Allah’sız Bir Adalet Anlayışı Adalet Getirmez

Ahmet Altınok, Venhar'daki ilk yazısı ile okuyuculara merhaba diyor... Allah'ın içerisinde yer almadığı bir adalet anlayışını masaya yatıran Altınok, bakın sorgulamasının sonucunda nasıl bir kanıya varıyor...

İnsanlar gerek büyük gerekse küçük ölçekli ilişkilerinde adalet bahsini sürekli gündemlerine alırlar. Her kesimden insan, müslümanı, gayr-ı müslimi bir adalet isteminde bulunur. Bu ‘doğal bir istençtir’. İnsan kendine ait bir hakkın, emeğin zayi olmasını eğer fıtrat bastırılmamışsa acı verdiğinden dolayı kabul edemez. Duyulan bu acı, mutlaka bir tepkiyi beraberinde getirir/getirmelidir. Bu tepki, acının sonlandırılması adına adaletin tesisi şeklinde kendini gösterir. Bir toplumun işleyişinde en önemli unsur olarak kabul edilen adalet, bir hukuk düzeninin kurulmasını gerekli kılar ki, buna bağlı olarak neyin adil olup olmadığına karar verilsin. Bunun sonucunda ise iktidar halk, halkla halk arası ilişkilerde cari olan kurulu düzene uyulması beklenir.

Düşünürler, siyaset bilimcileri, hukuk uzmanları vs. adaletin tesisi için adalet kavramı üzerinde bayağı mesai harcamışlarsa da ‘doğal istencin’ tatmin olacağı bir tanım bulamamışlar. Buldukları tanımlar ise ‘mutlak’ adalet anlamında bir düşünce sistemi veya davranış biçimi ortaya koyabilecek nesnel bir içerikte gelişmemiştir. Çünkü tahayyüllerindeki ‘varlık’ algısı sorunludur. Dolayısıyla adaletin tanımı da sorunlu ve eksik olacak, tabiatıyla bu da hayata yansıyacaktır.

Mutlak adaletten bahsedebilmek  ve  bu kavramın  hedeflediği gerçekliği ortaya çıkarabilmek için  Alemlerin  Rabbi, külli şey’in kadîr olan bir yaratıcıya  mutlak surette  ihtiyaç vardır. Bu zorunludur, çünkü  adaletin tesisi için  mutlak  yaptırıma ihtiyaç vardır ki, bu ancak  mutlak güç sahibi olmakla mümkün kılınabilir. Böyle bir yaptırım gücü hiçbir insanda veya kurumda bulunmadığına göre ve bu gücün insanda olması gerektiği ön kabulü, bu olguyu göreceli kılıyor. Şartlara bağlı olarak yer değiştirebilme imkanı ise her zaman adil muameleyi mümkün kılmıyor. Çünkü öznellik kendi şartlarını dikkate alarak bir adalet tanımı yapar. Ama tâbi olunan bu güç, tarafların dışında olursa ancak o zaman nesnellikten bahsetmek mümkün olabilir. İşte  insanlar  kendilerini  böyle bir güce ‘teslim’ ederlerse adil bir düzenden bahsetmek mümkün olur. Teslim olmak anlamına gelen ‘İslam’, tam da bu fıtrî olguyu karşılar.

Bu güç kim olmalı sorusuna ise iki farklı cevap veriliyor; ya Allah, ya Devlet. Aslında bu iki olgu birbirinin alternatifi olamaz ama maalesef modern anlayışta devlete biçilen rol, Allah’ın alanına sokulduğu için insanlık bu iki olguyu birbirinin alternatifi olarak algılayabiliyor ve ikisi arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Konumuz bu iki olguyu doğrudan kıyaslamak olmadığı için bağlama dönerek devam edelim.

Bu güç devletse, bu hakkı hangi gerekçeyle alıyor? Aldıysa, mutlak anlamda nesnel davranabilme özelliğini barındırıyor mu? Halkla kendi arasındaki dengeyi nasıl koruyacak gibi sorulara adil cevap vermek gerekiyor ki, bu mümkün değil. Buna rağmen modern insan, adaletin ancak halkın kendi hakkını devlete teslim etmesiyle mümkün olacağını iddia ediyor.

Tabi  burada  masum  ve nesnelliği  kabul edilen aslında çaresizliğin bir sonucu, bir nevi  vicdan rahatlatma operasyonu  olarak  ‘sözleşme’  kavramı  imdada yetişiyor  ve halk kendini de  bu sözleşmenin  bir tarafı  olduğu  vehmine dayanarak, ‘doğal istencin’ karşılandığını zannediyor. Bu istenci bastırıyor.

