Meşhur ve bitmeyen bir tartışmadır: Sanat sanat için midir, sanat halk için midir?
Sanki bir başka seçenek yokmuş gibi sorulmakta ve tartışılmaya devam edilmekte olan kadim ve güncel bir sorudur bu. Oysa doğrusu “Sanat Allah içindir, Allah için olmalıdır” tesbitidir, lakin çok nankör olan insanoğlu() asli olanı gündemden düşürmüş, arızi olanları hakikat mertebesine çıkarmaya çalışmıştır, çalışmaktadır.
Evet, bir mü’min için her şey olduğu gibi() sanat da Allah içindir. Değil midir ki Allah için olan, aynı zamanda halk için de olmaktadır. Zira Allah neyi dilemiş, neyi teşri kılmışsa hep kullarının yararına, onların dünya ve âhiret saadeti için dilemiş ve teşri kılmıştır.
Yazı yazmak, bir mü’min için İslam’ın güzelliklerini insanlara taşımanın bir aracıdır, Allah’a dâvet sorumluluğunun etkili bir enstrümanıdır. Değil mi ki, “Allah’a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve ‘Şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 41/33)
Yine değil mi ki, hidâyet rehberimiz Kitab-ı Kerim, daha ilk ayetlerinde okumaya, yazmaya, bilmeye, kalemle öğretmeye vurgu yapmakta, Rabbimizin kaleme andını bize bildirmektedir.()
Ve yine değil mi ki Rabbimiz bize, er-Rahman oluşunu, merhametin kaynağı ve merhametlilerin en merhametlisi oluşunu hatırlatırken “Rahman, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti” (Rahman, 55/1-4) buyurmaktadır.
Bu dört ayette son derece dikkat çekici ilk husus, Rabbimizin, insanı yaratma fiilinden önce ona Kur’an’ı öğretmesini zikretmiş olmasıdır. Bu da İslam’da eğitim-öğretimin, bilmenin ve bilincin ne kadar temel bir konu olduğunu bize ifade etmektedir bir kez daha.
Ardından beyana dikkat çekilmesi de, insanın öğrendiklerini başkalarına aktarma sorumluluğunu hatırlatmaktadır ki, işte bizim için konuşma ve yazma, bu sorumluluğa tekabül etmektedir. Değil mi ki Rabbimiz, oku emrinin ardından “Kalk ve uyar” (Müddessir, 74/2) emriyle muhatap kılmıştır bizi.
Yine değil mi ki “Rabbinden sana indirileni tebliğ et…” (Maide, 5/67) buyurmuş, “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zariyat, 51/55) hatırlatmasında bulunmuştur.
Dolayısıyla yazmak, bizim için beyan sorumluluğumuzu yerine getirme çabasıdır, dâvettir, inzardır, öğüttür, iyiliği emr kötülükten nehy gayretidir, hakkı ve sabrı tavsiye cehdidir.
Galiba İyi Yazamaysun!
Yazmayı İslami bir sorumluluk olarak gören bir mü’min için meselenin nitelik boyutu çok önemlidir. Zira İslam bizden her ne yapıyorsak ihsan üzere, en güzel şekilde yapmamızı istemektedir. Dolayısıyla “Allah için yazmak” sorumluluğunu hisseden bir mü’min, iyi yazmayı da hedeflemelidir.
“İyi yazmak” denilince ilk elde akla gelen husus içerik olmakla birlikte, tabii ki dil kuralları, edebi boyut gibi hususlar da önemlidir. Tabii her konuda olduğu gibi bu konuda da asli husus ihlastır. Yani fiilin Allah için olmasıdır.
Mü’minin her ameli gibi yazması da yalnız Allah içindir. Mü’min yazmak için yazmayacağı gibi, beğeni kazanmak, para kazanmak, bir mevki elde etmek gibi gayelerle de yazmaz. Rasulullah (a.s.)’dan hicretle ilgili rivayet edilen şu ölçü, her alandaki ameller için geçerlidir:
“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Rasulüne ise, onun hicreti Allah’a ve Rasulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Buhari, Nikah, 5; Müslim, İmaret, 155)
“Yazmak” deyince bu noktada aklıma, yıllarca önce okuduğum bir anı gelmekte. Mazlum-Der’in İstanbul şube bülteninde Ahmet Mercan’ın bir yazısı yayınlanmıştı ve Mercan o yazıda memleketi Bayburt’a giderken Trabzon’da yemek molası verdiği bir köftecide yaşadığı ilginç bir anısını aktarıyordu.
