Dünya adı verilen ve jet hızıyla uzayda yüzen ama bütün hareketleri, bütün ölçüleri, bütün mesafeleri son derece ince, çok büyük bir matematik hesaplamanın eseri olan küre, Allah’ın bize göre çok büyük, O’na göre çok küçük ayetlerinden biridir. Dünya, insanın yaşam alanıdır. Ve ne güzel bir yaşam alanıdır burası.
Yeryüzü bir cennettir. Ama cennet deyince akla gelmesi gereken değildir.
Yeryüzü evet, bir cennettir. Çünkü dünya cennetinde, ideal güzellikteki bir bahçede olması gerekenlerden, burada bulunmayan hiçbir şey yoktur. Dünya hem de harikulade bir cennettir. Dünyada Allah’ın yarattığı nimetler saymakla bitecek gibi değildir. Zaten Kur’an da böyle söylemektedir:
“Allah: Gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkarttı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı.”
“Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı, geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi.”
“O size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.” (14/İbrahim, 32-34).
Dünyada insanın ihtiyacı olup da, temin edemediği hiçbir şey yoktur. Her şeyden önce, dünya Allah’ın yaratmasının bir şaheseri olarak, olağanüstü güzellikte, olağanüstü işlevsel ve olağanüstü bir uyum ve ahenge tabidir. İnsan sadece, bahar mevsiminde masmavi bir gökyüzü, her tarafın alabildiğine yeşile boyandığı, her taraftan hayat fışkırdığı, her taraftan çiçeklerin ve yaprakların, Allah’ın eşsiz benzersiz büyüklüğünü haykıran nağmeleri ortamında, kuşların birbirinden farklı ama müthiş bir uyum oluşturan ötüşlerini anlatmaya yarayacak kelime bulamamaktadır.
Dünya cenneti bize, burası bu kadar güzelse, “acaba ahiret cenneti ne kadar güzeldir”i düşündürmektedir.
Allah insanı bu yeryüzü cennetinde yaratmıştır. Bunu Bakara suresinin 30. ayeti açıkça beyan etmektedir. Cennet kelimesi basitçe ‘bahçe’ anlamına gelmektedir. Kur’an ayeti, ilk insan Âdem’in ve eşinin (kadının) yaratıldığı mekâna cennet demektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Kur’an, ilk insanın cennet, yani bir bahçede yaratıldığını söylemektedir.
“Hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Onlar, biz sana hamd ederek seni tesbih eder, seni takdis ederken, yeryüzünde fesat çıkartacak ve kan dökecek birini mi var edeceksin? dediler. Allah onlara: Sizin bilmediklerinizi ben bilirim dedi.” (2/Bakara, 30).
“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın; aksi takdirde zalimlerden olursunuz dedik.” (2/Bakara, 35).
Allah buyurdu: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Sonra zalimlerden olursunuz!” (7/A’raf, 19).
Bu ayetlerde cennet kelimesiyle, hem ilk insanın (Adem’in) yaratıldığı bahçe kastedilmiş, hem de yeryüzünün tamamına genel olarak ve dünyanın güzelliğini tasvir etme anlamında cennet denilmiş olmalıdır.
Evet, insan yeryüzünde yaratılmıştır. İnsanın vatanı dünyadır. (2/Bakara, 36; 7/A’raf, 24). İnsan burada yaşayacak, burada ölecek ve buradan diriltilip, haşrolacaktır. (7/A’raf, 25). Bu ayete dikkatlerimizi teksif ettiğimiz takdirde, ahiret hayatının yani cennet ve cehennemin de bu dünya üzerinde olacağı düşüncesine ulaşırız. İnsan hayatını, iki perdelik bir oyun gibi düşünebiliriz. Bu durumda yeryüzünü bir tiyatro sahnesine benzetebiliriz. Oyunun birinci bölümü, şu an bizzat yaşamakta olduğumuz dünya hayatı kısmıdır. Allah biz insanlara bu büyük oyunda rol vermiş, haydi bütün güzel hünerlerini göster demiş bulunmaktadır. Bizler hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, dağarcığımızda ne gibi güzellikler varsa, sergilemeliyiz. Dem bu demdir.
Bizim, ‘kıyametin kopması’ diye bildiğimiz Büyük Hadise, aslında Kur’an lisanında ‘es-Saa’a’dır (saat). ‘Saat’ geldiğinde dünyanın düzeni bütünüyle değişecek ve adeta perde çekilecektir. Sûr’a ikinci kez üflendiğinde ise perde yeniden açılacak ve sahnemizin belki bütünüyle değiştiğini, yani ahiret hayatı olarak düzenlendiğini göreceğiz.
