Türkiye’deki İslam anlayışını doğru değerlendirebilmek için cumhuriyet öncesi dönemlere kadar gitmek gerekmektedir. Hatta bir adım ilerisi Türklerin İslam ile ilk tanıştıkları Talas savaşına kadar uzanabiliriz. Ama konumuzu fazlaca dağıtmamak için Tanzimat’tan bu yana oluşan İslam algısı üzerindeki değişimleri konu edineceğiz.
Türkler, İslam’ı kabul edişlerinden bu yana Ehli Sünnet düşüncesinin hâkim olduğu bir otoritenin altında dini yaşamışlardır. Tanzimat’a kadar olan dönemde Ehli Sünnet algı bütün kuvvetiyle devam etmiş Müslüman halk halifenin emri altında ve onun dini yönlendirmesi içinde yaşamıştır. Tanzimat’la birlikte Hristiyan halk reaya olmaktan çıkıp halk olarak tanımlanınca toplumsal denge altüst olmuş ve toplumda bir çalkalanma meydana gelmiştir. Özellikle o dönemde reaya olarak kabul edilen azınlıkların ticaretlerine konulan yüksek vergiler halk statüsüne kavuşunca son bulmuş böylelikle azınlıklar eliyle Osmanlı pazarlarına sokulan İngiliz, Hollanda, Portekiz ve Fransız mallarıyla rekabet edemeyen Osmanlı halkı pazarını kaybetmeye başlamıştır. Azınlıklar eliyle Osmanlı pazarının ucuz Avrupa mallarıyla dolması ticari dengeyi altüst etmiştir. Ticari dengenin altüst oluşuyla birlikte toplumsal kazan da kaynamaya başlamıştır. Bu ticari dengesizlikle birlikte daha çok kazanan Avrupa teknikte daha ileri giderek askeri alanda da güçlenmiş ve dünya genelinde hem ticareti elinde tutmayı becermiş hem de askeri anlamda dünya üzerinde söz sahibi olmuştur. Birçok bölgeyi kolonileştiren ve yalnızca kâr amacı güden batı, kendi kazancını maksimum yapabilmek için sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Sömürgecilikle birlikte kendi dilini, geleneğini, dünya görüşünü de gittikleri yerlere taşıyarak toplumları dönüştürmeye başlamıştır. Serbest ticaret kavramını kullanarak kendi mallarını kabul etmeyen ülkelere savaş açmış ve kendi ürettiği malları zorla almaları sağlanmıştır ki bunun en çarpıcı örneği Çin ile yapılan Afyon Savaşlarıdır.
Osmanlı, batının bu hızlı ilerleyişi karşısında bir takım yenileşme çabalarına girmiştir. Bu yenileşme çabaları aynı zamanda batı blokunun baskıları neticesinde de olmuştur. Ama en önemli sebeplerden biri askeri alanda yenilgiler olmuştur. İşte böylesi bir döneme denk düşen Tanzimat bir geçiş ve buhran devridir. En büyük ideali hürriyetti. Bu dönemde üç değişik akım çıktı: Osmanlıcılık (İslamcılık), Batıcılık ve Türkçülük. İslamcılara göre Batı ve Doğu medeniyetleri ayrı şartların ve sebeplerin ürünüdür. Bir medeniyet alanından diğerlerine geçmeye lüzum yoktur. İslamcılar iki medeniyet arasından İslam medeniyetini diğer medeniyete üstün tutmuştur. Batı teknik anlamda kabul edilmelidir ama medeniyet olarak kabul edilmemelidir. Batıcılık anlayışı ise Batı nedir sorusunu şöyle cevaplandırmaktadır: Her şeyden evvel Batı dost değildir, merhametsizdir, karşısındakinin zaafından faydalanmak ister. Fakat bütün hodbinliğine rağmen Batı (Avrupa ve Amerika olarak) Asya’ya nazaran fevkalade muazzam ekonomik ve sosyal ileriliklere sahiptir. Garpçılar, Batı’yı bir medeniyet olarak kabul etmektedirler. Her türlü fikri ilerlemeler, sanat harikaları, yaratılışlar ve icatlar Avrupa medeniyetinin eseridir. Bu sebeple bu dünyaya hâkimdir. Şu halde Batı demek, kuvvet demektir.[1] Ne var ki Avrupa medeniyetinden neler alınacağı hususunda Batıcılar tam olarak bir sonuca ulaşabilmiş değillerdir. Türkçülük doktrinin anahatları şöyle özetlenebilir: “Osmanlı bayrağı altında şuursuz bir hayat geçiren” Türkler bir millet haline gelmelidirler. Bunun için, bu gayeye varmak için Türkler milli bir vicdana sahip kılınacak, milliyetlerini idrak edeceklerdir. Milli varlıklarına, şahsiyetlerine şuur kesbedeceklerdir.[2]
