Aradan zaman geçer ve 28 Şubat süreci gelince, mevcut düzen bu defa Emin Hocanın kendisini tutuklayıp içeri atar. Bu defada oğlu, onun izlediği yolu beğenmemektedir. Siyaseti-ne ve ideolojisine karşıdır. Ama neticede onun babasıdır. Tutuklandığını duyunca görev yap-tığı İstanbul’dan kalkıp Ankara’ya gelir, babası ile ilgilenir. Ne var ki bu sefer roller değişiktir. İçeride babası, dışarıda da kendisidir. Devlet ne babaya ve onun ideolojisine, ne de oğluna ve onun izlediği siyasete tahammül edemez. Ülkemiz böylesine gariplikler ülkesidir. Dün dost dediği kesimleri bugün düşman, düşman dediği kesimleri de devre ve konjonktüre göre dost sayabilmektedir. Güvenlik konseptleri her zaman değişen bir devletimiz var. İki kuşağı da eşit bir şekilde kendisine düşman olarak görür.
Ekonomideki değişim ile ülkede kısa bir sürede, çok yüksek faiz ödeme vaadi ile para toplayan çok sayıda banker türedi. Aylık % 15-20 faizle milletten para toplayan bu bankerle-rin, paraları batırıp müşterilere vaat ettikleri faizleri de anaparayı da ödemeyince hemen ta-mamı tutuklanıp buraya atıldılar. Onu için buranın adı “Bankerler Koğuşu” olarak kaldı. Bu koğuşta yatanların ekserisinin çok zeki insanla olduğu dikkatimizi çekmişti. Çoğunluğu, ilk defa cezaevine düşmüşlerdi; ama uyum sağlamakta güçlük çekmiyorlardı. Koğuşta gırgır şamata gırla gidiyordu. İlk gelenleri çok iyi işletirlerdi. Koğuşa gelenleri daha geldikleri gün, “Odun kıracağız, git idareden baltayı iste!” diye işletirler. Akşam olunca koğuşta; “Hafta sonu evci çıkmak isteyenler ismini yazdırsın!” diye ilan edip yeni gelenleri yalvartırlardı. Ömründe cezaevi görmemiş bu insanlar da kuruma yeni geldikleri için hafta sonlan askerlikte olduğu gibi evci olarak evlerine çıkabileceklerini zannederlerdi.
İdare binasını anlatırken, bu cezaevini bilen herkesin hatıralarındaki silinmez izleri can-landıran kavak ağacından söz etmezsek önemli bir eksikliğe neden olmuş oluruz. Bu ağaç bu cezaevinin son 50 senesini görmüş dilsiz tanığıdır. Dibinde birçok idam cezası infaz edilmiş, nice feryat-figan ve gözyaşlarına şahit olmuştur. Bu cezaevinde hatırası olan herkes, bu kavağı şahit göstererek “şu kavağın dili olsa da, dile gelip bir konuşsa” diye serzenişlerini dile geti-rirdi. Ben de uzun yıllar bu cezaevinde birçok acı (tatlı diyemeyeceğim) olay yaşadım. Yaşadık-larımı dile getirmekten acze düştüğüm anlarda bu sözü çokça tekrar ettiğimi hatırlarım.
Aşağıda anlatacağım gibi üç tane genç insanın idam cezalarının infazına, bu kavak ağa-cının dibinde ben de şahitlik ettim. İlk defa içeri giren tutukluların şaşkınlığına burada şahit oldum. Dışarıda karakteri ve kişiliği ne olursa olsun bu cezaevine ilk girenlerin bu karakter-den soyunup, içeriye mahsus karakter ve davranış kalıplarını ilk kez burada kuşandığını gör-düm. Dışarı çıkanların hüzün ve gam elbiselerini çıkarıp, neşe ve sevinç giysilerini yeniden burada üzerlerine giydiklerini gördüm. Hüzünle sevinç arasındaki o garip duyguların yüzlere yansıdığını burada gördüm… Yaşayan bir canlı olan ağacın, insanın insana yaptığı zulmü görmekten dolayı ak olan gövdesinin karardığını, duyduğu hicaptan dolayı kızardığını, buda-nan dallarının ağladığını bu kavak bana hissettirdi. Zalim idarecilerin yaşayan bu ağacı işken-ce aleti olarak kullandığını, bu kavağın dibinde mazlumlardan dinledim. İnsanlara işkence olsun diye bu ağaca çıplak olarak tırmandırıldıklarını yüzüm kızararak yine bu kavağa baka-rak utançla anlattılar, ben de utançla dinledim. İnsan olarak ben bu kavaktan hep utandım. Acaba o da bizden bir varlık olarak, bir canlı olarak utanmış mıdır diye ona bakarak birçok kez düşündüm. Onun dış yüzünü ve kabuğunu karartan olayların insanların da kalbini karart-tığını bu kavak bana anlattı. Kendisi ile sohbet etmek, dertleşmek isterdim. Ama onun dediği-ni anlayacak yetenek bende yoktu. Benim dediğimi anlayıp anlamadığını ölçecek bilgiden de yine ben yoksundum. O kadar temenni edilmesine rağmen, dile gelmesine yaratılışı izin ver-miyordu. Sonunda onun “Müdürün Kavağı” olan adını değiştirip, “Cezalı Kavak”olarak koydum. Kendi cinsinden olan ağaçlar, çiçekli bahçelerde, ırmak kenarlarında, parklarda esen rüzgârla salınırken o, insanlığın dramlarına şahitlik etme cezasına çarptırılıp cezaevinde di-kilmişti. Bir insanın günah ve sevaplarını yazan Kiramen Kâtibin Melekleri gibi o da bu mekânda yaşanan günahları hafızasına kaydediyordu. Ama insanoğlu ile paylaşmaya değmez diye belki de dile gelip anlatmaktan imtina ediyordu. Kim bilir, günü geldiğinde sorgu sual edildiğinde Hâkimler Hâkimine anlatır…
