Daru’l-İslam beldelerinin yaşadığı zihinsel, ruhsal, toplumsal, siyasal, fiziksel parçalanma genişleyerek, derinleşerek devam ediyor. Bu parçalanmayı ve sonuçlarını Afganistan, Sudan, Irak, Suriye, Yemen, Libya, Mısır, Türkiye örnekleri üzerinden takip edebiliriz. Modern zamanlara kadar anasır-ı İslam Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı Devleti misallerinde şahit olunduğu gibi “büyük bütünler” içerisinde varlığını devam ettirdi. ‘Isırıcı Meliklik’ dönemiyle birlikte “iktidar merkezli” sosyo-politik bir düzen ihdas edilse de Müslüman ümmet, kafir postalları altında ezilmeden kendi Fıkhı içerisinde bir hayat yaşadı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam etti.
Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başlamasıyla birlikte(1699) anasır-ı İslam içinde zor günler başlamış oluyordu. Bu süreç, Batı’dan neşet eden Modernite ve beraberinde gelişen Ulusçuluk akımıyla daha da içinden çıkılmaz hale geldi. Modernite ve Ulusçuluk, Batı için, özellikle Batı’da yükselen yeni sınıf Burjuva için bir imkana dönüşürken, Batı dışı dünya ve özellikle İmparatorluk sistemiyle yönetilen Osmanlı Devleti için musibete dönüştü. Batı feodal yerleşim birimlerinden, şehir devletlerinden, etnisite/ulus denen üst ve büyük toplumsal/siyasal birliklere evrildi. Bu gün de bu süreç, AB projesi üzerinden daha üst birliklere ulaştırılmaya çalışılıyor. İslam’ın başlangıcından bu tarafa Müslüman ümmet farklı kavimleri, dinleri, mezhepleri, sosyal, ekonomik kesimleri bir arada barındırarak var olmuştu. İmparatorluk döneminde de İslam’ın bu amacına uygun bir toplum modeli oluşmuştur. Ulusçuluk, İslam Fıkhı’nın meşruiyet verdiği “farklılık içinde beraberlik” anlayışını ve yaşayışını ifsat etmiştir.
Malum olduğu üzere Modernite, Ulusçuluk, Ulus-devlet Batı düşüncesinden neşet eden zihniyet, kavram ve kurumdur. Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u Fethi(1453), hem İslam dünyası hem de Asya yürüyüşünden bu tarafa üzerine yürüdüğü Batı için de yeni bir dönemin habercisi ve başlangıcı oldu. Batı toplumları ve Batılı siyasal, ekonomik elitler ‘bu duruma nasıl karşılık vermeliyiz’? soruları üzerinden imal-i fikir eylemeye başladılar. Kendi sistem içi mücadelelerini, dışarıdan gelen bu yeni durum tetikledi ve devamında adına Modernite dediğimiz zihinsel-sosyal-ekonomik-politik düzen oluştu. Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi süreçlerinin sonunda ete kemiğe bürünen Modernite; zihniyet, kavram, kurum ve sosyo-politik düzen olarak Batı’yı etkilediği gibi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyayı etkilemeye devam ediyor.
Fransız Devrimi ile birlikte Batı’ya yakın bölgeleri ve giderek bütün dünyayı etkileyen Ulusçuluk akımı, Osmanlı Devleti içinde yaşayan gayr-ı müslim unsurları, özellikle Balkan bölgesini etkiledi. Bu bölgede Ulusçuluk akımından etkilenen gayr-ı müslim unsurlar, Batı’nın da desteğiyle ayaklanarak Osmanlı’dan koptular. Osmanlı zayıfladıkça bu süreç daha da hızlandı. Balkan Savaşları, Ulusçuluk illetinin sebep olduğu savaşlardır. 1. Dünya Savaşı’na gidilen günlerde Osmanlı Devleti’nin geleceği üzerine hesap yapan İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya Müslüman unsurları da Ulusçuluk üzerinden tahrik etmeye başladı. Özellikle petrolü elde etme amaçları için Osmanlının tasfiye edilmesi gerekiyordu. Suud ailesi vb. üzerinden yapılan tahrikleri hatırlayalım. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine işgal edilen yerler, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Müslüman halkın duyguları, maddi ve manevi imkanları, alın teri ve gözyaşları istismar edilerek, devşirilmiş ‘garpzede’ elitlere Ulus-devlet olarak tahsis edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin siyasi olarak tarih sahnesinden çekilmesiyle Daru’l-İslam toprakları üzerinde küçüklü-büyüklü birçok Ulus-devlet peydahlandı. Her ulus-devlet Müslüman ahali için yeni sorunları ve ıstırapları beraberinde getirdi. İslam dünyası hala bu sorunlarla uğraşmaya devam ediyor.