Aslında  burada  şunu görüyoruz;  Allah’ın hakimiyetini tanımayan veya tanımak istemeyen  insan, adaletin nasıl tesis  edilmesi  gerektiğini bilmesine rağmen, derdi mülkün  sahibi olmak olunca, bile bile Allah’ın hakimiyet hakkını  gasp ederek üzerine alıyor.

Bu girizgahtan sonra;

Sağduyusunu kaybetmemiş her   insan  bilir ki, işlerin yerli yerince  yapılması için, hak sahibinin hakkı  verilmelidir. Özellikle kendisi  söz konusu olunca  yapılan haksızlığın verdiği derin acıyla  mutlaka hakkını talep eder. Bu doğaldır, fıtrîdir  dedik.  Ama buna rağmen birinin adil dediğine diğeri  zulüm  diyebiliyor.  Bu da  ister istemez çatışmayı beraberinde getirecektir. Burada şu soruyu sormak gerekir. Bu  adalet  istenci insanlığı barışa sevk etmesi gerekirken,  ne oluyor da  çatışma yaratıyor? Nasıl oluyor da,  bir davranış birine göre adil olurken diğerine göre  zulüm veya haksızlık olabiliyor? Bunun sebebi; bilinçli veya bilinçaltı bir adalet tanımına sahip olduğumuzdandır. İnsanlık, tarih boyunca bu konuyu sürekli işleye geldiği ve hayatımızın tam merkezinde yer aldığı için, zamanla buna zihnimizde bir karşılık, bir tanım bulmuşuz. İnsan zihni, yaşadığı sosyokültürel ortamda şekillendiği için bir düşünce veya davranış sergileriz. Eğer farklı veya eksik bir tanımlama varsa çatışmanın sebebi de zannediyorum anlaşılır olacaktır.

Peki neden farklı tanımlamalarla karşı karşıyayız?

Bu tamamen insanın ‘varoluşa’ bakışıyla alakalıdır. Varlık nedir? Nasıl oluşmuştur? Varlık üzerinde hak sahibi kim olmalıdır? Sorularına verilen cevapla alakalıdır. Yaşadığımız sosyokültürel ortamda eğer varlığın kendiliğinden yani maddenin veya doğanın ezeli ve ebedi olduğuna inanılıyorsa yapılan tanım,  varlığın  Alemlerin  Rabbi Allah tarafından yaratıldığına inanandan farklı olacaktır elbette. Bugün insanlığın yaptığı genel tanıma bakarsak şu özelliği görüyoruz. Yapılan tanımlarda insani ilişkilerde karşılıklı razılığın baz alınması, insan aklının veya arzusunun belirleyiciliği. Demek ki temelde insan var.

Tamam Allahsızlar veya Allah’ı gereği gibi takdir edemeyenler tarafından yapılan bu tanımı anladık ama Müslüman nasıl olur da bu anlayışa sahip çıkabilir?   Halbuki böyle bir tanım Müslüman için eksik değil midir?

Adalet , bir şeyin hakkının verilmesi, o şeyin ait olduğu yere konulması yani İslami nazarda yaratılış gayesine hizmet  etmesi ise, yapılan tarifte o şeyin ‘sebebi’ dikkate alınarak bir tarif yapılması gerekmez mi?

İnsanlığın ortak paydasıdır adalet istenci. Bu paydadan hareketle yapılacak olan doğru tarif en azından teoride tutarlılık oluşturacak ki pratikte karşılığını bekleme hakkına sahip olalım.  İnsan hayatı boşluk kabul etmiyorsa mutlaka doğru veya eğri, bir şekilde doldurularak hayatiyetini devam ettirecektir. Öyleyse bu tanımı doğru yapmak elzemdir. Bu ise ancak  Allah’la yapılır. Çünkü Allah’sız  bir adalet tanımı adalet olma özelliğini yitirir, neşv-u nema bulmaz.

Adalet Allah’ta içkindir. Bir şeyin hakkının ne olduğu ancak onun yaratıcısı tarafından bilinebilir. Eşyanın özünde yatan gerçeklikler insan tarafından tam olarak bilinmediğine göre, hayatın gerçekleri de mütemadiyen isabetsizliğimizi yüzümüze çarparken nasıl olur da Allah’ı dikkate almayan bir adalet anlayışı oluştururuz? Mülkün sahibi dışlanarak bir adalet tanımı yapmak öncelikle Allah’a karşı bir haksızlıktır. Bu kavrama ruhunu veren Allah’a karşı adil davranmak olunca, adaletin tesisinin mümkünatı da ancak O’nun onayladığında aranmalıdır.

