Tarih insanlığın mücadelesiyle dolu bir alan olma özelliğini hiç yitirmemiştir. Tarihi oluşturan ögeler nelerdir? Tarihi galipler mi yazar yoksa galipler tarihi organize mi ederler? Tarihi yazmakla organize etmek arasında çok fark vardır. Tarihi yazanlar olayların bitiminden sonra galip gelmişlerse ona göre bir dil ile yazarlar mağlupların yazdığı tarihe pek rastlanmaz. Lakin tarihi organize edenler ise tarihin nasıl seyir izleyeceğini önceden planlayanlardır. Yani henüz tarih başlamadan galip oldukları bilinen kimselerdir. Çünkü sünnetullahın olması gereken işleyişini kim takip ederse o galip olacak kim de aksini yaparsa o mağlup olacaktır.
Tarihe hükmedebilmek yahut tarihi en baştan organize edebilmek için ne yapmalıdır ve nasıl yapmalıdır? Bu iki soru da önemlidir hem ne yapmamız gerektiğini keşfetmemiz gerekiyor hem de yapacağımız şeyi nasıl yapmamız gerektiğini keşfetmemiz gerekiyor. Tabii ki bu soruları sorma aşamasına gelebilmek için de ciddi zihinsel bir çaba gerekiyor. O zaman önce bu zihni aşamayı anlayabilmemiz ve gerekli gayreti ortaya koyabilmemiz gerekiyor.
Tarih sahnesinde Müslümanlar aktif bir halde var oldukları zaman sürekli kendilerini yenileyen ve geleceği kuşatan bir açık zihinlilikle yaşarlardı. Gündemi onlar belirler, ilmi tartışmaların en iyisi onlar tarafından yapılır ve dünya siyaseti onların ifade ve üsluplarıyla şekil alırdı. Giderek heyecanını kaybeden, konformist yaşamın içinde kaybolan ve mütekebbir bir duruş sergilediği andan itibaren tarih sahnesinden de çekilmeye başlamışlardır. Tarih sahnesinden çekildikten sonra da geçmişin övüncüyle yaşayan yeniye dair söyleyecek hiçbir sözü olmayan kimseler oluverdiler. Gelişen bu durum iki şeyi kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi: 1-Geçmişin içine hapsolan taassuplu bir duruş. 2-Galibin dilini kuşanan modern bir duruş. Aslına bakılırsa bu durum yalnızca müslümanlara özgü bir durum da değil. Mesela aydınlanma dönemi Avrupa’sında da durum böyleydi. Ama orada tarih sahnesinde aktif oldukları için müslümanlardan farklı olarak üçüncü bir yol arayışları hep olmuştur. Sermaye hareketinin yükselişiyle birlikte protestanlık da güç kazanınca Avrupalı insanlar Katolik inancı ile Protestan inancı arasında kalmışlardır. Kimi geçmişe bağlı olarak yaşamayı, kimi Protestan olarak kalmayı kimi ise ikisinin ortasında yeni bir yol bulmayı tercih etmişlerdir.
Müslümanlar bugün tarih sahnesine geri dönmek istiyorlarsa geçmişleriyle ve bugünüyle hesaplaşıp yeni üçüncü bir yol bulmalıdır. Bu yol dilin yeniden inşasını gerektirmektedir. Geçmişle hesaplaşmak geçmişe sövmek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine geçmişi bir tecrübe sahası olarak görerek en doğruyu inşa edebilecek bir araç kılınmalıdır. Modernizmin en temel biçimlerinden biri kuramsal olmasıdır. Hep yeni kuramlar inşa eder. Ama inşa edilen bu kuramlar şu dört temel ilkeden asla vazgeçmeden yapılır: 1-Özgürlük 2-Güç 3-Karşılıklı çıkar ilişkisi 4-Akıl. Müslümanların inşa ettiği hayat biçimi ise bana göre bir ama genel kabule göre iki temelden oluşur. 1-Tevhid 2-Adalet. Bana göre yalnızca tevhidden oluşur çünkü tevhid koşulsuz olarak içinde adaleti barındırır. Eğer tevhid ilkesi korunmuyorsa orada hiç bir surette bütünüyle tek başına adaletten söz etme imkanı yoktur. Öyleyse tarih sahnesinde aktif olmak istiyorsak öncelikle yeni inşa edilecek dilin yaslanacağı değişmez temel kuramı belirlemekle işe başlamak zorundayız. Bu da kuşkusuz tevhidi akide ilkesidir.
