Yeryüzü, 19. yüzyıldan itibaren siyasal, ekonomik, kültürel olarak Batı zihniyet yapısının tanımladığı, şekillendirdiği kavram ve kurumların etkisi altında bulunmaktadır. Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform hareketlerinin akabinde oluşan Aydınlanma zihniyeti, Fransız İhtilali ile bütün bir Batı’ yı etkiledi, devamında ise Batı dışı dünya’ ya ulaştı. Bu durumun yaygınlaşmasında Sanayi Devrimi ve Teknoloji Devrimi etkili bir güç oldular. Bu süreçte özellikle Batı’ da büyük kültürel, toplumsal, siyasal alt-üst oluşlar yaşandı; Feodalite’ den Burjuvazi’ ye, Skolastisizim’ den Sekülerizm’e, Krallıktan- Cumhuriyete yaşanan değişim ve dönüşümler, 1. Ve 2. Dünya savaşları gibi…
“İnsanoğlunun dünyadaki yaşam serüvenindeki ilk büyük değişim tarıma yaniyerleşik hayata geçmesiyle başlamıştır. Bunu mümkün kılan hayvanların ehlileştirilmesiydi. Bu ehlileştirme; üretim, taşımacılık ve iletişimde hayvan emeği ile insan emeğini birleştirdi. Bunun beraberinde toplu yaşam alanları oluşmaya başladı.
Tarım devrimini 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme gelen bir dizi sanayi devrimi izledi. Bu süreç kas kuvvetinden mekanik kuvvete geçişi getirdi ve nihayetinde bu gün dördüncü sanayi devrimiyle gelişkin bilişsel gücün insan üretimini artırdığı yere vardı.
İlk sanayi devrimi yaklaşık olarak 1760’ tan 1840 dolaylarına kadar sürdü. Devrim demiryollarının inşası ve buhar makinasının devreye girmesiyle mekanik üretime öncülük etti. 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında ivme kazanan ikinci sanayi devrimi elektriğin ve montaj hattının sağladığı destekle seri üretimi mümkün kıldı. Üçüncü sanayi devrimi 1960’larda başladı. Yarı iletkenlerin, ana bilgisayarların (1960’lar), kişisel bilgisayarların (1970’ler, 1980’ler) ve internetin (1990’lar) katalizörlüğünde geliştiği için genellikle bilgisayar devrimi ya da dijital devrim olarak adlandırıldı.”
Bu gün için ise dördüncü sanayi devriminin başlangıcında olduğumuz iddia ediliyor. “Bu devrim bu yüzyılla başladı ve dijital devrim üzerinde yükseliyor. Onu; çok daha yaygın ve mobil bir internet, ucuzlayan daha küçük ama daha güçlü sensörler ve yapay zekâ ile makine öğrenmesi karakterize edecek. Ne var ki dördüncü sanayi devrimi sadece akıllı ve bağlantılı makine ve sistemlerle ilgili değildir, kapsamı çok daha geniştir. Gen dizilemeden nanoteknolejilere, yenilenebilir enerjilerden kuantum bilgiişleme bir dizi alanda eşzamanlı ileri atılım dalgaları yaşanıyor. Dördüncü sanayi devrimini önceki devrimlerden temelde farklı kılan işte bu teknolojilerin iç içe geçip kaynaşması ve fiziksel, dijital ve biyolojik alanlarda karşılıklı etkileşimidir.” Diğer bütün devrimlerde olduğu gibi bu devrimde, Küreselleşmenin etkisiyle yeryüzü çapında zihniyetlerimizi ve yaşam biçimlerimizi değiştirme iddiasıyla yayılma istidadı gösteriyor.