Tanzimat’a esas olarak bakılırsa Osmanlı toplumu için bir aydınlanma olarak bakamayız. Çünkü Avrupa ile karşılaştırdığımızda Rönesans ile başlayan, Descartes ve Lock ile gelişen modern felsefenin Osmanlı’da yaşanması gerekirdi. Hâlbuki fikir gelişmelerinin olduğu 16-18. Yüzyıllarda Osmanlı, Avrupa ile hemen hiçbir fikir temasına girmeden kendi içine kapanmış bulunuyordu. Öyleyse Tanzimat döneminde aydınlanma tabii bir fikir evriminin neticesi olacak yerde, 19. Yüzyıl ortasında birdenbire dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü olarak doğmuştur.
Tanzimat döneminde yapılan reformlardan devlet, öncelikle kendisi rahatsız olmuştur. Reformların sonuçlarını durduramamanın sıkıntısı içinde kendisiyle çelişik bir duruma düşmüştür. Hilmi Ziya Ülken’e göre Tanzimat’ın verdiği müsaadeler, hakikatte imparatorluğun parçalanmasına kadar gidecek bir iç krizlerin tohumlarını atıyordu. İmparatorluğun Müslüman ve Hristiyan unsurları ayrı ayrı bağımsızlık istiyorlardı. Bunu kabul etmek imparatorluğun yıkılmasına gitmek demekti. Kabul etmemek Tanzimat’ın ortaya attığı fikirlerden vazgeçmek demekti.[3]
Tanzimat dönemi terakki fikirlerinin önderleri Şinasi, Münif Paşa ve Ali Suavi’dir. Fakat bu fikirler daha sonra romantik edebiyat anlayışı, devrimci ve heyecanlı bir ifade ile uzlaşarak Namık Kemal’de devam etmiş, Ahmet Mithat’da taraftar bulmuş ve ikinci meşrutiyet yıllarında M. Şemsettin (Şemseddin Günaltay)e kadar gelmiştir.
Tanzimat Dönemi ve Sonrası Terakki Fikirleri:
Bu dönemin önemli fikir babalarından olan İbrahim Şinasi (1826-1871) İstanbul’da doğmuştur. Babası topçu yüzbaşısı Bolulu Mehmet Ağa’dır. Şinasi’ye göre, girdiğimiz yeni medeniyet, Avrupa’nın mucizesi akıl ve kanundur. Kanun bu yeni dinin getirdiği hükümlerin temelidir. Yeni değerler dünyasının başında adalet, halk ve hikmet kavramları gelir. İslamiyet bir cehalet devrini kapadığı gibi, bu devir de bir zulüm ve cehalet devrini kapar. Akıl ve adalet devrini açar. Şinasi’nin fikir dünyasında henüz hürriyet yoktur. O hiçbir rejim değişikliği istemez. Tarafsız bir hükümdar yerinde kalmalıdır. O, yalnız zulüm ve köleliğe hücum eder. Tanzimat’tan önce zulüm ve köleliğin elinde oyuncaktık; Reşit Paşa’nın kanunu bizi ondan kurtardı. Zulmün ve köleliğin arkasında, onları besleyen kuvvet fanatizm ve cehalettir. Akıl ve adalet, yeni toplumsal değerler düzeninde ön plana gelirler ve bu iki değer birbirini tamamlar. Adalet aklın emrindedir. Akıl, adaleti insani gayelere sevkeder. Yeni medeniyet İslam’ın ana ilkelerine uygundur. Fakat ona yeni içerik getirmiş ve yeni bir insan tipi meydana çıkarmıştır. Biz akıl çağında yaşıyoruz ve bu insan rasyonel bir insandır. Bu yeni örnek insan, nefsini yener ve kendini insanlığa verir. Şinasi Tasvir’i Efkar’da bu fikirleri savunmaktadır. Ne var ki Şinasi dönemin getirdiği buhranlar ve Fransız hayranlığından olacak ki Batı’nın gelişim sürecini çok da doğru anlamlandırabilmiş değildir.