O’nun  onaylamadığı  şey için nasıl adil olduğu söylenebilir? İnsanın yaratılış gayesinin ‘kulluk’ olması bu sebeple değil midir?

Kulluk, insana alem-i mahlukat içinde ait olduğu konumu işaret ederek bu konumun dışına çıkmasıyla, kull-i iradenin alanına gireceğini söylemektedir. Çünkü irade sahibi olmak böyle bir şeydir. Kendinden üstün bir iradeyi kabul etmemek belirleyici konumuna kendini çıkarmak anlamına gelir. Böyle olunca da insan onay hakkını üzerinde bilecek, dolayısıyla adaletin tesisi de mümkün olmayacaktır.

Allah’a karşı adil olmak insani ilişkilerin de adil olmasını sağlar. Çünkü bu düşünce biçimi neyin neden adil olduğu sorununu da çözer. Ama bir şeyin  doğruluğu öznel olan insana bırakılırsa doğruların görecelikten, keyfilikten uzak olması beklenemez. Keyfilik arz eden bir düşünce veya davranış ise adil değildir.  Buna rağmen modern insan, keyfi olan bu bakış açısını benimser. Benimsemek zorundadır çünkü hayat boşluk kabul etmeyeceği için adalet istencinin tatmin edileceği makul kabul edilen bir tanımı mutlaka bulacaktır.

Artık insan adaleti tanımlamıştır tanımlamasına da, kimin keyfi bu tanımda ağır basacaktır? Elbette ki  güçlünün.  Çünkü adalet güç kavramıyla doğrudan alakalıdır.  Güçlü yaparsa kabul görür  ve  doğrudur.

Peki güçlü olan kimdir?

Eğer yaratan dışlanmışsa elbette O’nun  yerini, cüz’i olmasına rağmen  irade sahibi olan insan alacaktır.

Peki modern insana göre insan nedir?

Doğal seleksiyon sonucu hayatta kalabilen akıllı, irade sahibi bir hayvandır. Hayatta kalabilmek için de büyük balık küçük balığı yemelidir.  Bu doğaldır. Dolayısıyla doğrudur. Dolayısıyla adildir. Maalesef mantık böyle yürütülmektedir.  Ama bu doğal durumu insanı maalesef emniyette kılmamaktır. Hayvanlarda olduğu gibi sadece içgüdüleri ile hareket etmeyen bilinç sahibi insan, gelebilecek tehlikelerin farkındadır ve kendini emniyete almak istemektedir. Beka içgüdüsünün bir tezahürü olan bu tehlike algısı, tehlikenin daha çok hemcinsinden geleceği bilinciyle insanın kendini yine kendine karşı korumak istemesiyle sonuçlanmaktadır. Çünkü irade sahibi iki ‘eşit-güç’ aynı mülk üzerinde hak talebinde bulunacak, bu hakkı ona doğa verdiği için bunu talep etmede de özgür olacak. Durum böyle olunca sahibi olmadığı bu mülk üzerinde insanın hak talebi akla ziyan olsa da ‘doğa durumu’ ön kabulü kaçınılmaz savaş durumu yaratacaktır.[1]

Bu ön kabulden hareketle denmektedir ki; Çoğunlukla ölümle sonuçlanan bu güvensizlik  ve savaş durumu, ancak  insanların hakkından vazgeçerek ortaklaşa seçtikleri bir kişiye veya kuruma devretmeleriyle son bulmalıdır. Barış böyle sağlanır.  Bu zihin yürütme paradoksal olsa da doğal kabul edilmektedir. Dolayısıyla adildir.[2]

Tabi bu kişi veya kurum kim olmalı ise adalet de onun elindedir. Çünkü mutlak güç artık odur.  Bugün batılı bu çıkış noktasına bağlı olarak bir adalet tanımı, güç tanımı, iktidar, devlet, hegemonya tanımı yapmaktadır. Batının temel aldığı bu teoriyi daha detaylı anlamak için Thomas Hobbes ve ünlü eseri Leviathan’a bakmak yeterli olacaktır.

Müslüman bu bakış açısına sahip olamaz. Hukuk sistemini buna göre kuramaz. Ama yaşadığımız ülkelerde cari hukukun temeli yukarıda anlatılanın birebir aynısıdır.

Örneğin cari hukukun bina edildiği dünya görüşü demokraside, karara bağlanan hususlar adaletten yoksundur. Tabi vicdanın protesto etmemesi için adalet, çoğunluğun arzusu ile eşitlenerek var olmaktadır. Böylece adaletin tesisi keyfilik arz ederken insanlar zulmü adaletin tanımı olarak benimsemekte ve hayata yansıtmaktadır. Tabi bunun sonucu gerek düşüncede gerekse fiilde isabet edememektir. Adalet anlayışı ile özdeşleşmeyen fıtrat, kendi çıkarı söz konusu olunca elbette zulmü zaman zaman meşrulaştıracaktır. Çünkü nefis faydayı sever.