Dördüncü Sanayi Devrimi’nin zihinsel, sosyal, teknolojik yeni girdileriyle “neredeyse insanlık tarihi kadar eski bir kavram olan savaş, günümüzde bilindik anlamlarından iyice sıyrılmaya başlamış durumda artık. Savaşların gerçek tekelleri olanların devletlerin yerine giderek devlet- benzeri aktörlerin, hatta kısmen özel aktörlerin- yerel savaş lordlarından gerilla gruplarına, dünya çapında faaliyet gösteren paralı askerlik şirketlerinden uluslararası terör ağlarına kadar- geçmesiyle, bir ekonomik faaliyet alanı haline de gelen savaşların yapısı değişime uğruyor.”
Yenidünya’ da kara, deniz, havada yapılan savaşlara siber ve finansal savaşları da eklemek gerekiyor.
19. yüzyıl denince aklımıza Modernlik/ Modernite/ Modernizm gelir. Bu yüzyıl, Seküler felsefenin rehberliğinde gelişen Modern bir çağdır. Bu çağda kültürel, siyasal, ekonomik, uluslararası düzen modern akıl üzerinden inşa edilmeye çalışılmıştır. Siyasi düzenin temsilcisi ise Modern Ulus Devlet’ tir. Ulus- devlete kadar Batı toplumu, feodal dönemde feodal beyin kontrolünde toprağa bağlı küçük yerleşim yerlerinde, ticaretin gelişmesi ve sermayenin artmasıyla kentlerde/ kent devletlerinde yaşadıktan sonra, Sermaye’nin temerküzü ve uluslaşmanın tamamlanmasıyla ulus devletlerde yaşamaya başladı. Yeni sınıf sermayenin, siyasi- toplumsal organizasyonu olarak ulus- devletler sahneye çıktılar. 19. Yüzyıldan sonra şiddetin/ savaşın kullanımı territoriyal sınırlar içerisinde modern ulus- devletin tekeline geçmiş oldu.
Savaşın ulus devletin tekeline geçmeden önceki savaş tipini anlamamız açısından Otuz Yıl Savaşları’nı hatırlamakta fayda olabilir. Malum, Otuz Yıl Savaşları 1618 ile 1648 yılları arasında Orta Avrupa’da yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. “Bu savaşların karakteristik özelliği kişisel servet ve iktidar elde etme hırsı, komşu ülkelerin politikacılarının yayılma arzusu, belirli değerlerin kurtarılması ve savunulması amacını taşıyan müdahaleler ve devlet içinde iktidar, nüfuz ve hâkimiyet mücadelesinden oluşan bir karışımdı, ayrıca din ve mezhep bağları da önemli rol oynuyordu.” Bu yıkıcı savaşlar, Westfalya Barışı (1648) ile sonlandırıldı. Bu anlaşma ile;
1.Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibi,
2.Devletlerarası (yasal) eşitlik prensibi,
3.Bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi kabul edildi. Böylece Modern devlet dönemi de başlamış oluyordu.
“Avrupa’ da Otuz Yıl Savaşları’nın sona ermesinden itibaren oluşan sistem, simetriye dayalı son derece sağlam bir sistem olarak kabul edilir. Gerçi bu sistemde hala savaşlar oluyor, sınırlar değişiyordu ama sistemi tehlikeye atacak savaş biçimleri engellenebiliyor ya da en azından periferi bölgelerle sınırlandırılarak merkezden uzak tutulabiliyordu. Bu siyasi sistemin temelinde yatan simetri ilkesi kendini üç düzlemde gösteriyordu ve bunlardan birinde asimetriler görüldüğü takdirde diğerlerinde bu hemen kontrol altına alınıp ortadan kaldırılabiliyor ya da daha gelişmeden kökü kazınabiliyordu. Bu düzlemler, askeri strateji, siyasi rasyonellik ve devletler hukukunda meşruluk düzlemleriydi. Asimetrik savaşa başvuran eşitlik ödülünü tehlikeye atıyordu ve bu öyle büyük bir kayıptık ki, devletler eşitlikten olmaktansa savaştan yenik çıkıp bölge kaybetmeyi tercih ediyordu.