Mercan, yemek sonrası hesabı ödemek için kasaya gittiğinde köftecinin kendisine önce yolculuğunun ne tarafa olduğunu, ardından da ne iş yaptığını sorduğunu kaydediyor ve yazar olduğunu söylediğinde, köftecinin, kendisinin dışarıdaki Murat marka arabasına bakıp “İyi yazamaysun galiba” şeklinde muzipçe bir karşılık verdiğini anlatıyordu.
İnsanı gülümseten ve tabii düşündüren bir cevap. E tabi, iyi yazabilseydi Murat marka bir “külüstür” yerine son model bir arabaya binerdi! “İyi yazanlar” lüks araba ve evlerin yanında özel korumalarla da gezmekteydi nitekim. “Çölleri aşıp” gazeteci-yazar olarak “iyi yazma” becerisi kazananlar, özel korumalarla pozlar vermiyorlar mıydı nitekim.
Sense kalkmış bir külüstürle yollara düşmüş İstanbul’dan Bayburt’a yolculuk yapıyor, sonra da yazar olduğunu söylüyorsun! Ne dersen de durum apaçık ortada işte, “iyi yazamaysun.”
Paranın, maddi kazancın temel ölçüt kılındığı mevcut “kapitalist akide” ve işleyiş açısından bakıldığında, Karadenizli köftecinin tesbiti gayet yerinde! Öyle ya, iyi yazmanın karşılığı iyi kazanç olacağına göre, ortada da külüstür bir arabayla yola çıkmış bir yazar bulunduğuna göre mesele de ortada.
Maddi kazanç dışında bir “kazanç” bilmeyenler, gündemlerine böylesine farklı pencereler açılmamış olanlar açısından böyle düşünmek, böyle değerlendirmeler yapmak gayet anlaşılır bir durum. İşte, İslam’ın fert ve toplum muhayyilesinde yapmak istediği inkılabın bir boyutu da budur: Değer yargısı ve ölçülerini “iki dünyalılık” temelinde değiştirmek.
Kavramların kıblesini, değer yargılarının eksenini bu temelde değiştirip, her şeyi Allah’a göre ve Allah için konumlandırmak. Başarı, kazanç gibi kavramları dünya hayatının dar maddi sınırlarına mahkûm etmemek, tüm bu kavramlara darul karar olan âhiret hayatı bağlamında yeni pencereler açmak…
Kısacası mesele değer yargısı ve değer ölçülerinin farklılığında düğümleniyor. Bugünkü genel geçer değer yargı ve ölçüsü maddi kazanç ve dünyevi neticeler olduğu için, “iyi yazmak” da maddi karşılıklarla ölçülüyor.
Oysa biz mü’minler için iyinin ve iyiliğin ölçüsü, Rabbimizin bize bildirdiği değişmez vahyî değer yargıları ve ölçüleridir. “Birr ayeti” olarak bilinen Bakara suresi 177. ayet, tüm iyilikler gibi “iyi yazmanın” da temel ölçülerini ifade etmektedir.
Ücrete Talip Olanlar, Ecre Talip Olanlar
Bugün dünya “tek dünyalılığın” istilası ve tahakkümü altındadır. Bu tek düyalılık, dünyayı darul karar olarak algılamakta, dünyevi kazancı, parayı, maddi çıkarı yegâne ölçü kılmaktadır. Dolayısıyla bugün her alanda insanlık “ücrete talipliliğin” esas olduğu bir düşüklüğü, irtifa kaybını yaşamaktadır.
İşte bir izzet öğretisi olan İslam, bize ücrete değil ecre talip olmayı esas kılan bir “iki dünyalılık” ufku açmaktadır.
Kur’an okuduğumuzda fark edeceğimiz mühim bir husus, dâvet çabaları karşılığında ücret talep etmemenin, ancak âlemlerin Rabbi’nin ecrine talip olmanın tüm Nebilerin (a.s.) ortak sünneti olduğu gerçeğidir. Şuara suresinde kıssaları peş peşe anlatılan Nebilerin söyleminde bu husus, tıpkı tevhid vurgusu gibi ortak bir nokta olarak öne çıkmaktadır.