Akleden insan zaman zaman bu çelişkiyi görünce demokrasi için kötüler içinde en iyisi diyerek aklın yolu birdir ilkesini örtüp paradoksal bir yolda devam edebilmektedir.

Neden mi? Çünkü zihin kodlarında Allah kavramı yoktur veya gereği gibi takdir edilememektedir. 

Tevhid hakikati, adaletin doruk noktasıdır. Öyleyse bu doğal istencin tam anlamıyla karşılanacağı konu budur. Tevhidin adaletin neden doruk noktası olduğunu anlatmak, anlatabilmek artık müslümanın görevidir. Örneğin tevhidin bir konusu olan Ahirete iman, modern insanın çözemediği bir konuyu ne güzel çözüyor. Zalimlerin dünyadan cezalandırılmadan gitmeleri insana ağır geliyor. Madde endeksli adalet anlayışı bunu nasıl çözebilir ki? İnsanın öfkesini, haksızlığa uğradığı hissini nasıl yatıştırabilir ki? İşte Ahirete iman tam da bu sorunu çözüyor. İç sukûnetin, huzurun anahtarı. Toplumsal dengeyi sağlayacak olan bir dinamik. Bu inancın tecellisi ise ancak Tevhidi anlamış adil insanlarda veya toplumlarda mümkün olur. Çünkü buradaki adalet, Allahlı bir adalet anlayışıdır. İşte insanlığın kaçırdığı nokta burasıdır. İnsanlık bir uzay aracına binmiş geleceğe doğru yolculuk yapıyor. Doğru bir istikamette yol almak hedefinde ama uzay aracının pusulası bozuk. Habersiz!

Bugün globalleşmeyi oluşturan  hâkim  görüş  Modernizm, işte pusulası bozuk olan bir görüştür.

  “Adalet mülkün temelidir.” Çok yerinde bir sözdür. Tabi sözün sahibi Ömer bu sözü söylerken kafasındaki Adalet tanımına denk düşer. Ama modern zihniyetin adalet söylemleri o adalet anlayışından çok uzakta. İlkindeki anlayış, Ömer´e  ”Kamu yöneticileri görevleri süresince zenginleşemezler” sözünü söyletirken, ikincisinde ise ”liberal ekonomi bu hakkı bana verir. Ticaret yapmakta özgürüm” dedirtebilir. Bir de  bu anlayış tüm samimiyet ve haklılık psikolojisi içinde savunulur. Çünkü  kafalardaki  adalet anlayışı bunu doğurur ve hiçbir sıkıntı çekilmez. Ömer bu sözü söylerken yöneticinin konumu itibariyle ticaretinde avantaj sağlayacağı, dolayısıyla doğal/adil işlemesi gereken rekabette bir adım ileride olacağı düşüncesine varabilmektedir. Bu Allah’a teslimiyetin yani adaletin onda nasıl işlediğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Eğer bir insan Allah’ı gereği gibi takdir ediyorsa o şahıs adildir. Çünkü ilk önce o Allah’a karşı adil davranıyordur.

İşte modern insana bu adalet anlatılmalı. Dayandığı anlayış elinden alınmalı ki, boşluğa düşsün. Hak ve adalet isteminde fıtratı bozulmamış samimi olanlar mutlaka o düştükleri yerden kalkmak isteyecektir. İşte tam bu vasatta İslam’ın adalet anlayışını bir dayanak olarak vermek gerekir.

Eğer insan batıl halinden memnun ise veya batılda olduğundan habersiz ise hakkı aramak diye bir zahmete niçin girsin ki?



[1] Mülkün tek sahibi, tek ilahın olması gerektiği dolayısıyla mutlak otoritenin, O ilahta toplanması gerektiği düşüncesi bu argümanla alakalıdır. Aynı mülk üzerinde iki irade savaş durumunu doğurur. Nizamı bozar. Öyleyse Allah’tan başka ilah yoktur akidesi nizamın, barışın ve adaletin ta kendisidir.
[2] Tanrıyı reddeden bir zihniyetin adalet arayışı ancak bir paradoksla sonuçlanabilirdi. Adaletin özü paradoksu kaldırmazken bir paradoksu adil kabul etmek ancak bir akıl tutulmasıyla açıklanabilir. Hak ile batılın birbirine karıştırılması, kavramların anlam dünyasının bozulması böylece gerçekleşmiş oluyor.