Bu durum Doğu- Batı çatışmasının sonuna değin siyasi aktörlerin rasyonelliğini belirledi ve garanti altına aldı. Elbette tüm bunlar simetrinin korunmasına ve zaman zaman görülen kısmi asimetrilere sistematik asimetrikleştirme stratejisiyle karşılık vermekten imtina edilmesine bağlıydı. Avrupa politikası asırlarca bu prensibe göre işlemeye çalıştı.” Bu süre zarfında şiddeti tekeline alan ulus-devletler insanlığa iki dünya savaşı, sayısız bölgesel, yerel savaşlar yaşattılar.
“Askeri strateji, siyasi rasyonellik ve devletler hukukunda meşruluğa dayalı bu sistemin daha Birinci Dünya Savaşı’nda mı, İkinci Dünya Savaşı sürecinde mi, yoksa Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ABD’nin tek hakim güç konumuna yükselmesiyle mi ortadan kalktığı tartışılıyor”, siyaset stratejistleri arasında. Sovyetlerin dağılmasıyla Soğuk Savaş Dönemi son buluyor, çift kutuplu dünya tezi de yürürlükten kaldırılıyor, Amerika’nın ve onun temsilciliğini yaptığı Liberal Kapitalist ideolojinin zaferi ilan ediliyordu. Devletlerarası savaşın örnekleri olan Sovyetler Birliği- Afganistan, İran-Irak Savaşları’nın da sonuna geliniyordu. Yeni bir dünya kurulurken yeni savaşlar da tasarlanıyordu.
Ateşli silahların kullanılmaya başlamasından bu tarafa silah sanayisinde baş döndürücü gelişmeler hızla devam ediyor. “Yeni silah sistemlerinin maliyetindeki artışlar ve gereken kaynakların nasıl sağlanacağı konusundaki siyasi tartışmalar, savaşın ya da savunmanın teknolojik gelişmelere paralel olarak giderek pahalandığı ve tam teşekkülü bir ordunun masraflarını artık sadece bir avuç zengin devletin karşılayabildiği izleniminin doğmasına neden olmuştur. Bu gün hiçbir devlet İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi büyük zırhlı birlikler, hava filoları ve deniz kuvvetleri kuracak durumda değildir. Tamamen elektronik askeri ağır teçhizat buna elvermeyecek kadar pahalanmıştır.
Son yirmi yılda dikkatimizi kısa ya da uzun süre celbeden hemen hemen bütün savaşlar, geçen yüzyılın başına dek dünyaya egemen olmuş ve dünyayı kendi aralarında bölüşmüş olan eski imparatorluların kenar bölgelerinde ya da kırılma noktalarında ortaya çıktı: Nitekim Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bağlantılı Balkan savaşlarının en yoğun olduğu ve uzun sürdüğü yerler, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. Yüzyılın başına değin karşı karşıya geldiği nüfuz alanlarının büyüklü küçüklü bir dizi savaşla tekrar tekrar el değiştirdiği yerlerdi. Eski Sovyetler Birliği’nin güneyinde- Kafkasya’ da ve sınır bölgelerinde- patlak veren silahlı çatışmalar ve savaşlar için de bir durum geçerlidir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun nihai çöküşü sadece Balkanlarda ve Kafkasya’ da değil, Ortadoğu’da da çok sayıda çatışma ve savaş bölgesi yarattı, bunların ne zamandan beri en önemlisi ve en tehlikelisi İsrail- Filistin çatışmasıdır.”
