Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi. “Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,’ Sen ‘hüküm verenlerin’ en hayırlısısın.” (7/88-89)
Bu ayetler işkence tehditlerinin diğer Peygamberlerde olduğu gibi Hz. Şuayb’ı da pragmatik davranmaya itmediğini göstermektedir. İşkence görmeyelim diye mesajı yumuşatma, müşrikleri rahatsız edici yönlerini bir süreliğine gizleme, gündeme getirmeme, karşı inancı eleştirmeme gibi tavırlara itmediğini görüyoruz. Halbuki bugünkü hakim yaklaşım tarzı budur. O halde Peygamber kıssaları ile bizim halimiz arasında bir tezattan bahsedebiliriz.
Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin. (11/91)
Hz. Şuayb tıpkı Peygamberimizin Mekke’deki eman müessesesinden yararlandığı gibi kendi kabilesinin gücünden istifade ediyordu. Bu ayet toplum veya sistemdeki imkanları, araçları, fırsatları kullanma akıllılığı ve tedbirliliğini göstermenin diğer Peygamberlerin de bir özelliği olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ‚sistemin‘ imkanlarından meşru dairede[6] yararlanmak ilkeli duruşla çelişmemektedir.
Hz. Musa kıssası:
Musa dedi ki: “Ey Firavun, gerçekten, ben alemlerin Rabbinden (gönderilme) bir elçiyim.” “Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah’a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.” (7/104-105)
Firavun dedi ki: “Alemlerin Rabbi nedir?” Dedi ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer ‘kesin bilgiyle inanıyorsanız’ (böyledir).” Çevresindekilere dedi ki: “İşitiyor musunuz?” (Musa:) Dedi ki: “O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.” (Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.” “Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” dedi (Musa). (Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (26/23-29)
Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.”(28/38)
Hz. Musa Firavun karşısına İsrailoğullarını serbest bırakması talebi ile çıkmasına rağmen mesajı açık ve net ifade etmekte, bu açık sözden dolayı hedefine ulaşma şansı azalmasına rağmen Firavunu en iddialı yerinde ‘kızdırmakta’(kızmasını göze almakta), tahtını sallamakta, pragmatik yaklaşmamaktadır.
Şu soru önemlidir: Hz. Musa niye pragmatik davranmadı? Firavun’u güzel, yuvarlak, tevriyeli sözlerle idare edip İsrailoğullarını alamaz mıydı? Engel neydi? Neden tevhidin açık tebliğini önceledi? Ertelemek daha ‘akıllı’ ve ‘taktiksel’ bir yol olmaz mıydı?
Düşünebiliyor musunuz, karşınızda zalim ve gaddar bir hükümdar ‚sizin en yüce Rabbiniz benim‘ ‚benden başkasını ilah edinirsen seni hapse atarım‘ diye tehdit ediyor ve siz ‚hayır sen otorite değilsin, gerçek otorite Allah’tır‘ diyorsunuz. Pragmatik davranmayı gerektiren en kritik bir anda bile ilkeli ve onurlu bir duruş sergiliyorsunuz. Bu örneklik Hz. Musa’ya has bir tercih midir yoksa bizleri de bağlayan bir örneklik midir? Hz. Musa kendi kişisel ictihadıyla mı böyle davranmıştır?
Demek ki, karşımızda en azgın yöneticiler (Firavun) de olsa mesajdan tavize yer yoktur. Zira Allah daha büyüktür.
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp düşünür veya içi titrer, korkar.”(20/44)
Bu ayette Firavun’a dahi yumuşak uslüb kullanılması gerektiği anlaşılıyor. Bu da bugün yaygın olan ‚radikalizm illetine‘ karşı bir ayettir. Uslub yumuşaklığı Allah’ın emridir ve bu tavizsizlikle çelişmez.