Bu odada hayatımın en sıra dışı olaylarını yaşadım. Gençlik ve olgunluk dönemlerimi geçirdim. Başarı ve başarısızlık anlarım, bazen acı, bazen tatlı hatıralarla geçirdiğim günlerim oldu. Ama hep acı olaylara şahit olup yaşadım. Çünkü yaptığımız iş mutlu olmamızı engelli-yordu. Burada görev yapıp şen ve şakrak günler geçirmenize, her şeyden önce insan olmanız mani oluyordu. Her akşam en az bir saat tecritte, o gün gelen tutuklu ve hükümlüleri koğuşla-ra dağıtırken, bazen çok büyük dramlara kulak vermek zorunda kalırdık ve bu bazen bize aylarca etkisinden kurtulamadığınız mutsuzluk ve ızdıraplar verirdi. Çoğu zaman kendi kendini-ze bu gibi olaylardan etkilenmemeye söz verseniz bile, dinlemek ve anlatanı teselli etmek zorunda kalmak, mutsuzluğunuza önemli ölçüde sebep olurdu. Bu odaya, yüzüne bakınca insan olduğunuzdan utanacağınız insanlar girip çıktığı gibi, mazlum olduğuna inandığınız için sevgi ve merhamet duygularınızı kabartan insanlar da girip çıkmıştır. Bu odaya girip elinde özgürlük belgesi alarak çıkan da olmuştur, çıkarken üzerine kefen giydirilip göğsüne yafta takılarak çıkan da olmuştur. Bu odada özgürlük müjdesi alarak sevinç gözyaşları ve kahkaha-larını aynı anda yaşayanı da gördüm, aldığı acı haber nedeniyle dünyası yıkılmışçasına hüngür hüngür ağlayanı da… Yine bu odada, akşam mesai bittikten sonra yaklaşık bir saat süren “mutluluk saati” de vardı. Tecrit koğuşuna akşama kadar gelenler sınıflanıp dağıtıldıktan son-ra, o gün yargılanmak üzere mahkemelere gidip, tahliye olanların evraklarının tamam-lanmasının ardından evrakları ile birlikte kendileri bu odaya getirilir, tarafımdan gerekli kont-roller yapıldıktan sonra tahliye fişlerini imzalar, kendileri ile nasihat kabilinden sohbet eder-dim. O anlar hem bizim için hem de tahliye olanlar için mutluluk saatleriydi. İlk gelenlere cezaevinde nasıl davranmaları gerektiğine dair nasihat ederken duyduğumuz üzüntüyü, tahli-ye olanlara bir daha gelmemeleri konusunda sohbet ederken duyduğumuz mutlulukla denge-lemeye çalışırdık. Gelenler ve gidenler çoğu zaman eşit sayıda olurdu ama bazen de bu eşit durum sağlanmaz ve gelenler gidenlerden fazla olurdu. O günlerde kendimizi doğal olarak daha mutsuz hissederdik. Bir odada yaşananlar belki bu kadar teferruatlı anlatılmamalıdır. Ama ben meslek hayatımın büyük bir bölümünü burada geçirdim. Burada yaşadıklarım, ruhsal hayatımda silinmez çizgiler ve izler bıraktığı için, yaşadıklarımı tüm teferruatıyla yazmaya kalksam ciltler doldurur. Hani derler ya “yazsam roman olur” diye, ben de sadece bu odada yaşadıklarımı yazsam (ki yazmayı düşünüyorum) hakikaten roman olur.
Korkut Özal Ziyarete Geliyor
Söz buraya gelmişken bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. Yine o günlerde Avrupa parlamentosundan iki milletvekili, cezaevini ziyarete gelmişlerdi. Tabii ki Leyla Zana ile görüşmek istiyorlardı. Yanlarına da ziyarete refakat etsin diye eski bakanlardan İstanbul millet-vekili Korkut Özal’ı vermişlerdi. Geldiler, ben de kendilerini görüşme için odama aldım. Leyla Zana’yı getirttirdim. Odaya gelir gelmez, Korkut Özal’ın elini öpmesi dikkatimi çekti.
Görüşme yapılırken Korkut Özal ile eski tanıdığım olduğu için sohbet ediyorduk. Kendisine burada siyaset yaptığı için tutuklu bulunan başka hükümlüler de olduğunu; özellikle Müslümanların da bulunduğunu, onlarla da görüşüp bir “geçmiş olsun” demek isteyip iste-meyeceğini sordum. Birden davranışları değişti ve vaktinin sınırlı olduğunu, görüşmeyi dü-şünmediğini söyledi. Merak edip hangi Müslüman’ın, hangi olaydan tutuklandığını bile sormadı. Ben de bir şey söylemedim. Zamanının olmadığını öne süren Korkut Bey, bir saat daha Leyla Zana ile sohbet etti ve ayrıldı.
Ulucanlar’da İnfaz Edilen İdamlar
Hükmü Tarihçiler Vermeli
Ulucanlar Cezaevinde, cezaevinin açıldığı günden kapandığı güne kadar birçok acıklı ve ibretlik olay meydana gelmiştir. Bu olaylardan sadece önemli gördüğümüz ve bizce malum olanlarını kısaca anlatacağız. Bu tarihi olayları anlatırken geçmişte bu olayların aktörü olan hiç kimseyi suçlamak veya aklamak gibi bir gayretimiz olmayacak ve biz sadece olayları in-celeyip bildiğimiz gerçekleri anlatacağız. Bu konudaki hüküm verme görevini tarih araştırma-cılarının araştırmalarına bırakacağız. Olayları anlatırken olayların müsebbibi olduğunu dü-şündüğümüz kişilerin isimlerini vermeyi uygun bulmadık. Çünkü bizim gayemiz sadece so-mut olayı anlatmaktır. Olaylarda kimin suçlu kimin suçsuz olduğu zaten olayların akabinde yapılan adli soruşturmalar sebebiyle hükme bağlanmış ve suçlu görülenler varsa cezalarını çekmişlerdir. Yeniden olayları kaşıyıp çoğu göçüp gitmiş bu insanları ve mirasçılarını muaz-zep etmekten sakınacağız.
Devrim Karşıtlıkları Nedeniyle İdam Edilenler
Benim kişisel araştırmalarıma göre devrim karşıtı olduğu gerekçesiyle yaptıkları filler-den dolayı değil, fikirlerinden ötürü iki kişi bu cezaevinde idam edilmiştir. Bu kişilerden biri, ünlü İslam âlimi, Fatih Medresesi dersiamlarından, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, diğeri de yine aynı medrese hocalarından Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hocadır. İkisi de aynı anda, Ankara İstiklal Mahkemesinde aynı suçtan yargılanmış ve aynı gün içerisinde, 4 Şubat 1926 tarihinde Ankara’da o zamanki TBMM önünde asılarak idam edilmişlerdir.
