İnsan hayatını bir fabrikada ince mühendislik hesaplarıyla ve itina ile yerleştirilmiş makineler, çarklar, şeritler, paletler, dişliler, kablolar, motorlar, metal yığınları, elektrik düğmeleri, alarm zilleri misali mekanik bir düzeneğe benzetmek isteyen bir irade var. Nasıl fabrikada her dişlinin, her şeridin belirli bir vakitte kendisi için belirlenmiş hareketi yapması beklenirse, insanların da o şekilde, kimin hangi zaman aralıklarında hangi hareketleri yapacakları, hangi olaylara ne gibi tepkiler verecekleri ya da vermemeleri gerektiğini hesaplanmaktadır. Çünkü azgın bir azınlık hayata ve her şeye hükmetmek istemektedir. Sorulsa, en büyük hayalim bir tanrı olmaktır diyeceklerdir.
George Orwell’ın 1984 romanında belki en ‘masum’ tasarımı yapılmış olan bir ‘cendere’ hayatı planlanmaktadır. Bundan daha kötüsü olabilir, daha ılımlısı olabilir. Dünya nüfusunun sekiz milyardan beş yüz milyona indirilmesi de hedefler arasında bulunabilir. Güneşimize, havaya, suya, toprağa, ağaçlara, canlılara hükmetmek istiyor olabilirler. Peki bütün bunlara karşı ne yapmak gerekir?
Aslında yapılacak şeyler çok fazladır. Yapılacakların ilki ve en önemlisi şudur: Teslim olmamak. Belki bundan da önce, ilk sıraya korkmamayı yerleştirmemiz gerekirdi. Çünkü teslim olmamak, ancak korkuyu yenmekle mümkündür. Bütün insanlığa, bütün hayata pusu kuran, azgınlıkta sınır tanımayan canavarların kadir-i mutlak tanrılar olduğunu sanmak, mücadeleyi baştan kaybetmektir. Her şeyden önce bu, kendi imanımızla çelişir. Hani bizler her şeye kadir olanın Allah olduğuna, Allah’tan başka güç ve kuvvetin bulunmadığına iman ediyor değil miydik? O halde, yukarıda özetin özetinin özeti olarak resmetmeye çalıştığımız tablonun bir gün vuku bulacağına inanırsak, yenilgiyi baştan kabullenmiş oluruz.
Belli bir oranda korku gerekir tabi ki; tıpkı Musa’nın korktuğu kadar. Musa, kardeşi Harun’u da kendisine nebî olarak ortak yapması için rabbine yakarmıştı ya, o kadar işte. Musa yılandan da korkmuş ve dönüp kaçmaya yeltenmişti. Ama Rabbi Allah onu uyarmış, yerinde mıhlanmış gibi kalmasını temin etmişti. Bu kadar korkunun imanımıza zararı değil, hayrı vardır bilakis.
Korkuyu attık ve teslim olmadık. Bundan sonrasını aslında -sıralamasında farklılıklarımız olsa da- herkes tutturur: Batı bilim ve tekniğini kendi ellerimizle, kendi vicdanımız, aklımız ve irademizle kendi başımıza yeni bir tanrı olarak dikmekten vaz geçeceğiz. Asıl/gerçek virüsün batıdan çıkıp, dünyanın tamamını kuşatma altına alan Allah’sız bir hayat anlayışı olduğunu bilecek ve buna iman edeceğiz. Düşüncemizi kendi iklimimize ait özgün kelime ve kavramlarımızla kuracağız. Amellerimiz bu düşünce dünyamıza uygun olacak. Tıpkı fenerimize, kendisi için imal edilmiş cam fanusu geçirdiğimiz gibi. Rabbimiz ve ilahımız Allah’ın bizlere bir lütuf olarak tensip buyurduğu ibadetleri sorgulamaktan vazgeçip, büyük bir huşu ve teslimiyetle kulluğa koyulacağız. Tüketim anlayışımızı baştan sona gözden geçireceğiz. Ceplerimize üç kuruş para girince ne oldum delisi olmayacağız. Parasız olduğumuz günlerde de, cebimizin parayla dolduğu günlerde de Allah’ın hep yanımızda, bizimle birlikte olduğunu; para yerine kredi kartlarımızı uzatırken, bankada kredi sözleşmesini imzalarken, marketlerde çılgınlar gibi alış-veriş sepetlerini yığarken Allah’ın hep yanımızda olduğunu hatırda tutacağız.
Daha başka da var: Siyasi körlüklere maruz kalmamak için gözümüzü iyi besleyeceğiz. Siyasette çocukluk heveslerine kapılıp da, ülkeleri seçimle işbaşına gelen hükümetlerin yönettiği masalına kendimizi inandırmak için gerekçeler arayıp, sonra da İstanbul sözleşmesi gibi kepazeliklere karşı sırf kendi vicdanımızı kandırmak için sahte göz yaşları dökerek, büyük oyunların gönüllü küçük piyonları rolünü oynamayacağız.
Değerli kardeşler! Kanaatimizce en önemlisi şudur: İslam’ın, Kur’an’ın, İslam’ın son Elçisi’nin kıymetini bilmiyoruz. Bu sebeple çok gözyaşı dökmemiz, çok büyük tevbeler etmemiz gerekmektedir. Hani Osmanlı Devleti dağılma/yıkılma sürecine girdiği dönemde batılı ülkelerden uzman ve öğreticiler istemek gibi aciz durumlara düşmüştü ya, biz de zikrettiğimiz bu en büyük nimetlere rağmen, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı şeklindeki posta koymalara pabuç bırakırsak, biz bütün bu kıymeti ölçülemez değerlerimizden vazgeçmişiz demektir. Allah’a yemin olsun ki, Allah’a, Kur’an’a, Muhammed’in Rasulullah olduğuna ve İslam’a iman eden müminlerin üstünlükleri başka hiç kimsede yoktur. Bu iman dünyadaki her şeyden daha büyüktür. Biz bu büyük nimetlere tutunup, kendi normalimizi arayacağız.