Modernite’nin Teknoloji Devrimi sonucunda Küreselleşmesi ile birlikte Dünya’daki sosyo-politik, ekonomik düzen yeniden kurgulanmaya başlandı. Postmodernizm’in Modernite’yi eleştiriye tabi tutarak dönüştürmesi, Küreselleşen ekonominin yeryüzünde serbestçe dolaşma isteği, bir dönem Sermaye’nin palazlanması, birikmesi, korunması anlamında gerekli olan Ulus-devleti tartışmaya açtı. Küresel Kapitalizm artık Ulus-devleti kendine ayak bağı olarak görmeye başladı. Kapitalizmin merkez ülkelerinde farklı bir mücadele sürerken, Merkez’in dışındaki ülkelerde farklı bir politika takip edilmeye başlandı. Merkez dışındaki ülkeler, Kapitalizme entegre olur, Kapitalizmin yerleşmesi ve yayılması için bölgesel rol alırlarsa ülkelerin istikrarı isteniyor, yok engel olunursa veya rantabl bulunmazsa tasfiye süreciyle tehdit ediliyor, olmazsa yeni haritalar oluşturularak tasfiye ve dizayn süreçleri işleme konuyor.
Bugün yaşananlar, Küresel projenin, çatışmanın İslam dünyasına yansıması/izdüşümüdür. Küresel Kapitalizm kendine meydan okunmasını kabul etmiyor. Anlaşarak veya çatışarak Kapitalist Düzen’in devam ettirileceğinde ısrar ediyor. Küresel Kapitalizm/Sömürgeciler yeryüzünü teslim almak istiyorlar. Küresel Kapitalizm, kendisine meydan okuyacak gücün Daru’l-İslam beldelerinden geleceğini çok iyi biliyor. Çin ve Rusya ancak bölgesel olmak üzere siyasal, ekonomik bir meydan okumaya kalkışabilir. İdeolojik bir meydan okumayı zaten düşün/e/miyorlar.
İslam dünyası başına bir musibet gibi çöken Ulusçuluk’tan ve onun siyasal açılımı olan Ulus-devlet’ten nasıl kurtuluruz veya onu nasıl az zararlı hale getiririz tartışması yaparken, bundan daha büyük bir bela olan “kabilecilik”le karşı karşıya geldi. Sykes-Picot Düzeni’ne göre ihdas edilmiş siyasal yapılar, özellikle Arap Baharı süreciyle birlikte hızla dönüştürülüyor ya da parçalanma sürecine sokuluyorlar. Daru’l-İslam beldeleri kavmî, mezhebî, örgütsel kabilecilikler üzerinden param parça ediliyor. Emperyalist uluslararası güçler ve yerli işbirlikçileri, hâkim olamadıkları ya da sorun çıkarma potansiyeli taşıyan toplumları parçalayarak, parçaladıkları birimleri kendi içinde çatıştırarak düzeni ve bölgenin özellikle yeraltı zenginliklerini ellerinde tutmaya çalışıyorlar. Bizleri ölümle (parçalanmayla) korkutup sıtmaya (mevcut düzene itaate) razı etmek istiyorlar.
Sykes-Picot’la peydahladıkları düzeni yeni şartlara uygun olarak yeniden planlamak istiyorlar. Olay bu kadar açık ve nettir. Açık ve net olmayanlar, Müslümanların önderleri olduklarını iddia edenlerdir.
İslam, Mekke İnkılabı ile, ‘kabile düzeni’ içerisinde yaşayan Arap kabilelerinden bir Ümmet oluşturdu ve onlara Medine-i Münevvere gibi bir siyasi-toplumsal nizam/“Devlet” hediye etti. İslam’ın Müslümanlara, insanlığa hediyesi bu siyasal düzendir. İslam siyasi kurumlardan, devletten İlahi amaçlara, Şeriat’a, Müslümanların maslahatına, adalete uygunluk ister. Bu amaçlara uygun devlet Müslümanların devletidir.
İslam, yeryüzünü insanoğlunun mekânı olarak görür. Daru’l-İslam ise; yeryüzünün bir parçasının Müslümanlar eliyle İslam’la şereflendirilmesidir. Daru’l-İslam yeryüzünden ve insanlıktan kopuk değildir. Müslümanların Medine’si herkese açıktır; fıtrata, İslam’a, Müslümanlara ihanet edilmediği müddetçe.
Müslümanlar, Peygamberleri(s.a.v) onlara nasıl örnek ve şahit olduysa, onlar da insanlara örnek ve şahit olmakla mükelleftirler. Bu amaçtan geriye gidiş yoktur. Bu amaç, Müslümanların ufku ve kırmızı çizgisidir. Mevcut Ulus-devletler, tehdit edildiğimiz ve teklif edilen kabilecilikler, bizi yolumuzdan döndüremez. Kabilecilik inhiraftır, irticadır. Ümmetin şerefli bir üyesi olmayı; kabile marabası, kabile reisi olmakla, Medine’de yaşama hedefini, kantonlarda yaşamakla değiştirmemizi istiyorlar. İslam’la şereflendikten, İslam kardeşliğini tattıktan, Medine’yi tecrübe ettikten, Nebevi dönemden sonra gücümüz oranında Ümmü’l-Kura’dan ilham almaya çalışarak büyük bütünler, medeniyetler kurduktan sonra Ulus-devlete ve kabileciliğe meyletmek, ahmaklıktır, yaşayan ölü olmaktır.
Ümmetin vahdeti, Ümmetin devleti kızıl elmamızdır bizim.