İskilipli Atıf Hoca, devrinin büyük âlimlerindendir. 1924 yılı başlarında, daha şapka devrimi yapılmadan yaklaşık iki yıl önce yazdığı “Şapka Risalesi ve Garp Mukallitliği” isimli eseri nedeniyle asılmıştır. Bu risale, şapka kanunu çıkarılmadan önce yazılmış ancak şapka kanunu çıkınca Erzurum, Rize, Giresun, Maraş ve daha birçok yerde protestolar (isyan değil sadece protesto) baş göstermiş ve bu protestoları yapan kişiler, kitleler halinde mahkemeler karşısına çıkarılıp birçok kişi de bu yüzden asılmıştır. Bu yargılama ve soruşturmalar sırasında yapılan aramalarda, Rize’de ve Giresun’da Hocanın bu risalesinden birkaç tane bulu-nur. Hoca, İstanbul’daki evinden alınarak nezarethaneye atılır ve oldukça kötü şartlarda tutu-lur. Hayvanlarla beraber gemiye bindirilip Giresun’a götürülür. Giresun’da protestocula-rın elebaşı ile yüzleştirilip suçsuz olduğu anlaşılınca beraat eder fakat bırakılmaz. Akabinde İstanbul’a getirilir. O dönemde en kolay idam kararı veren Ankara İstiklal Mahkemesine sevk edilir. Esasen karar idareciler tarafından çoktan verildiği için apar topar yargılanarak asılır.
Babaeski müftüsü Ali Rıza Hoca da Atıf Hoca gibi Fatih dersiamlarındandır. Babaeski Müftülüğüne atanmasının ardından bir süre görev yerine gidememiş, ardından şehir halkının ısrarını kıramayarak Babaeski’ye yerleşmiş ve orada yaptığı hizmetlerle halkın gönlünde taht kurmuştur. Şehir işgalden kurtulunca da devlet kuvvetleri tarafından divani örfide yargılanıp berat eder. Daha sonra o da Atıf Hoca gibi Giresun’daki şapka protestosu olayı nedeniyle tu-tuklanarak Ankara İstiklal Mahkemesine sevk edilir. Nihayetinde 4 Şubat 1926 günü Ankara’da eski meclis binası önünde sabaha karşı idam edilir.
İzmir Suikastı Nedeniyle İdam Edilenler
Bu olay nedeniyle Ankara kapalı cezaevinde idamı gerçekleştirilen beş kişi var. Daha doğrusu benim tespit edebildiğim bu kadar. Bunlar Osmanlı döneminde maliye nazırlığı yap-mış olan Cavit Bey, ünlü ittihatçı Dr. Nazım, milletvekilleri Hilmi, Nail ve Abdulkadir Beylerdir. Bu kişiler, Mustafa Kemal Paşaya İzmir’de suikast planladıkları gerekçesiyle gö-revlendirilen Ankara İstiklal Mahkemesince İzmir’deki yargılamada idama mahkûm edilmiş-lerdir. Mahkeme sırasında olayla ilgisi olmayan birçok insan bu bahaneyle ortadan kaldırıl-mak istenmiş, ancak dönemin başbakanı İsmet Paşa, bazı kurtuluş savaşı komutanları için devreye girerek bunların cezalandırılmasının önüne geçmek istemiştir. İsmet Paşanın müdaha-lesine kızan mahkeme heyeti, İsmet Paşa hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarmıştır. Olay Mustafa Kemal Paşaya intikal edince, o da işin gidişatının iyi olmadığını görüp, verdiği emir-le bu tutuklamayı kaldırtmıştır. İsmet Paşanın bu girişimi sayesinde Kazım Karabekir Paşa ve Rauf Paşa bu olayda idam almaktan kurtulmuşlar, ancak ölene kadar gözetim altıda tutularak konuşup yazmamaları için her türlü baskıya maruz bırakılmışlardır. Bu yargılamalar sonunda daha birçok kişi idama mahkûm edilip bunlardan birçoğu İzmir’de idam edilmiştir. Ankara’da ve İstanbul’da yakalananlar da 1926 yılında Ankara Kapalı Cezaevinde idam edilmişlerdir.
Aslında yukarıdan beri anlatılan idamlar Ankara kapalı cezaevinin içinde yapılmamıştır. Bunlar o zamanki meri ceza kanunu gereğince açık meydanlarda yapılmışlar, ancak infaz ev-rakı ve işlemleri Ankara Kapalı Cezaevi idaresince yapıldığı için bu cezaevinin infaz kayıtla-rına girmişlerdir. Zaten 1960’tan sonra da artık meydanlarda infaz uygulamasına son verildiği için cezaevi içinde infazlar gerçekleştirilmiştir.
Darbe Girişimi Nedeniyle İdam Edilenler
Kayıtlara göre Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde bu nedenle idam edilen iki kişi var: Albay Talat Aydemir ve süvari Fethi Gürcan, 1964 yılında idam edilmişlerdir. Albay Talat Aydemir’in idamında infaz savcısı olarak görev yapmış olan merhum başsavcımız Mehmet Elverenli Bey, bu konudaki hatıralarını bize uzun uzun anlatmıştı. Ondan dinlediğim kadarı ile gerek Talat Aydemir gerekse Fethi Gürcan, idam sırasında suçsuz ve haksız yere idam edildiklerini ve bir komploya kurban gittiklerini anlatmaya çalışmışlar; ama zaten iş işten geçmiş. Talat Aydemir suçsuzluğundan çok emin olduğu için idam edecek heyete “Ben suç-suzum. Göreceksiniz; idam sehpasında ne kadar döndürseniz de yüzüm yine kıbleye dönük olarak kalacaktır!” diye iddiasını sürdürmüş. Savcımızın anlattığına göre bu iddia doğru çıkmış, idam sehpasında hareket bitip ölüm gerçekleşince; sehpada sallanan naşı, yüzü kıble yönüne dönüp hareketsiz durmuş.
12 Mart Muhtırasından Sonra İdam Edilenler
TCK’nın 146/1 maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını kısmen veya tama-men tağyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs suçundan, Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Mahke-mesince idamlarına karar verilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972 tarihinde gece saat 03.00’de Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevinde idam edilmiş-lerdir. Unutulmamalıdır ki bu ülke, “Sanıkların idamına, şahitlerin bilahare dinlenilmesi-ne” diye kararlar verip anında kurdukları idam sehpası ve darağaçlarında binlerce idam ger-çekleştiren İstiklal Mahkemesi dönemlerini de yaşamıştır…
Bu idamlar adil değildi, çünkü bu kişiler olağan bir mahkemede yargılanmamışlardı. Emir komuta düzeni içinde yargılama yapan askeri mahkemede yargılanmışlardı. İşledikleri iddia edilen suçlar da idamlarının haklılığı konusunda kamu vicdanını tatmin etmemişti. Üye-lerinin neredeyse yarısı asker emeklisi olan bir senatoda askeri mahkemenin idam kararının onaylanması da adalet konusunda hiç ikna edici olmamıştır. Yargılayan asker, kanunu onay-layan senatonun yarıdan fazlası asker, kanunu onaylayıp yayınlatan cumhurbaşkanı da yine asker kökenlidir. Böyle bir ortamda yapılan idamları adalet adına savunmak mümkün değildir.