Benzer bir durum Afganistan ve Pakistan ve Hint bölgesi için de geçerlidir. “Sonuçta, Güneydoğu Asya’ da ve Kara Afrika’daki- Endonezya’ dan Somali’ ye, Gine’ den Sierra Leone’ değin- tüm savaşlar, İkinci Dünya Savaşı sonrasına dek Avrupalı sömürge güçlerinin egemenliği altında olan bölgelerde patlak verdi. Dolayısıyla, 20. Yüzyılın sonu ile 21. Yüzyılın başındaki savaşların coğrafi dağılımına ve yoğunluğuna bakıldığında, istikrarlı devletlerin kurulduğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika gibi yerlerde kalıcı bir barışın hüküm sürdüğü fakat özellikle de büyük imparatorluların tasfiye edildiği bölgelerde savaşın endemik hale getirildiği- dış ve bunlarla irtibatlı iç güçler- görülmektedir.” İmparatorluk bakiyesi bu bölgelerde 20. Yüzyılın ve 21. Yüzyılın hakim güçlerince kadim sosyolojiye ve geleneksel/ tarihi kurumlara yapılan müdahale toplumların omurgalarını ve iradelerini alt- üst etmiştir. Elan yaşanan bu siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel sıkıntılar ve çatışmalar da, geçmişte yaşananlara modern girdilerin eklenmesi sonucudur.
Amerika’ da yaşanan 11 Eylül (2001) saldırıları yeni dönemde dünyanın yaşayacağı yeni savaşların habercisi gibiydi. Bunu bahane eden Amerika ve müttefikleri, teröristlere yataklık ettiği gerekçesiyle Afganistan’ a, kitle imha silahlarına sahip olduğunu iddia ettiği Irak’ a yeni dönemin habercisi silahlar ve savaş yöntemleriyle saldırdı. Bu savaşlar da, daha öncesinde Irak’ın Kuveyt’ i işgal etmesiyle yaşanan Körfez Savaş’ında(1990-1991), yeni silahlar ve bu silahların eşlik ettiği savaş biçimi medya eşliğinde 7/24 saat dünya ya seyrettirildi. 11 Eylül saldırıları, teknolojinin imkânlarıyla küresel çapta saldırıların nasıl yapılacağının ilk provalarıydı. Bu saldırıyla Soğuk Savaş’ın bitimiyle yeni bir dünya, savaş, terör, terörist tanımı yapılıyor, ülkeler ve devletlerin bu tanımlara ve konseptlere göre pozisyon almaları isteniyordu. Rakipsiz kalan “Liberal- Kapitalist Dünya”, anavatanı Kıta Avrupa’ sı ve Amerika’yı güvenceye alarak dünyayı kapitalist fethe çıkıyordu high (sert) ve soft (yumuşak) güçlerini kullanarak. Sert gücünü Afganistan ve Irak’ ta kullanırken yumuşak gücünü Turuncu devrim adı altında tedavüle koydu. Arap Baharı süreçlerinde ise Arap halklarını Kapitalizme açmak için sosyal medya üzerinden yeni bir isyan yöntemi denedi. Saddam’ ı devirmek için Neocon ekip tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı’nda yaşananlar, edinilen tecrübeler, Obama döneminde yeni bir savaş biçimine yönlendirdi, Batı siyasi ve savaş güçlerini: Vekâleten ve Vesayeten savaş. Vekâleten ve vesayeten savaşı devam ettirmek için ihdas edilen etnik, mezhebi örgütler, devleti çözmek ve kadim değerleri ve toplumu tahrip etmek için kullanılıyorlar. Küresel Batılı akıl, gelinen süreçte klasik savaşları, insanları ve sermayeleri açısından sakıncalı ve verimsiz buluyordu. Ulus- devletlerin kontrolündeki düzenli ordularla yapılan savaş geri çekiliyor, terör, terör örgütleri, terörist üzerinden bir savaş konsepti geliştiriliyordu. Bundan sonra ‘az risk çok kazanç’ formülüyle hareket edeceklerdi. Savaşlara istihbari ve teknolojik olarak müdahale edecekler, maliyeti ve zayiatı savaşanlara fatura edeceklerdi. Savaşı alabildiğince kendilerinden uzak tutacak, savaş yerlerinde acımasız her türlü yöntemi deneyeceklerdi. İşte bütün bu düşüncelerini Afganistan, Irak, Mısır, Suriye, Libya, Yemen ve devamında Türkiye üzerinden denemeye başladılar.