Kıyamet, kalkış demektir. Yeniden dirilişi de içermektedir. Kıyamet, ahiret hayatının başlaması demektir. İnsan işte o gün hesap verecektir. İnsan, bu dünyada iken bir türlü kavramadığı, kavrayamadığı hakikatleri o gün çok iyi ama çok iyi kavrayacaktır fakat iş işten geçmiş olacaktır. İnsan hakikatleri kavradığı gün, kafasını taştan taşa vursa da hiçbir işe yaramayacak, kendisine kayırmacılık yapacak hiçbir baş bulamayacaktır. İnsanın, peygamberlerden, şehidlerden, salih kimselerden kayırmacılar bulacağına dair anlatıların tamamı uydurma ve din dışıdır. Çünkü din gününün maliki sadece ve sadece âlemlerin Rabbi Allah’tır. Ama o Allah’ın aynı zamanda Rahman ve Rahîm olduğunu ve asla hiç kimseye zerre kadar zulüm yapmayacağını akılda tutmak gerekir. İnsan, Rabbinin mutlak adaletine ve merhametine güvenmez mi ki, kendisi gibi beşerlerden yardım umar?
Saat’le kıyamet arasında ne kadar bir zaman geçeceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Bizim kültürümüzde kabirle ilgili çokça hikâyeler üretilmiştir. Kabirle ilgili hikâyelerin de, -Kur’an’ın işaret ettiklerinin dışında- güvenilirliği olamaz. Kur’an’dan aldığımız telkinle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ölmek, ahirete doğmaktır. Ölen kimse için zaman denilen mefhum dumura uğramıştır. Son nefesini verdiği an, onun saatinin akrep ve yelkovanları, mıhlanmış gibi, oldukları yerde çakılı kalmışlardır. Takvim yaprakları, ölen kimseler için kopartılmazlar. Şunu demek istiyoruz: Dünyada yaşamaya devam eden bizler, ölenler için tarih söyleriz, öleli şu kadar süre oldu deriz. Bunlar dünyaya yöneliktir, dünya hayatı açısından bir anlam ifade ederler. Mezardaki, daha doğrusu ahiret âlemindeki (ölü) için hiçbir anlam ifade etmezler. Ölü için, ‘öte dünya’ya, ahiret âlemine ilişkin sözcüklerle konuşmak gerekir. Buna göre, ölen kişi açısından mezarda zaman diye bir mefhum yoktur, orada zamanın işlemesi söz konusu değildir. Çünkü ölü, ‘bir süreliğine’, artık ‘yok’tur. Ölen için, bir öldüğü, tam son nefesini verdiği an vardır, bir de yeniden dirildiği an vardır. Bu iki ‘an’ arasında, dünyadakilere göre onlarca, yüzlerce, binlerce yıl geçmişse de, ölen (ahirete intikal eden)ler açısından sadece ‘bir gün’ ya da ‘bir günün bir kısmı’ kadar bir süre geçmiştir. Bu tıpkı, akşam yatıp, sabah kalkmamız gibidir.
Bu durumda, insanın aslında kıyamete/ahirete ne kadar da yakın olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Bunu Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Ashab-ı Kehf çok uzun ‘uykularından’ uyandırıldıklarında, birbirlerine “ne kadar kaldınız?” diye sormuşlar, içlerinden biri, bu cevabı vermiştir: bir gün ya da bir günün yarısı kadar… (18/Kehf, 19). Zaten onlar aslında bu soruyu sormaları için bu kadar uzun süre uyutulmuşlar ve tekrar uyandırılmışlardır.
Böyle olunca, geleneksel kültüre göre yazılmış kitaplarda ‘kabir alemi’, ‘kabir ahvali’ gibi bahisler tamamen atıl kalmaktadır. Kitabımız Kur’an, kabir hayatına dair, kabirde sorgu-sual olduğuna dair hiçbir bilgi vermez. Bu büyük hakikate bir cevap veremeyenler, “ama her şey Kur’an’da yazmaz ki!” pişkinliği (ve budalalığı) ile hem kendilerini kandırmakta, hem de başkalarını kandırmaya yeltenmektedirler. Her fırsatta, bu bahisleri gündeme getiren insanları hadis inkarcılığı ile ve hatta -Allah’tan korkmadan- peygamberi inkar etmekle itham edenler, bu tavırlarıyla esasında Kur’an’ı bir kenara ittiklerinin, onu mehcur bıraktıklarının farkında değiller mi acaba? Kur’an, yüzlerce ayette yeniden diriliş, kıyamet, haşir, sorgu, mizan, amel defterleri, cennet ve cehennem, mükafat ve azap konularını anlatırken, acaba neden bir tek ayetle olsun kabirdeki ‘ahval’den bahsetmez?
Kısacası, kabirde bir ‘ahval’ yoktur. Kabirde insan bedeni çürümeye terk edilmiştir. İnsan bedenini böceklerin yemesinin de hiçbir önemi yoktur çünkü böcekler/haşerat yemese de zaten bedenimiz çürüyecektir.
Yeniden dirilen insanlar, “Eyvah, bizi kabirlerimizden kim kaldırdı?” şaşkınlığı ve hayreti içinde bulunacaklardır. (36/Yasin, 52).
Bu yazının amacı esas olarak kabir konusu olmadığı için, konunun detaylarına girmek istemiyoruz. O, başka bir yazının konusudur. Bu bahiste son olarak belirtmek gerekir ki, kabir azabı denilen şey, tamamen uydurmadır. Din adına kabir azabını anlatanlar Allah’tan korkmalı, kullardan utanmalıdırlar. Azap kabirde değil, cehennemdedir.