12 Eylül’de İdam Edilenler
Bu idamların infazında bizzat bulunduğum için gördüklerimi tüm detayları ile anlatma-ya çalışacağım: Soğuk bir sonbahar günü, hava yağmur havası, sabahleyin yine keyifsiz kal-kıp isteksiz bir şekilde daireye gittim. Gece aldığım telefonun etkisi ile uyuyamamıştım. Baş-savcımız Mehmet Elverenli Bey, daha önce 1964 ve 1972 yıllarında yapılan infazlarda görev almıştı. İdam infazlarında hangi işlemlerin yapılması gerektiğini biliyordu. Cezaevine gelir-ken yanına infaz savcısı görevini yapan Hasan Özkaya Beyi de almıştı. Geldiklerinde kısa bir toplantı yaparak, yapılması gereken işi ve ne kadar zamanda tamamlamamız gerektiğini plan-ladık. Plana göre benim, idamda kullanılacak ipi temin ettirip en az 12 saat boyunca zeytinya-ğı içinde bekletmem ve “cellât” tabir edilen görevlinin bulunması için emniyetle irtibata geçmem gerekiyordu. Savcımız mahkûmların göğsüne yapıştırılacak yaftaları mahkemelerin-den alacağı karar özetine göre hazırlayıp bastıracak, terzihanede kolsuz idam gömleği diktire-cekti. Bunları yaparken de büyük bir gizlilikle çalışıp görevlilere hiçbir şey belli etmememiz gerekiyordu. İlk planlarımızı yaparak herkes kendisine düşen görevi yerine getirdi ve öğle sonrasında yeniden toplanmak üzere dağıldık.
Ben odama gelerek infaz ve koruma başmemuru Hasan Kınacı’yı odama çağırdım ve saman pazarına gidip urgan satanlardan 20 metre uzunluğunda serçe parmak kalınlığında bir ip almasını söyledim. İpin kendirden yapılmış olmasını özellikle tembih ettim. Hasan Bey zaten kişiliği icabı meraklı birisi değildi. Neden almak istediğimi sormadı. Ama yine de ben ipi köyüme göndereceğimi, oradan gelenlerden birisinin ısmarladığını söyledim.
Arkasından cezaevi aşçısını ve ambar memurunu çağırıp, mutfakta veya ambarda dolu zey-tinyağı tenekesi olup olmadığını sordum. Onlar da İmralı Yarıaçık Cezaevinde imal edilen yağ-lardan, 18 kg ağırlığındaki tenekelerden olduğunu söylediler. Bir teneke getirmelerini ve bakır pilav kazanlarından kullanılmayan bir kazana boşaltarak arşivin önündeki kilitli salona koymala-rını söyledim. Bir şeyden şüphelenmesinler diye de “akşamüzeri sağlık müdürlüğünden gelip yağı tahlil edeceklerini” söyledim. Bu yağlarda asit oranı yüksek diye durmadan şikâyet geldi-ğinden ve bu işlemi birçok defa yaptığımızdan dolayı anlattıklarıma ikna olmuşlardı.
Arkasından Ankara Emniyet Müdürlüğünü telefonla bağlatarak asayiş şubede, hırsızlık masasında görev yapan baş komiser Avni Beyi istedim. Bağlanınca da, “Başkomiserim, çok mühim bir mesele var. Çok acele görüşmemiz gerekiyor. Gelebilir misiniz, işiniz müsait mi?” dedim. “Müsaidim, 10 dakika sonra yanınızdayım” deyince teşekkür ederek telefonu kapattım. Avni Bey Ankara’da uzun yıllar aynı şubede çalışmış, oldukça tecrübeli bir baş ko-miserdi ve Ankara’nın her yerini biliyordu. Özellikle hırsızlık olaylarında çok başarılıydı. Hır-sızları zaman geçmeden eliyle koymuş gibi bulurdu. Onun için de lakabı, o günlere televiz-yonda oynayan dizideki bir kahramandan esinlenerek “Komiser Kolombo” olarak ünlenmiş-ti. Onu asıl çağırmamızın sebebi de 1972 yılında gerçekleştirilen idam infazlarını yapan “cel-lât” diye görevlendirilen kişiyi onun bulmuş olmasıydı. Bu kez yine ondan yardım istemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. Avni Bey gelince hoş-beşten sonra olaydan haberinin olduğunu, adliyeden kendisini Başsavcımızın aradığını ve isteğimizi kendisine bildirdiğini anlatarak merak etmememizi, bu görevliyi en geç iki saate kadar getireceğini umduğunu söy-ledi ve beni rahatlattı. Başkomiser öğleden sonra esmer, iri ve suratsız bir adamla geldi. Ada-ma cezaevine gelinceye kadar, hatta benim odama gelene kadar bir şey anlatmamış. Adının Hüseyin olduğunu söylediği bu adamı gözüm hiç tutmamıştı. Sonra düşündüm de, gözümün tuttuğu, insana şirin gözüken bir adamın yapacağı iş teklif etmiyorduk zaten. Dolayısıyla Hü-seyin’i gözümün tutmasına hiç gerek de yoktu. Yeter ki bu gece yapılması gereken bu çirkin ve ürküntü veren işi yapsın, ondan sonra bir daha hiç karşılaşmam diye düşünüyordum…
Başkomiser, Hüseyin’e yapacağı işi anlatınca, Hüseyin itiraz etti. “Ben geçen sefer bu işi yaptım, adamlar hâlâ rüyalarıma giriyor. Bir de işi benim yaptığım duyulacak diye ödüm kopuyor. Benin yaptığımı bilseler, herhalde solcular beni sağ bırakmazlar diye korkuyorum!” dedi. Hemen ayaklanıp gitmeye kalkıştı, ancak baş komiser kolundan tutup oturttu. Bana dönerek; “Müdür Bey! Hüseyin de ben de açız. Bize şöyle iyi bir kebap, sa-lata, tatlı, Hüseyin’e de içecek bir şey söyleyelim” dedi. Bana dönerek alçak bir sesle; “Bu ayyaştır, rakı söylesek” dedi. Ben de; “Cezaevine bunu sokamam ama yemek söyleyeyim. Kantinden de içecek meşrubat getirteyim. Zaten içer sarhoş olursa işimize yaramaz”dedim. Bunun üzerine baş komiser Avni Bey, Hüseyin’i ikna için başka yollara başvurmaya başladı. Hüseyin’e bu iş için epey yüklü bir ücret alacağını anlatmaya başladı. Bana dönerek, “Müdür Bey! Hüseyin bu işi yapacak, ben kefilim, beni kırmaz. Yalnız sen de bu işi için en az on bin lira ödeyeceğinize söz vereceksin!” deyince ben nasıl olur, bilmem ki, diye lafı eveleyip gevelerken, Avni Bey bana göz ederek ‘tamam de’ kabilinden işaret verince ben de “tamam” dedim. Hüseyin ikna olmuştu.