Avrupa, ele geçirdiği kolonilerinden vazgeçmemek adına, yağmacılıkla gelen zenginliğinden vazgeçmemek adına inançlarına yeni bir form kazandırmıştır. Önce pozitivizm peşine düşerek ateist bir bakış açısı kazanmışken sonrasında bu maya tutmayınca Emile Durkheim görüşü devreye girmiştir. Dinin toplumu birbirine bağlayan bir maya olduğu gerçeği hatırlanmış ve Allah bir yaratıcı olarak var ama dünyaya karışmamalı görüşü giderek ivme kazanmıştır. Yani toplum bir yandan Allah’a inanarak dindar olacak diğer yandan Allah’ı kamusal alana müdahale ettirmeyerek modern olacaktı. Bu düşünce tarihi inşa ediciler tarafından topluma kabul ettirildi. Peki bu düşünce müslümanlara ne kadar sirayet etti. Düşünce serüveni içinde aktif özne olamayanlar galibin diline yaslanmayı çıkar yol olarak gördüler. Ne geçmişleriyle yüzleşecek kadar cesurdular ne de yeni bir dil inşa edebilecek kadar cesur. Yalnızca galibin diline yaslanarak höyküren taklidci bir samiri olmayı yeğlediler. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Yeni bir dil inşası için kolları sıvamamız gerekmektedir. İnşa edilecek bu dil tevhid ekseninden asla sapmamalıdır. Aksi takdirde dil bütün özgünlüğünü yitirir.
Kur’an indiği ilk toplumda dilin yeniden inşasına önem vermiştir. Hatta Allah Adem’i halife tayin etmeden hemen öncesinde ona eşyaların ismini öğretmiştir. Ve yine Adem hata ettiğinde de Allah’tan aldığı bir takım kelimelerle tövbe etmiştir. Kısacası Allah her gönderdiği vahiyde hem resulleri hem de resullerin muhatap oldukları toplumu yeni bir dil ile inşa etmiştir. Kendi kavramlarımıza dönmek ve kavramları hayatın içinde aktif hale getirme zorunluluğumuz vardır. Çünkü dil canlı bir varlıktır ve toplumun içinde hayat bulur. Ona hayat veren şey yaşanmışlıktır. Dikkat edin geçmişte kullanılan ama bugün kullanılmayan kelimelere. Her biri hayattan çekilmiştir. Örneğin “Ibrık” kelimesi… Köylüler bilir. Henüz suların şebeke ile evlere çekilmediği zamanlarda köy meydanındaki çeşmeden ıbrık doldurulur onunla abdest alınır, el yüz yıkanırdı. Şimdi ise evlere su çekildi herkes lavaboda abdestini alıp elini yüzünü yıkıyor. Değişen hayat şartları ile birlikte “Ibrık” da artık ölü bir kelime haline geliyor. Kendi kavramlarımızı canlı, dipdiri tutabilmek için onlara ruh katmamız gerekiyor. Kendi kuramsal alanlarımıza çekilmemiz gerekiyor.