Kur’an’da Rasulullah (a.s.)’a ve tabii ki onun üzerinden bizlere de bu husus çeşitli ayetlerde ifade edilmiştir: “İşte o Peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am, 6/90)
Evet, ücrete değil ecre talip olanlar açısından, hiçbir konuda iyiliğin ölçüsü ve ölçütü maddi kazanç değildir ki yazı yazmak konusunda da o olsun. Yazmakla iştigal eden bir mü’minin yegâne ölçüt ve hedefi, ecre müstahak satırlar yazabilmektir. İşte iyi yazmak budur.
Geçmişte olduğu gibi bugün de, geleneksel hurafeleri geçim kapısı edinenlere de, modern hurafeleri geçim kapısı edinenlere de tanıklık etmekteyiz. Arif Pamuklar, Cübbeliler bu işin geleneksel hurafe pazarı tarafında tezgah açmışlarken, diğer tarafta Yılmaz Özdil gibilerin tezgahı harıl harıl çalışmakta, her iki hurafe pazarı da adeta para basmakta.
Ecre değil ücrete talip olma sorunu o noktaya ulaşmış durumda ki, son yıllarda bu alanda bir “Ramazan pazarı” oluşmuş durumda. Büyük meblağlarla kanallara transfer olan “Ramazan hocaları”ndan söz ediliyor bugün. Yine son yıllarda dolaşıma giren “Ramazanın gelişini tesbit için hilali gözetleyemeyenler, filanca hocayı gözetlesin. Tv’de o göründüğünde Ramazan gelmiş demektir” şeklindeki espri, bu acı durumu özetliyor niteliktedir.
Buna karşılık, bu çağda da vahyin öğretisi, Nebilerin (a.s.) ortak sünneti üzere, ücrete değil ecre talip olan dâvet erlerinin varlığına tanıklık etmekteyiz. 12 Eylül zemherisinde çıkarmaya başladığı İktibas için “Yan giderim” ifadesini kullanan Ercümend Özkan ağabey ile, yazdığı eserlerin başında mutlaka “Dileyen ticari amaçla olmamak kaydıyla dilediği kadar çoğaltabilir” mealinde not düşen Ahmed Kalkan hoca bu konuda da iki güzel örneklik oluşturuyor mesela.
Tanıdığım, bildiğim tevhidi iddia sahibi yazarların bu konuda aynı çizgide bulunduğuna tanığım. Elhamdulillah, ben de bugüne kadar kitaplarından tek kuruş telif parası almamış biri olarak ücrete değil ecre talip olma tutumu üzere olmaya gayret etmekteyim.
Görüldüğü üzere her konuda olduğu gibi iyi yazıp yazmamanın ölçüsü de, tek dünyalı olmakla “iki dünyalı” olmak zemininde baştan başa değişmektedir. Tek dünyalı bakışla, iyi ücrete muhatap olmak iyi yazmanın ölçütü iken, iki dünyalı bakış, ücreti ölçüt olmaktan çıkarıp onun yerine ecri ikame etmekte ve ecre müstahak olmayı iyi olmanın mikyası kılmaktadır.
Neticede tabi, kimin iyi yazıp yazmadığının kesin bir şekilde ortaya çıkacağı gün, Rabbimizin adalet terazilerini kurup bizlerin her yapıp ettiğimizi kendi rıza ölçüsüyle tartacağı o çetin Hesap Günü olacaktır:
“Biz, kıyâmet gününde adalet terazileri kurarız. Artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan amel bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 21/47)
Son olarak daha önce bir makalemizde geniş şekilde konu ettiğimiz şu gerçeği de bu vesileyle bir kez daha hatırlatmış olalım ki, her insan, amelleriyle kendi hesap defterini yazmakta olan bir yazardır. Dolayısıyla ne yazmakta olduğumuzu, iyi bir yazar mı kötü bir yazar mı olduğumuzu bu açıdan da değerlendirmemiz gerekir:
“Biz, her insanın amellerini kendi boynuna doladık. Kıyâmet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter.” (İsra, 17/13-14)