Evde bir şeyler yemeye çalıştımsa da yiyemedim. Oldukça soğuk bir Ekim akşamıydı. Hava öğleden beri yağmurluydu. Eve gelip biraz kitap okuma bahanesi ile oturdum. Evdekile-re yatmalarını, benim arama yapmak üzere cezaevine gideceğimi söyledim. Zaten böylesi durumlara alışkındılar. Nerdeyse her iki üç günde bir geceleri cezaevine gidiyor, sabaha karşı eve gelebiliyordum. Onun için hanımım hiç şüphelenmedi. Saat 23.00 civarında cezaevine geldim. Başsavcımız ve infaz savcımız da gelmişlerdi. Bu saatten sonra dışarıya haber sızdı-ramayacakları için görevli infaz ve koruma başmemurlarına durumu anlatmamız gerektiğini söyledim. Onlar da uygun görünce savcımızın odasına çağırıp durumu anlatarak dikkatli dav-ranmalarını, dışarıya haber çıkmaması ve koğuşları sürekli takip etmeleri gerektiğini anlattık.
Aradan fazla zaman geçmemişti ki askeri araçlarla nizamiye kapısından, dış güvenliği sağlamak üzere jandarma komando taburundan bir bölük komando getirildiğini görmüştük. On-lar dışarıda gerekli tertibatı aldılar. Koruma bölük komutanı Yüzbaşı Osman Şenel ile komando bölük komutanı da içeri gelerek dış güvenlik tedbirleri hakkında bilgi verdiler. İçeride çıkabile-cek olaylara müdahale etmesi için hazır kıta asker ayırmışlardı. Saat 24.00’ten itibaren de ceza-evinin tel örgüsü dışındaki yollar ile cezaevi tarafına gelen yol kavşakları tanklarla çevrilmişti.
Başsavcımız, idam esnasında görev yapması tüzük gereği mecbur olan görevlileri temin etmiş ve onların cezaevine getirilmeleri için sıkıyönetim komutanlığı ve emniyet müdürlüğü ile telefon görüşmelerine başlamıştı. Önce idamları takip edip gerçekleştiğini tıbben tespit edecek doktor bulmuştu. Bu Doktor, Ankara Tıp Fakültesi Adli Tıp Kürsüsü hocalarından Doç. Dr. Özer Kendi Bey idi. Dinî telkin istendiği takdirde dinî telkinde bulunacak kişi, An-kara Müftülüğünden bir imamdı. Bu arada idamı yapacak olan Hüseyin’i çağırarak hazırlıkları sorduk. Kendisi ipin kayganlaşmasının tamam olduğunu anlattı. Ben başsavcımıza ve infaz savcımıza Hüseyin’e verdiğim ücret sözünü anlattım. Kendisine 10.000 TL ücret vereceğimizi söyleyerek ikna ettiğimizi bildirdim. Onlar da “bu ücret çok değil” dediler…
Yarıaçık cezaevinden matbaa atölye şefi Abdurrahim Usta, bastığı yaftaları getirdi. Sehpalar da hazırdı. Altına yemek masası kondu ama yine de sehpaya göre alçak kalıyordu. Masanın üzerine konulmak üzere bir de tahta tabure hazırlandı.
Bu arada idamdan sonra cenazelerin nasıl defnedileceği konusunu gündeme getirdik. Başsavcımız onu da gündüzden Ankara Belediyesi ile görüşüp Karşıyaka Mezarlığında cena-zelerin defnedilmesi için hazırlık yaptırmıştı. Definler infaz mevzuatına göre dinî merasim yapılmadan yerine getirilecekti. Defin işleminden sonra mezarların ada ve pafta numaraları verilecek, ailelerine bu ada ve pafta numaralar bildirilecekti.
Nihayet beklenenleri getiren askeri araçların motor gürültüleri ve siren sesleri duyuldu ve tepe lambalarının ışıkları, oturduğumuz odaya yansıdı. Ben dışarı çıkarak infaz ve koruma başmemurları Hasan Kınacı, Şevki Tekeş ve Sadık Erdoğan’ı çağırıp kapı altına götürdüm. Kapı açılmış, zırhlı araçtan bir binbaşı, beş de teğmen ve astsubay inmişti. Arkasından bu gece idam edilecek Necdet Adalı indirildi. Elleri kelepçeliydi ve yüzü oldukça solgun duru-yordu. Necdet Adalı’yı getiren zırhlı araç kapı önünden uzaklaşınca başka bir zırhlı araç ya-naştı. Ona da bir binbaşı ve beş tane rütbeli asker refakat ediyordu. Araçtan Mustafa Pehlivanoğlu’nu indirdiler. Önce Necdet Adalı’nın teslim alınma işlemi yapıldı. Üst arama tutanağı ve teslim tutanağı tanzim edilerek askeri görevlilerle bizim memurlar tarafından im-zalandı. İşlemi yapılıp tutanağın bir suretini getiren askerlere verince ilk gelen askerler cezae-vinden çıktılar. Arkasından Mustafa Pehlivanoğlu başmemurluğa alınıp işlemleri yapıldı.