‘Kabir azabı’ gibi din dışı bahislerle, insanların enerjisini boşa harcamanın bir anlamı yoktur. Müminlerin asıl odaklanması gereken husus, yeniden dirilme gerçeğidir. Bin bir türlü modern tahrip edici kâfirce tesirlere maruz kalan bugünün insanı yeniden dirilme diye bir olayı kabullenememektedir. Yenirden dirilme bir masal gibi gelmektedir insanlara. Asıl olarak bunu anlatmak gerekir. Ve ekseriyetin pek hoşlanmadığı Kur’an’ın cehennem tasvirleri çok korkutucudur. Bu sefer de geleneksel hurafelerle kafası allak-bullak edilmiş insanlar, tıpkı geçmişte Benî İsrail’in inandığı gibi, günahları kadar, yani ‘sayılı birkaç gün’ ateşte yanıp, sonra bir kurtarıcının şefaati ile oradan çıkacaklarına kesin olarak inanmaktadırlar. Cehennemden çıkarttıklarının alnına bir damga vurmayı da ihmal etmemektedirler… Bu da, ehli kitabın, kendilerini Nebilerden (ve Muhammed a.s’dan) daha iyi konumda gören kibirlerine benzemektedir.
Şayet bir hayır yapacaksak, işte büyümekte olan genç nesillere ahiret inancını, yeniden dirilişi, Allah’ın hesap soracağını, cenneti ve cehennemi, Allah’tan korkmayı anlatmak, hem de Kur’an’ın anlattığı tarzda anlatmak, eğitmek gerekir. Yapacağımız en büyük hayır budur.
***
Bizim bu yazıda değinmek istediğimiz asıl mesele şudur: insan yeryüzü cennetinde yaratıldığı halde, nasıl olup da bu mucize vatanını, yani yeryüzünü cehenneme çevirebilmektedir? İnsan nasıl bu kadar canavarlaşabilmektedir? Kan dökmekten, fesat çıkartmaktan, insan insanın kuyusunu kazmaktan nasıl bu kadar hoşlanabilmektedir?
İnsan, bu çağda keşfettiği beton adındaki bir bela ile bu ‘cennet vatanı’ nasıl da hastalık yuvasına, soğuk kuyuya, beton cehennemine çevirebilmektedir? Gelecekte daha ne gibi belalar üretecektir acaba?
Hayvanlar, hayatı, yeryüzünü, Allah’ın yarattığı rızkı insanlardan çok daha adil, daha insaflı ve çok daha estetik paylaşmaktadırlar. Güvercin ve serçelerin sabah saatlerinde yemlenmelerindeki güzellik, insana olağanüstü keyif vermektedir. “Panik yok, hepimize yeter!” diyorlar sanki. Ve kuşlar bir o kadar da temizlik yapmaktadırlar. İnsan ise ayak bastığı, el değdirdiği her yeri neden bu kadar kirletmektedir? İnsan bu kadar sorumsuzluğu nereden almaktadır?
İnsan yeryüzünü paylaşamamaktadır.
Şüphesiz tarihte çok güzel insani örneklikler de yaşanmıştır. İnsanların kanaat diye bir şeyi bildikleri ve buna inandıkları dönemler olmuştur.
Günümüzde hayat tam olarak bir tüketim toplumu olma felsefesi üzere kurgulanmaktadır. İnsan anasından sanki, tüketim çılgınlığının en yaman bir yarışçısı olacakmış gibi doğmaktadır. İnsan yavrusu yeryüzünde daimi/ebedi kalacakmış gibi bir hırsla büyütülmektedir.
Kanaatkârlığa, tok gönüllülüğe, azla yetinmeye, fazlalıklarımızı paylaşmaya, insan nefsinin doymak bilmeyen açlığına takva ile dur demeye ihtiyacımız var. Yeryüzü cenneti hepimize yeter. Bir ülke üzerinde yaşayan ne kadar nüfus varsa, o ülkenin imkânları onların hepsine kafidir. Bu dengeyi yaratan, Rabbimiz Allah’tır. Allah rızkın kefilidir. Yeryüzünün toprağını, taşını bölüşemeyenler, yani yeryüzü cennetine sığmayanlar, ahiret cennetine de muhakkak sığmayacaklardır ama cehennemde mutlaka onlar için, sığacak bir yer bulunacaktır. Çünkü orası dolmak bilmeyecektir.
Dünya siyasetinden bîhaber, kafamızı hayal bulutlarına gömelim demiyorum. Anlatmak istediğim, dünyadaki siyasi çekişmelerin, savaşların, kavgaların, hırlaşmaların sona erebilmesi için belki işe en temelden, insanı eğitecek dünya görüşünden başlamak gerektiğidir.
İnsana, “ne oluyorsun?”, “gidiş nereye?”, “nereye yetişmek istiyorsun?”, “Rabbini tanıyor musun?” sorularını sormak gerekmektedir; İblis’e kul olmadan önce.