Allah, insanı yaratıp ona eşyanın isimlerini öğrettiğinden bu yana insanları genel olarak iki kısma ayırmıştır; iman edenler ve inkar edenler. Her ne kadar bu iki sınıfta kendi içinde farklı şubelere ayrılsa da insanlık Allah katında iki farklı kategoridir; iman edenler ve inkar edenler… modern devletlerin kurulma aşamasına kadar geçen süre içerisinde de tarihe baktığımızda bu iki kategorinin işlediğine şahit oluruz. İster İslam isterse başka dinler olsun toplumun temeli hep bu inanç esası üzerinden kurulmuştur. Ne zaman ki modern devlet yapıları belirmeye başladı işte o vakit insanlar aidiyetlerini inanç üzerinden almayı bırakıp vatandaş kimliği üzerinden almaya başladı. Doğal olarak vatandaş olmak yalnızca kendi ülkesine ait sınırlar içinde düşünmek ve o sınırların içindeki seküler yasalardan bir yaşam formu inşa etmeyi zorunlu hale getirmiştir.
İnanç perspektifinde dünyaya bakanlar milliyet farkı gözetmeksizin aynı inancı paylaştığı sürece karşısındakini kardeşi olarak görür. Hayatın merkezinde Allah olduğu için kardeşlik hukuku içerisinde de doğal olarak Allah’ın razı olacağı davranışlar olur. Modern devlet yapılanmalarında ortaya çıkan vatandaşlık da ise ulusal kimlik ön plandadır. Doğal olarak milliyetçilik daha baskın ve en üstün toplum biziz anlayışı daha geçerlilik kazanmış durumdadır. İnanç bağlamında üstünlük “takva”ya atfedilmişken ulusçu kimliklerde üstünlük toprağa bağımlı bir sınırdan güç alan devletin vatandaşı olmaya atfedilmiştir. İçinde yaşayan halkın büyük bir kesiminin kendisini müslüman olarak tanımladığı bir ülkede nasıl oluyor da insanlar milliyetçi bir duyguya kapılarak hareket edebiliyor? Dahası kendisini “tevhidi” eksende gören nice kimseler de bu ulusçu anlayışa kendini kaptırmış olabiliyor. Modern devletler savaştan, açlıktan, tecavüzden, soygundan kaçıp kendisine sığınan mültecileri kendine yük saymaktadır. Oysa bir inancın gereği olarak onları bu felaketten sakındırabilmek ve onlara sığınılacak güvenli bir liman olabilmek gerekmektedir. Elbette felaketten kaçıp kurtulmak isteyen insanların içinde kötü niyetli kimseler olacaktır. Bu her topluma münhasır olan bir şeydir. Bir takım kötüler için tüm toplumu ateşe atmak elbette müslümanca bir inanışa uygun düşmez. Ensar ve Muhacir kavramını Kur’an’dan öğrenmiş bir topluluk olarak muhacir olana ensar olmak zorunluluğumuz vardır. Ulusçu kimlikler yeni dünyayı tasarlayanların tedavüle soktuğu ve insanları kavimleri üzerinden çatıştırarak sonrasında da böl, parçala, yönet taktiği ile işini gördüğü bir senaryodan başkası değildir.
Kendisini “tevhidi” eksende müslüman olarak görenler bir an önce kendilerini ulusalcı anlayış hastalığından arındırmalıdırlar. Türkiyecilik yahut Fransacılık veyahut İrancılık gibi hiçbir temele dayanmayan milliyetçi bakış açılarını İslami bir bakış açısıyla revize etmelidirler. “Muhakkak ki iman edenler kardeştir…” ayeti gereği varolan tüm ilişki biçimlerimizi yeniden islam üzere kurmak zorundayız. Düşünce eksenlerimizi Kur’an inşa etmediği sürece her gün seküler aklın çekim alanına gireriz. Seküler akıl kamusal alan diye tarif ettiği her yere tanrıdan arındırılmış bir yaşam biçimi mecbur ederken diğer yandan özel alana da müdahale ederek her türlü kötülüğün ve fuhşiyatın önünün açıldığı başka bir ifsad biçimi inşa etmektedir. Ulusalcılık anlayışına kapılanlar ülkeyi korumak ve ülkenin bekası adına Allah’a karşı açılmış bu savaşları görmezden gelebilmektedirler. Oysa bizim sorumluluğumuz bir ülkeyi muhafaza etmek ya da bir vatanın bekasını sağlamaya dönük değildir. Birincil sorumluluğumuz Allah’ın vahyine kulak vererek onu yüceltecek her türlü davranışı bir ıslah sayarak desteklemek; onun karşısında Allah’ın razı olmayacağı ve ifsad edici olarak tarif ettiği her türlü düşünce ve eyleme karşı da reddedici bir tavır takınmaktır. Bu tavır kime hangi ülke yasalarına karşı olursa olsun değişmemelidir.
İslam, bugünün moda tabiriyle “evrensel” olan bir dili ve yaşam biçimini destekler. Bir ülkeyle sınırlandırılabilecek kadar dar bir perspektife ait değildir. İslam’ın milliyetçi anlayışlar içerisinde daraltılması hatta İslam’ın milliyetçiliği destekleyen bir tez olarak kullanılması kabul edilebilir bir şey değildir. Her yönetim İslam’ı bitmeyen bir sermaye gibi kendi emelleri için kullanmaktan çekinmemiş ve hala da kullanmaya devam etmektedirler. Eğer bu ülkenin kendini İslam’a nispet eden aydınları kendilerinin makamla, parayla yahut başka bir şeyle satın alınabilecek bir paçavra olmadıklarını ıspatlarlar ise o vakit İslam bu topraklarda daha da güçlenerek her türlü seküler aklın üstünde galip gelebilecektir. İşte o vakit bu ülkenin insanları kendi aidiyetlerini tekrardan İslam dininde arayarak ulusçu anlayışlarını terkedeceklerdir. “Ya sev ya terket”, “Türkiye Türklerindir” gibi klişe anlayışlar Allah’ın yaratıp düzene koyduğu ve rızıklandırdığı bir evrende Allah’ın arzında hiç bir temele dayanmadığı gibi komik durmaktadır. Arz kiminse yani ev sahibi kimse onun kurallarının egemen olduğu bir pozisyonda olmak zorundayız. Aksi durumda işgalci ve gaspçı oluruz. Eğer yaşadığımız topraklarda Allah’ın değil de hevaların hükmü geçiyorsa o vakit o topraklar henüz müslümanların olmamıştır ve hüküm de henüz Allah’a ait değildir. İşte böylesi yerler dinin Allah’a ait oluncaya kadar cehd edileceği topraklardır ve bunun bir sınırı da olmayacaktır. Öyleyse müslümanlar bakış açılarını daha geniş tutmalıdır. Türkiye’nin küresel ölçekte gelişmiş, kapitalist bir ülke olmasından daha önemli olan şey İslam’ın egemen olduğu adil ve esenlik içinde yaşanabilir bir yer olmasıdır. Kendini İslam’a nispet edenler bu ikinci şık için çalışma yapmalıdırlar.
Venhar