Başsavcımız orada bulunanlara “Artık başlayalım mı?” diye sordu. Herkesin hazır ol-duğunu görünce zile bastı ve Necdet Adalı’yı getirmelerini söyledi. Memurlar, Necdet Ada-lı’yı tutulduğu odadan alarak müdüriyete getirdiler. Avukatı ile selâmlaştı, birkaç dakika ya-nımızda görüşmeleri için oturacak yer gösterdik, oturup görüştüler. Arkadaşlarına ve ailesine yollamak istediği selam ve mesajlarını söyledi. Ardından adli tıp uzmanı Doç. Dr. Özer Kendi Bey muayene etti. Herhangi bir hastalığı olup olmadığını sordu. Sağlam olduğunu söyledi. Kendisine başka bazı sorular sorarak psikolojik hastalığı bulunup bulunmadığını anlamaya çalıştı ve sağlam olduğunu, infaza mani bir hastalığının bulunmadığını söyledi. Bundan sonra cezayı veren askeri mahkeme başkanı hâkim albay, kararının özetini ve o günkü mükerrer resmi gazetede yayınlanan konseyin onama kararını okuyup, avukatına ve hükümlüye anlattı. Hükümlüye son bir isteği olup olmadığı başsavcımız tarafından soruldu. Herhangi bir şey istemediğini söyledi. Üzerinden çıkan şahsi eşyalarının ailesine ulaştırılmasını söyledi. Kendi-sinin yazdığı ve ailesine verilmek üzere bize bıraktığı mektupta ise annesine ve babasına hita-ben, “yaptıklarının ülkedeki halklar için bir özgürlük mücadelesi olduğunu ve bu yaptıklarından asla pişman olmadığını” yazdığını görmüştüm. Daha sonra üzerine yakasız ve kolsuz beyaz renkli, diz kapaklarının yaklaşık 15 cm altına kadar uzanan gömlek, memurlar tarafından giydirildi. İnfaz savcısı, 30×50 cm boyutunda büyük bir beyaz kâğıda büyük harf-lerle yazılan ve karar özetini ihtiva eden yaftayı iğne ve bantla göğsüne tutturdu. Böylece in-faz için yapılması gereken yasal gereklerin hepsi tamamlanmış oldu.
Biz içeride bu işleri yaparken dışarıda kavağın yanında kurulan sehpanın başına gelen Hüseyin, daha önceden ipi hazırlamış, atılması gereken özel ilmeği atmış ve hazır beklemeye başlamıştı. Başsavcımız; “Hazırız herhalde, öyleyse buyurun!” dedi. Yüzü ve gözleri açık olarak sehpanın altındaki yemek masasının üzerine, oradan da tahta taburenin üzerine çıkartıldı.
Sanki bu andan sonra orada bulunan insanlar, binalar, canlı ve cansız her şey ne-fesini tutmuş, şaşkınlıkla ve merakla, anlaşılmaz bir duygu yoğunluğu yaşıyordu. Bu mekânda çeşitli zamanlar geçirmiştim. Ancak bu kadar insan bulunmasına rağmen böy-lesine bir sessizliği daha önce hiç yaşamamıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bile, in-sanların hiç dolaşmadığı saatlerde bile burada bir ses olurdu. Ya bir kedinin ayak sesi ya bir farenin koşturmacası veya esen rüzgârın etkisi ile kavak dallarının sesi hep olur-du… Oysa bugün bu saatte her şey suspus olmuş, yaşanacaklara dikkat kesilmişti.
Hüseyin, ilmeği mahkûmun boynuna takıp üsten sıkıştırdı. Mahkûm ayağının altındaki tabureyi kendisi tekmeleyip yıkmaya çalışırken, altından tahta tabureyi çekti…
O dakikalarda yaşadığım duygularımı tabii ki anlatmaya kalkmayacağım. Ama şu kada-rını söyleyeyim ki, tarifi imkânsız ve daha önce hiç yaşamadığım duygular içindeydim. Duy-gularım yüzüme yansımış olacak ki sadece adli tabip değil, insan ruhundan da anladığını o vesileyle bildiğim Dr. Özer Bey de beni teskin etmek için; “Üzülme, beterin beteri var… Ya ipi, müdürle doktor çekecek diye kanuna yazsalardı ne yapacaktık?” diye beni teselli etmeye çalışıyordu.
İdam yerinde sehpanın başında bulunan infaz heyetinin en genci bendim. Gördüklerim-den çok ama çok etkilenmiştim. Avukatının mendille gözlerini ve burnunu sildiğini gördüm. Diğerlerinin de etkilendiği yüzlerinden belli oluyordu. Mahkeme başkanı olduğunu hatırladı-ğım hâkim albay, bizimle aynı üzüntüyü yaşadığını belli etmemeye çalışsa da, aslında onun yüzünün şekli de diğerlerinden farksız değildi. Sehpaya bakınca gerçekten korkunç bir man-zara vardı. Başı yana düşmüş, kolları uzamış, dili dışarı çıkmıştı. Sonrasında sehpaya bir daha bakamadım. Mahkûmun ölmesini beklediğimiz yaklaşık 15 dakikalık süre bir türlü bitmek bilmiyordu. İdam saatinden 17 dakika sonra doktor nabzı kontrol etti ve “tamamdır” dedi. Ben odaya geçtim, arkadaşlar mahkûmun cenazesini sehpadan indirip, üstünü cezaevi sağlık personeliyle soydular ve belediyeden gelen tabuta koyarak cenaze arabasına bindirip mezarlı-ğa gönderdiler.
Bu arada mahkeme başkanı hâkim albay, ortamın gerginliğini gidermek ve yaptığımız işten duyduğumuz üzüntüyü azaltmak için olsa gerek, bize kısa bir konuşma yaptı. Konuşma-sında; “Ben verdiğim karardan eminim! Bu idam ettiğimiz genç, İsmetpaşa’da bir kah-vehaneyi taradı. Tanımadığı bir sürü insanı katletti. Yoldan geçen çocukları bile öldü-rüp sakatladı. Bu dosya yüz defa önüme gelse yine aynı kararı verirdim. Bundan emin olun!” dedi.
Aradan yaklaşık 15 dakika geçtikten sonra hükümlü Mustafa Pehlivanoğlu’nu, işlemle-rini yapmak üzere müdüriyete aldık. Oldukça bitkin görünüyordu. Oturması için yer göster-dik. Müdür masasının tam karşısına gelen koltukta oturdu. Yanında avukatı vardı, “içecek bir şey ister misin?” diye soruldu; ama onun bütün dikkati askeri hâkimin üzerindeydi. Hâkime;“bana söz verilmişti, benden 16 saat boyunca ifade aldınız, birçok itiraflar yaptırdınız, yine de beni suçsuz yere astırıyorsunuz!” dediğini, hâkimin de kendisine; “Evet, itiraflar-da bulundun ama bu ifadeler infazı bu aşamadan sonra geri bırakamaz!” dediğini hatırlıyorum.
Nitekim daha sonra duyduğumuza göre Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edilmemesi karşılığında kendisi ile bir pazarlık yapıldığı, pazarlığa göre MHP ve ülkücüler davasına iliş-kin suçlayıcı ifade vermesinin istendiği, Mustafa Pehlivanoğlu’nun ifadeleri nedeniyle milliyetçi hareket davasından yargılanan insanların 4 yıl gibi uzun bir süre tutuklu kaldığı anlatılı-yordu. İşte Mustafa Pehlivanoğlu herhalde bundan bahsederek mahkeme başkanı albaya sitem ediyordu. Mahkeme hâkiminden umudu kesince zaten çöküntü yaşayan bedeni ve ruhu yeni-den bir çöküntü yaşadı. Ailesine mektup yazmak istedi. İnfaz savcımız izin verdi. Müdür ma-sasına yanaştırarak masanın önündeki sol tarafta, pencere tarafındaki koltuğa oturarak mektup yazdı. Mektubu avukatı eliyle ailesine göndermek istediyse de, infaz savcımız; “Buna imkân yok, ama bunu ailene bizim ulaştıracağımızdan emin olabilirsin!” dedi, o da razı oldu.