Neo-Liberal Kapitalist Sistem, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte 19. Yüzyılda var olan ulus devletleri güçsüzleştirmeye ve dönüştürmeye karar verdi. Varlık bulduğu Batı merkezli coğrafyada kendiyle uyumlu devletleri korurken, Batı dışı dünyadaki devletleri çeşitli imkânları; sivilleşme, demokratikleşme, insan hakları enstrümanlarını kullanarak İslam coğrafyalarında, Afrika’ da, Asya’ da ki devletleri çözmeye gayret etti. Halen de çözmeye devam ediyor. Bu coğrafyalardaki geleneksel kurumları çözen, tasfiye eden ve bunların yerine bu günkü çözmeye çalıştığı yapıları ihdas eden de kendileriydi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Kapitalizm’ in ve dünyanın geldiği yeni aşama bahane edilerek, yeni amaçları için yeni stratejiler ve yeni savaşlar deniyorlar, Müslüman ümmet üzerinde. Türkiye’ de yaşanan son gelişmeler üzerinden takip edecek olursak; Küresel Kapitalist Sistem’e entegre oldukça siber ve finansal saldırılara da açık hale geliyorsunuz. Her Sistem dışına çıkma niyetiniz ve hamleniz, Küresel bir karşı hamleyle etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.
İslam coğrafyasında, özellikle Ortadoğu’ da devlet denebilecek iki ülke kalmış görünüyor: Türkiye ve İran. Bunların da Irak, Suriye örneğinde olduğu gibi etnik, mezhebi, sosyal, kültürel fay hatlarını harekete geçirmek için dışarıdan- içeriden elden gelen her şey yapılmaktadır. İslam toplumları bugün, 30 yıl savaşları yaşayan Batı toplumunu, Abbasilerin son zamanlarını, Haçlı ve Moğol saldırılarına maruz kalmış Anadolu’yu çağrıştırıyor. Devletler oyununun bir parçası olarak tahmil edilen yeni savaşın sonucunda, İslam coğrafyası ve Müslüman anasır, kendi elleriyle, kendi imkânları kullanılarak maddi ve manevi olarak tasfiyeye tabi tutuluyor. Bütün bu acı olaylar yaşanırken, Küffara ve küfür coğrafyasına hiçbir şey olmuyor, ölende, öldürende biz oluyoruz.
Dayatılan bu dünya ve savaşlarla; fıtrat, vicdan, ahlak, merhamet, adalet, hukuk/ şeriat, hududullah, insani beklentiler ve İslami amaçlar üzerinden yüzleşmek ve hesaplaşmak zorundayız. Tasarlanan ve bize dayatılan bu dünyanın anlamı ne ve bize tahmil edilen bu savaşın bu durumla ne tür bir irtibatı var? Tarihe neden biz maruz kalıyoruz? Neden kâfirler özne biz nesneyiz? Neden onlar oyun kuruyor ve biz, bu oyunun figüranı olmak için bu kadar can atıyoruz? Nerelerde hata yapıyoruz? Hangi akla uyarak kâfirlerin, zalimlerin, münafıkların amaçlarına hizmet edecek şekilde beşeri, maddi, manevi imkân ve birikimlerimizi kendi ellerimizle tahrip ediyoruz? Gibi yakıcı sorular üzerinde düşünmek, derde deva cevaplar bulmak, cevapları hayata geçirmek için sorumluluklar almak zorundayız.
Hayat boşluk kabul etmiyor, kader hükmünü icra ediyor; ya tarih yazarsınız ya da tarihe maruz kalırsınız.
KAYNAKÇA:
Dördüncü Sanayi Devrimi, Klaus Schwab, Optimist Yayınları
Yeni Savaşlar, Herfried Münkler, İletişim Yayınları
İslam ve Modern Cihad, Loretta Napoleonı, Altın Bilek Yayınları