Hani Rabbi ona, kutsal vadi Tuva’da seslenmişti: “Firavun’a git; çünkü o, azdı.” Ona de ki: “Temizlenmek ister misin?” “Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O’ndan) haşyet duymuş olursun.” (79/16-19)
Bu hitapta da merhametli bir uslup göze çarpmakta, fakat mesajdan bir kısma yine de söz konusu değildir. Orta yol işte burasıdır ve bu Peygamberlerin metodlarının en mümeyyiz vasfıdır. Toplumdaki uygulamalarda bu dengenin tutturulamadığına tanıklık etmekteyiz. İlkeli duruşun merhamet adına feda edilmemesi gerekir. Burada iki aşırı ucun varlığının farkında olunmalıdır. Merhamet ve hikmet adına mesajdan taviz verenler bir uçta, aman taviz vermeyelim diye nefsani güdülerinin de katkısıyla muhatabın kişiliğine karşı kaba, sert, katı davranma diğer uçta. Bu iki yaklaşım da aşırılıktır. Gösterdikleri tavır ve tutumda her iki ucun faillerini tatmin eden psikolojik bir boyut var. O yüzden pozisyonlarından kımıldamıyorlar. Bir taraf haktan taviz vermemenin verdiği onur duygusunu tavrının haklılığına ve bu tavırdaki ısrarına dayanak kılmakta, diğer taraf dinin merhamet ve hikmet ilkesini işlettiğini zannettiğinden bu tatmin duygusu ile kendini haklı görmeye devam etmektedir. Yapılması gereken ise iki tarafın doğrularını birleştirmektir.
Hz. Süleyman kıssası:
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. ‘Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.’ Kullarımdan şükredenler azdır. (34/12-13)
(Belkis) Dedi ki: “Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı.” “Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve ‘Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır.” (İçinde de:) “Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana teslim olarak gelin” diye (yazılmaktadır). (27/29-31)
(Elçi hediyelerle) Süleyman’a geldiği zaman: “Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz” dedi. “Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış, aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız.” (27/36-37)
Bu kıssada ‘dünya bizimdir’, ‘biz bu dünyaya hükmetmek için gönderildik’ mesajı verilmektedir. İslami anlayışta dünya reddedilen bir olgu değildir. ‘Dünya bizim’ dediğimiz anda orada iktidar olma ve ona sahip çıkma azmi de ikiye katlanır. İlk nesiller böyle düşünmeseydiler 200 yıl içinde Atlantikten Çin Seddine kadar hakim olabilirler miydi? Miskin bir dava anlayışıyla iktidar olunmaz, iktidara gelinemez. İhlasa dayalı, Allah için bir iktidar ‘hırsı’(azim de diyebilirsiniz, ben bu kelimenin meramı daha iyi anlattığını düşünüyorum) olmadığı sürece -eşyanın tabiatı gereği- ağır olan bu yükü omuzlayarak başarılı olmak çok zordur, şu an yaptığımız faaliyetlerle sadece kendimizi tatmin ederiz. Neden illa iktidar düşüncesinin gerekçesi ise basittir. Çünkü yeryüzünde hükmetme yetkisi sadece onu ve üstündekileri yaratan Allah’a aittir. O’nun bu hakkını gaspedenlerin elinden bu hakkı almak O’nu herşeyden daha çok sevdiğini söyleyenlerin birinci vazifesi olması gerekmez mi?
Ashabı Kehf kıssası:
Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız.” “Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” (18/13-15)
Ashabı Kehf sayıları az olmalarına rağmen ‚otorite‘ konusunda tevhidi bir çıkış yapmaktadır. Genç nesillere bu örneklik çok iyi aşılanmalıdır. İslami gençlik ‚biz İslami yönetim istiyoruz‘ diyecek kıvamda olursa Ashabı Kehf bugün canlanmış olur. Bunu yapacak gençlik ise önce takvayı kuşanmalıdır.[7]
Ashabı Uhdud kıssası:
Onlardan, yalnızca ‘üstün ve güçlü olan,’ öğülen Allah’a iman ettiklerinden dolayı intikam alıyorlardı. Ki O (Allah), göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Allah, her şeyin üzerinde şahid olandır.(85/8-9)
Bu kıssa tevhid inancını erteleyenlerin üzerinde düşünmesi gereken bir kıssadır. Ateşte yanacaklarını bildikleri halde pragmatik davranmadılar. Halbuki can tehlikesi söz konusu olduğundan buna cevaz vardı, göstermelik de olsa inançlarının bir kısmından taviz verebilirlerdi. Bugün can tehlikesi olmadığı halde insanların alabildiğine pragmatik davranabilmesi ne kadar yozlaştığımızın bir göstergesidir.
