Ölümlerin artık yalnızca istatiksel bir veri olduğu zamanları yaşıyoruz. Her gün tv’lerin karşısında acaba bugün kaç insan daha ölecek ve toplam rakam kaça ulaşacak diye beklenilmekte. Sanki bir yarışın içindeyiz de en az fire ile bu yarışı nasıl atlatacağız derdine düşmüşüz gibi. Ölüm kaygısını üzerinden atmış insanların sevinçleri de görülmeye değer. Hayatlarını onlara bağışlayan Allah değil de sanki doktorlar gibi. Alkış, tufan, kıyamet… Bu toplumun köklerine inildiğinde İslam’ın bütün hayatlarına sirayet ettiğini görebilirdiniz. Oysa yeni bir nesil inşa edildi ki bu nesil İslam ile olan bağlarını tamamen bir kenara bıraktı. Artık daha seküler bir yaşamın peşinden sürüklenmektedirler. Bu neslin sorumlusu ise elbette ki önceki nesildir. Yani bu neslin terbiyecileri. Postmodern yaşamın güç olarak zihinlere nakşettiği para, makam ve görünür olma duygusu bizzat kabul edilerek desteklendi. Yeni nesle ahiretini imar edecek bilgelik, erdem ve salih amel yerine dünyasını imar edecek prestij kaynakları işaret edildi ve o işaret edilen şeyin peşinden ölümüne koşmak öğretildi. Sonuç ortada… Bu nesil artık Allah’ı işine geldiği kadar önemsiyor. Yani eğer ona bu dünyada bir itibar, prestij ve görünürlük katacaksa o oranda hayatına müdahil kılıyor.
Nietzche Tanrı’yı öldüreli hayli zaman olmuştu lakin bizler yeni öldürmeye başladık Tanrıyı. Bir hastalık karşısında artık umudumuz, el açtığımız, şifa dilendiğimiz, sebep gönder diye ilk müracatımız Allah olmaktan çıktı. Yetmedi hastalığımıza şifa bulduğumuzda Allah’a hamdetmek yerine alkışlarla doktorlara hamdetmeye başladık. Tıp sektörü adeta şifa tanrısı olarak zihnimize kodlandı. Kendimizi bir anda antik Yunan’da zannettik. Şifa tanrımız, kötülük tanrımız, enformasyon tanrımız, sosyal medya tanrımız vs. epeyce çoğaldı. Sahi insan ne idi? Onu da unuttuk. İnsan beşer formundan halife formatına terfii ettiğinden bu yana akılla birlikte rabbine bilinçli bir şekilde ibadet eden ve onun kevni ayetleriyle hastalandığında şifa arayabilen, korktuğunda rabbine sığınabilen, sevindiğinde şükreden, varlığında paylaşabilen, yokluğunda sabredendi. İnsan yeryüzünün imarını ve ıslahını Allah’tan öğrendiği kelimelerle inşa edebilen bir varlıktı. Ne var ki insan kendini unutalı çok oldu. Hastalıklar, musibetler insanı Allah’a daha çok yaklaştıran şeyler olması gerekirken daha seküler, daha acımasız ve daha azgın hale getirdi. Doyumsuzca tüketebilen, acımasızca birbirini örseleyen ve birbirine karşı duyarsız ve umarsız bir varlık oluverdi.
Artık yeni bir dünyanın kapıları aralanmış durumda ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Komplo teorileri diye tanımlanan teorilerden bahsetmiyorum. Artık alışkanlıklarımız değişmiş durumda. Evimize davet ettiğimiz misafir kültüründen tutun da, birlikte yapılan faaliyetlere kadar ne varsa artık hepsi seküler tanrıların buyurduğu gibi olacak. Herkes daha bireysel, daha kontrol edilebilir düzeyde ve toplumsallaşmaya olan inancını ve güvenini yitirmiş bir durumda yaşamaya alışacak. Komutlarla yaşamaya ayarlı zamanları kanıksayacak. Allah’a güveni ile birlikte dostlara olan güvenini ve birlikte hareket etmeyi de görmezden gelecek. Şeytanın dosdoğru yolun üzerinde oturup insanlara kendilerini görmediği yerlerden yaklaşarak onları etkisi altına alması durumu böyle bir şey olsa gerek. İşte bu yüzden Allah ihlaslı kulları ayırmaktadır. Çünkü şeytanın hilesi ihlaslı kullara erişmeyecektir. İhlaslı kullar Allah’ın Adem’den bu yana halifelik vasfını korumayı bildiği gibi her durumda Allah’ı hayatın merkezinde tutabilmeyi becerebilenlerdir.
Ferdinand Tönnies, modern toplumun cemaatten cemiyet haline evrildiğini yazmıştı. Artık cemiyetten de Manuel Castel’de ifadesini bulan network toplumuna geçildi. Avrupa bu sürece çoktan evrilmişti ama bizler henüz yabancısı sayılırdık. Artık virüslerin yaşamımıza hediye ettiği ve kimsenin de hiç şikayetçi olmadığı yeni düzen bizlere göz kırpıyor. İnsan, makinelerin efendiliğinden makinelerin esaretine doğru koşar adım yol alıyor. Ne pahasına derseniz hayatı pahasına. Yaşam elbette değerlidir ve onu korumak her insanın sorumluluğudur. Lakin hayatımızı hürriyetimiz karşısında veriyorsak kulu olduğumuz varlığı da gözden geçirmemiz gerekiyor. Çünkü hürriyet yatay bir ilişki biçimidir. Kulların kullarla münasebetini ifade eder. Özgürlük ise dikey bir ilişki biçimidir Allah ile kul münasebetini ifade eder. İnsan özgürlüğü tercih ettiğinde Allah’tan bağımsız bir hayatı tercih ettiği anlamına gelir. Hürriyeti tercih ettiğinde ise Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğini ilan etmiş olur. Bize tanrıcılık oynayanlar özgürlük adı altında bizleri hürriyetten yoksun bırakmaya gayret etmektedirler hem de makinelerin esaretine teslim etmektedirler. Allah sınırsız olandır. Kul ise sınırlı olandır. Sınırsız olan sınırlı olanı kuşatır ama sınırlı olan sınırsızı asla kuşatamaz o yüzden insan özüne dönmeli haddini bilmelidir. Hayatı veren de alacak olan da odur. Öyleyse korkuya teslim olmadan Allah’ın kulu olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir. Aksi takdirde ekranların ve makinelerin kulu olarak hayatımız ellerimizden kaçıp gidecek.
Elinize kolunuza yüreğinize sağlık ; çağımızın dijitalleşme afyonunu güzel izah etmişsiniz . Burada amaç köle insan efendi metra veya yazılım – yapay zeka – bu sistem bize fravunizmi hatırlatıyor . Eğer bizler Hz . Musa gibi bu teknolojiyi amaç değilde araç kullanırsak . O Rahmans kulluğunuzu tam imanı bağda gösterirsek tekrar o şeytanları ve tanrıları yine Nil / her ne bataklıksa oraya hömeriz inşAllah …
imtihandan geçiyoruz irade be seçim bizde ya köle yada hanif Özgür bir kul …
selam ve duş ile …
Tanrıcılık komplesi çok güzel anlatılmış. Şüphesiz insan tuğyanının zirvesini yaşıyor artık… Hayatlarımızı pis olanla değişmeden tamamlayabilmek duası ile… Allah razı olsun.