Daha sonra hâkim albay, mahkeme kararının özetini okudu. Hükümlünün işlediği suçu söyledi ve kararın hüküm bölümü ile birlikte verilen cezayı okuyup, verilen kararın Askeri Yargıtay’ca onandığını, milli güvenlik konseyince tasdik edilip resmi gazetede yayınlandığı anlattı. Hükümlüye dinî telkini kabul edip etmediğini sorduk. Kabul ettiğini söyledi. Memur-lar nezaretinde yandaki odaya alınıp imamla beraber ben de giderek dinî telkinde bulunulma-sına yardım ettim. Bu işlemler bittikten sonra tekrar müdüriyete getirildi. Elleri arkadan ke-lepçelenerek üstüne idam gömleği giydirildi. Onun da boyu aşağı-yukarı kendisinden önce idam edilen hükümlünün boyuna eşitti. Gömleğin boyu yaklaşık 15 cm kadar dizkapağının altına geliyordu. Son bir isteği olup olmadığı soruldu. “Ben kimseyi öldürmedim. Beni hak-sız yere asıyorsunuz. Üstelik bana asılmayacağım için söz vermiştiniz. Ben ne yaptıysam Allah rızası için, milletime hizmet için yaptım. Kimseyi de öldürmedim!” mealinde kısa bir konuşma yaptı. Göğsüne daha önceden hazırlanmış yafta, iğne ve bantla tutturuldu. Böyle-ce yapılacak başka rutin bir işlem kalmamıştı. Saat sabahın 04.30’unu bulmuştu. Başsavcımız “hadi öyleyse buyurun”dedi ve memurların arasında, kollarından tutularak infaz mahalline yaklaşık 10 metrelik mesafeye kadar götürüldü. Ben bu kez odadan çıkmadım. Çünkü bu manzaraya dayanacağımı zannetmiyordum. Sehpanın yanında Hüseyin bekliyordu. Onu da bir önceki hükümlü gibi sehpaya çıkarıp, ilmeği boynuna geçirip, altından tabure ve masayı aldı. Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamını önceki idam kadar seyredemedim. Sadece sehpadaki hare-ketsiz haline bakabildim. Bu bile beni fazlasıyla etkilemeye yetti. Zaten bir önceki idamı sey-rettiğime de pişman olmuştum. İki tane 22 yaşındaki gencin işledikleri iddia edilen suçlardan dolayı hayatlarına son verilmesi, geri dönüşü olmayan bir yoldu. Ya bu insanların bu suçları işlemedikleri ortaya çıkarsa, bunların hesabını kim nasıl verecekti? Buna benzer pek çok ola-yın yaşandığını az mı okumuştuk?
Sabah imsak atmak üzereydi. İki gencecik adamın hayatına bu gece son verilmişti. İki günde yaşadığım bu olay, henüz 25 yaşında olamama rağmen kendimi çok ihtiyarlamış, bit-miş ve tükenmiş hissetmeme sebep olmuştu. Sanki dünyadan kopmuş, maddeden sıyrılmış, derin kuyulara atılmış ve olanca gücüyle bağırıp çağırmasına rağmen sesini duyuramayan bir kişinin durumuna düştüğümü hissediyordum. Cezaevinden çıkıp lojmana giderken henüz ka-pıyı açmadan sabah ezanları okunmaya başladı. Cezaevine en yakın cami Ulucanlar Cadde-sindeki Yeni Camiydi. Her sabah ezanını bu caminin müezzininden dinlememe rağmen bugün ezan daha bir dokunaklı okunuyordu sanki. Eve girmeden bahçedeki kamelyaya oturdum. Bayağı duygu yoğunluğu yaşadığım için soğuk havada açılmak istiyordum. Ama müezzin efendi müsaade etmiyordu. Duygularımın coşkusu sanki sel olup gözlerimden boşanmaya başlamıştı. Buna hâkim olamıyordum. Havuzun başındaki çeşmeye giderek, “abdest alırsam rahatlarım” diyerek abdest aldım. Hem suyun soğukluğu hem de havanın soğukluğu beni üşüterek biraz sakinleştirince içeri girdim. Sesiz olmaya çalışarak yatağa girip yattım. Uyu-mak ne mümkün… Biraz uyur numarası yaparak yatakta oyalandım. İçim ısınınca sızmışım, yaklaşık bir saat sonra ter içinde sıkıntı ve kâbusla uyandım. Sonrasında bir hafta ne yediğimi ne uyuduğumu bilemedim. Kendime gelmem tam bir hafta sürdü. Kendimi bilmeden o bir haftayı yaşadım. Ta ki, bir sonraki (iki ay sonra infaz edilen) idama kadar…
Erdal Eren’in İdamı
13 Aralık 1980 günü tıpkı, 8 Ekim tarihindeki gibi bizim için şansız başlamıştı. Saat 08.00’de cezaevine geldim. Günlük mutat işlere başlamış çalışıyordum. Posta (cezaevinde getir- götür hizmetlerini yapan infaz ve koruma memuru) gelerek; “Müdürüm, savcı bey bana bir uğrasın dedi, sizi çağırdı” diye haber verdi. “On dakikalık işim var, imzalarımı bitirip geleceğimi söyle” diyerek haber gönderdim. Yaklaşık on dakika kadar sonra yukarı, savcımızın odasına çıktım. Selamlaşma ve hal hatır faslından sonra çay söyledi. Bu arada hu-zursuz olduğu belli oluyordu. “Hayrola Savcım, kötü bir şey yok inşallah?” dedim; “Vallahi çok da iyi bir şey değil, herhalde yine infaz yapacağız” diye kötü haberi verdi. Ben yeniden aşağı inip başmemur Hasan Kınacı’yı çağırdım. İdamda kullandığımız ipi ve sehpayı sordum. Depoya, eski atölyeye kaldırttığını söyledi. Onları bulup sehpayı temizletmesini, ipi getirerek yine arşivde geçen defa olduğu gibi zeytinyağına koymasını, bu işi bizzat kendisinin diğer personele hissettirmeden yapmasını ve kimseye bir şey söylememesini ikaz ettim.