Yeni bir dil inşası demek aslında çok yönlü bir okuma demektir. Tarihi iyi okumak, bugünü iyi okumak ve kendi inandığın değeri iyi okumak demektir. Bugün okunan şey ise müslümanlar açısından “Deizm”dir. Bu yanış bir okumadır. Küresel şirketlerin kullandığı dili kullanmak, iktidara yaltaklanmak kendi diline ihanet etmektir. Allah, hayatın her alanına boşluk bırakmaksızın hükmetmek istemektedir. Bu hükmetme işini inanan kulların eliyle yapmak istemektedir. Hükmetme yönteminin de bizzat onun bize öğrettiği dil ile olmasını mecbur kılmaktadır. Siyaset biliminin en temel ilkelerinden biri dost ve düşman ayrımını yapmaktır. Allah, insanları çeşitli isimlerle isimlendirmekte ve her bir ismin özelliklerini de belirtmektedir. Böylece kim hangi sınıfta olduğunu net olarak görsün diye. Kafir, zalim, fasık, mücrim, müslim, mümin vs. Bu kavramlar toplumsal yaşamda hayat bulmadıkça “Ibrık” gibi ölü bir kavram olarak özgül ağırlığını kaybedecektir. Ümmet neye denir, şehit kimdir, ulul emrin bizden olmasının şartları nedir, adalet nedir, gıst nedir, zulüm nedir? gibi sorular ve bu soruların vahye mutabık bir şekilde hayat buluşu yeni bir dilin dolayısıyla yeni bir toplumun inşasını güçlendirecektir.
Yeni bir dile ihtiyacımız olduğu kesin. Çünkü dünyayı kuşatacak sözlerimiz yok. Allah bize tüm insanlığı kuşatan bir adalet ve tüm dünya halkları ile birlikte eko sistemi de içine alan fıtrata uygun bir yaşam isterken bizler kendi evinin bile dışına çıkamayan bencil isteklere sahip bir dile meftunuz. Sahip olma mantığı içinde ulusçu bir dile saplanmış ve aidiyetliğini mümin olmaktan değil vatandaş olmaktan alan ve bununla mesut olan bir kafa yapısına sahibiz. Kötünün iyisine razı olmuş ve en iyinin inşası içinde kılını kıpırdatmayan tutsak bir zihne sahibiz. Çocuklarımız gözlerimizin önünde kayıp gidiyor onları kuşatan şey modern dünyanın cazibesi. Onları mümin bir davaya inandıracak bir dilimiz olmadığı için yaşanmışlığımız da yok. Zulüm altında inleyen herkes için sığınılacak liman İslamî düşünce olmalıdır. Ne var ki bugün islamcıların kullandıkları dil genel olarak iktidara yaltaklanan ve ondan medet uman, İslamî mücadeleyi de iktidara havale etmiş ve zalimlerle aynı safta olmaktan memnun olan bir dildir. Elini, dilini gayri İslamî iktidarların, sermaye sahiplerinin, küresel şirketlerin yandaşlığı ile kirletenlerin tarih sahnesinde piyon olmaktan başka rolleri olamaz. Dolayısıyla böyle kimselerden yeni bir dil inşası da beklenemez. Beklense beklense sahiplerinin çıkarları adına yeni bir dil inşası için mücadele edenleri yaftalamak, kategorize etmek ve alaya almak olur.
Topluma yaşadığı zulmü tarif edecek ve ona ezildiğini hatırlatacak ve Allah’ın arzu ettiği toplumun nasıl olduğunu bilfiil yaşayarak gösterecek güçlü bir duruşa sahip ilmi arka planı dopdolu bir kimliğe bürünmeliyiz. Zulüm kimden gelirse gelsin karşısında duracak ve aleyhine dahi olsa hakkaniyetten sapmayacak bir dile ihtiyacımız var. Ancak o vakit elimiz zalimin kirliliğine bulaşmamış olur. Kendi tarihini yeniden inşa edecek cesareti ancak kendi dilimize yaslanarak yapabiliriz. Meşhur bir sözle yazımızı noktalayalım: Düşüncelerine dikkat et; kelimelere dönüşür… Kelimelerine dikkat et; eylemlere dönüşür… Eylemlerine dikkat et; alışkanlığa dönüşür… Alışkanlıklarına dikkat et; karaktere dönüşür… Karakterine dikkat et; kaderine dönüşür; sen sakın bozma kendini, gün olur, devran döner, bozulan bozana dönüşür…