Sonuç
Bütün Peygamber kıssalarında ortak ve ihtilafsız nokta açıklık, tavizsizlik ve tevhid düşüncesinin öncelenmesi ve ertelenmemesi prensibidir. Tevhidi ertelemek tavizin küçük kardeşidir. Kuran’da örnek almamız emredilen hiçbir peygamber tevhidin siyasi boyutunu gündeme getirmeyi ertelememiştir, tevhide aykırı bir ideoloji/inancı/toplumsal kabulü söylem olarak –pragmatik gerekçelerle- savunmamış ve sistemle taviz vererek uzlaşmamıştır. Peygamberlerin örneklikleri ortada dururken aksi istikamette bir yöntemle hareket etmenin ahiretteki hesabı iyi düşünülmelidir.
[1] İçinde yaşadığımız toplum ise böyle bir sorunsalla net bir tebliğ sonucu karşılaşmamıştır, zira bu bilgiler tek tek fertlere onların anlayacağı şekilde izah edilmemiştir. Toplumun -Hz. Peygamber dönemindeki Mekkeli müşriklerde olduğu gibi- ‘kesin inançla Allah’ın hayatın üzerindeki mutlak otoritesini reddettiği’ belli değildir. Bizim toplum şu an bir kavram kargaşası içindedir. Hakla batıl karışık haldedir. Ancak -büyük olasılıkla- güzel bir temsille ve mütemadiyen anlatıldığında tevhid inancını siyasi boyutuyla kabule namzettir.
[3] Onlardan bir topluluk: “Allah’ın kendilerini helak etmek veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakaladık. (7/164-165) İsrailoğullarından aktarılan bu sözler de her hal ve şartta tebliğin devam etmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir. Mesajın her insana mutlaka ulaştırılması Allah katında ahirette mesul olmamak için yüklenmemiz gereken bir ödevdir. Ayrıca insan karmaşık bir psikolojik yapıya sahiptir, bu yüzden her an dönüş yapabilir, hiçbir zaman hiç bir kimseden ümit kesilmemelidir.
[5] „Bu öneri firavunla görevlilerine iyi göründü. Firavun görevlilerine, “Bu adam gibi Tanrı Ruhu’na sahip birini bulabilir miyiz?” diye sordu. Sonra Yusuf’a, “Madem Tanrı bütün bunları sana açıkladı, senden daha akıllısı, bilgilisi yoktur” dedi, “Sarayımın yönetimini sana vereceğim. Bütün halkım buyruklarına uyacak. Tahttan başka senden üstünlüğüm olmayacak. Seni bütün Mısır’a yönetici atıyorum.” Sonra mührünü parmağından çıkarıp Yusuf’un parmağına taktı. Ona ince ketenden giysi giydirdi. Boynuna altın zincir taktı. Onu kendi yardımcısının arabasına bindirdi. Yusuf’un önünde, “Yol açın!” diye bağırdılar. Böylece firavun ona bütün Mısır’ın yönetimini verdi. Firavun Yusuf’a, “Firavun benim” dedi, “Ama Mısır’da senden izinsiz kimse elini ayağını oynatmayacak.” (Tekvin, Bab:41:37-44). Kuran’daki ifadeler buradaki ifadeleri desteklemektedir.
[6] Bu daire gaye vasıtayı meşru kılmaz prensibine bağlı olarak Kuran’ın tevhid söyleminden vazgeçmeme ve yasakladığı davranışları yapmamayı kapsamaktadır. Bir diğer ifadeyle sistemdeki meşru bir araçtan taviz vererek yararlanmak İslami yönteme aykırıdır. Taviz vermeden yararlanmak meşru dairede kalmaktır.