İki ay önceki gibi yine Komiser Kolombo’yu aradım. Bu gece yine işimiz olduğunu; ama bu kez bir kişilik işlem yapılacağını kısaca üstü kapalı bir şekilde anlattım. Öğleye doğru başsavcımız ve infaz savcımız geldiler; resmi gazeteyi bize okudu. Erdal Eren isimli hüküm-lünün kesinleşmiş idam cezasının MGK tarafından onaylandığına dair kararını gösterdi; “İn-şallah ağzımıza yüzümüze bulaştırmadan bu işi de kanunların emrettiği şekilde yaparız. İnşallah bu son olur…” dedi. Akşam 22.00’de cezaevinde buluşmak üzere bize veda ederek ayrıldı. Bu seferki idam, öncekiler kadar beni telaşlandırmadı; ama bunun üzüntüsü, diğerlerin-den daha az değildi. İddialara göre ayrancı semtinde jandarma inzibat erini arkadan vuran bu kişi 17 yaşında bir çocukmuş. Mahkeme kararında ise 1961 doğumlu yani 19 yaşında olduğu yazıyordu. O gün yine akşam saatine kadar sıkıntılı bir gün geçirdik. Gece yaşayacağımız sıkın-tının daha gündüzden ağırlığı üzerimize çökmüş, boğazımı sıkmaya başlamıştı. Zaten son iki aydan beri kendi kendime; “Ben neden bu işi kabul ettim? Bir ekmek parasına bu işleri yapmaya değer mi?” diye sorguluyordum. Gerçi bu sorgulama işi, çok uzun zamandan; hatta ilk cezaevine atanıp bir hafta çalıştıktan sonra başlamıştı. Ama özellikle son iki aydan beri (ilk idamlardan bu yana) bu sorgulama kafamda neredeyse her gün gerçekleşiyordu.
Saat 19.00 sıralarında eve gittim; biraz yatacağımı, eğer uyursam saat 22.00’ye doğru beni uyandırmalarını söyledim. Yaklaşık iki saat sonra gördüğüm kâbusla uyandım. Eşimi ve 1,5 yaşındaki oğlumu bir araçla gönderdikten sonra cezaevine gittim. Hazırlıklar tamamdı.
Epey bir zaman geçtikten sonra savcı Emrullah Bey geldi. Doğrudan benim odama girdi. Gördüğüm kadarıyla onun da yüzü allak bullak olmuştu. Aslında iki ay önce yaptığımız idamlar hepimizi çok etkilemişti ve bir daha böyle bir şey yaşamayacağımızı umuyorduk. Oysa daha ardından iki ay geçmişken yeniden infaz yapacak olmamız hepimizin moralini bozuyordu. O yüzden onun da morali benimki gibi bozuktu. Saat de 24.00’ü bulmuştu. Yine jandarma komando taburundan bir bölük gelmiş; cezaevi çevresinde tanklar, paletlerinden çıkan ürkütücü seslerini etrafa yayarak yerlerini almıştı. Saat 02.30 sıralarında hükümlüyü getiren zırhlı askeri araç nizamiyeden giriş yaparak cezaevi kapısına yanaştı. Araçtan çıkarı-lan hükümlü, kapı altında oyalanmadan doğrudan başmemurluk odasına alındı. Yakından ba-kınca oldukça zayıf sayılacak bir yapıda, solgun yüzlü, orta boylu bir delikanlıydı. Ne yazık ki bu çocuk suratlı delikanlı, biraz sonra işlediği iddia edilip karara bağlanan “taammüden adam öldürmek” suçundan dolayı aldığı ölüm cezası nedeniyle idam edilecekti. Daha sonra elleri arkadan kelepçelenerek üzerine gündüzden terzihanede hazırlanan idam gömleği giydirildi. İnfaz savcısı, yine gündüzden hazırlayarak yarıaçık matbaasında hazırlattığı ve içinde hüküm özetinin yazıldığı yaftasını göğsüne tutturdu.
Bir Müslüman olarak onun için temennimiz, henüz çocuk sayılacak yaşta olduğu için onun da masumlar ve mazlumlar safında Yüce Yaratan tarafından affedilip cennetine konul-masıdır. Bundan başka bir temennide bulunmak mümin insanlara yakışmaz. İnşallah Yaratan Rabbimiz rahmetiyle onu da kuşatır. Biz içeride bu işlemleri yaparken dışarıda memurlar seh-payı getirip iki ay önce kurulduğu yere kurmuşlar, altına yine aynı masayı ve onun üzerine de tahta tabureyi yerleştirmişlerdi. İdam yapmakla görevli olan Hüseyin, hükümlünün boynuna daha önceden zeytinyağına konarak kayganlaşması sağlanan ipi geçirip ilmeyi yukarıdan aşağı doğru sıkıştırdı ve altından masayı çekti. Güvenlik için gelen görevliler, cenaze arabası cezae-vini terk edince çekilmeye başladılar. Tanklar da büyük bir gürültü ile hareket etmeye başlamışlardı. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu. Tutanağı teker teker imzaladık. İşimiz bitmişti.
Buraya kadar anlattıklarım benim bu cezaevinde katıldığım üç idam cezasının infazı idi. Bundan sora bir daha idam cezasına şahit olmak istemiyordum. Bunun için dua ediyordum. Nitekim daha sonra bu cezaevinde üç kişi daha idam edildi; ama ben o idamlarda bulunma-dım. Bu açıdan bakıldığında dualarım kabul edilmişti. Meslek hayatım boyunca bir daha da idam infazında bulunmadım.
ARKA KAPAK
Cumhuriyetle yaşıt olan Ulucanlar Cezaevinin macerası, içerisinde yaşanmış onca ola-yın, firar teşebbüslerinin, infaz edilen idamların ardından sona erdi. Ancak bu ihtiyar cezaevi-nin hizmet süresi henüz bitmediği için, at ahırı, askeri depo ve cezaevi olarak kullanılmasının ardından son olarak da kaderinde müze olmak varmış. Nice insan kendi hayatını burada sor-gulayıp toplum için yararlı işler yapmayı planladı, nice insan da geldiği gibi gitti buradan. Bıçaklar ağaçlara saklandı, lahana içerisinde saklanan uyuşturucular içeri sokulmaya çalışıldı; nice insan kendi hayatını tüketti, nice genç idealleri uğruna canını verdi. Bu bina ve önündeki meşhur kavak ağacı, kim bilir bundan sonra daha nelere şahit olacaklar. Umarız ki hiçbir yer-de zulüm ve kötülük yaşanmaz; ne binalar ne ağaçlar ne de insanlar hiçbir kötülüğe şahit olmazlar…
ANKARA