Bu dönemin fikri önderlerinden özellikle Ali Suavi incelenmeye değer biridir. Çünkü Ali Suavi kendi dönemindeki aydınlardan farklı düşünmektedir. Aynı dönemde yaşamış olan Namık Kemal ve Ziya Paşa, yeni Osmanlı devletinde Şeriate dayanılmasını istiyorlar ve fıkhı savunuyorlardı. Ali Suavi ise dünyanın dini kanunlarla idare edilmesine karşı yazıyor ve laikliği savunuyordu. Devletin bir takım kelime oyunlarıyla yani nüktecilik ve edebiyatla idare edilemeyeceğini, ilm-i siyasetin temeli şeriat ve edebiyat değil, coğrafya, iktisat ve ahlak olduğunu söylüyordu. Din ve devlet işlerinin ayrılmasını istiyor ve ilk defa açık bir ifade ile laiklik fikrini ortaya koyuyordu. O devirde hiçbir Osmanlı aydınının bunu düşünmediğini hesaba katacak olursak Ali Suavi’nin fikrindeki cesaret anlaşılabilir. Ali Suavi, ibadetin de Türkçeleştirilmesini, namaz surelerinin Türkçeye çevrilebileceğini söylüyor. Ali Suavi, İbrahim Şinasi, Münif Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa Osmanlıcılık fikrini savunan aydınlar arasındadır. Bunların ortak özelliği İslam birliğini savunmalarıdır.
Tanzimat dönemi ve meşrutiyet dönemi aydınların nerdeyse tamamı Fransa’da eğitim görmüş ya da bir sebeple Fransa’da bulunmuş olmalarından ötürü Fransız hayranlığı taşımaktadırlar. Osmanlı devletinde pozitivist akımlar 1894 yılında kurulan Servet-i Fünun dergisi çerçevesinde topluma açılmaya başlar. Cenap Şehabettin, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Rauf’lar yazdıkları yazılar, öyküler ve romanlarla pozitivist düşünceyi edebiyat çevresinde yaygınlaştırmışlardır. Daha sonra pozitivizm Ulum-u İktisadiye ve İctimaiye dergisi eliyle Osmanlı’da ilk defa tam anlamıyla felsefi denecek bir hareketi meydana getirmiştir ki bu grubu siyasi alanda da Jön Türkler temsil etmiştir. Jön Türk’ler Abdulhamit’i tahttan indirip yerine kendileri iktidar olunca ülkedeki bir çok gazete, dergi, edebiyat çevresi ve okullar da pozitivizme göre yeniden şekillendirilmiştir. Hatta bu dönemde Tıbbiye’yi gezen yabancılar bile buradaki materyalist kitapların çokluğu (Baron d’Holbach, Diderot, Cabanis gibi ünlü Fransız materyalist yazarlar) ve bu kitaplardaki fikirlerin yaygınlaşması karşısında hayretler içinde kalırlar.[4]
Servet-i Fünuncular tam bir batıcı zihniyete sahiptirler. İlerlemenin ancak batının yaşam şeklini ve kurumlarını taklit ederek mümkün olduğunu ve dini düşüncenin hayattan tard edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Jön Türk’ler görüş olarak tamamen batıcı zihniyete sahip olmalarına karşın Türkçüdürler. Türkçülüğün babası olarak bilinen de Ziya Gökalp’tir. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucusu Mustafa Kemal’in Ziya Gökalp için fikirlerimin babasıdır[5] diye tasvir ettiği kişi de incelenmeye değerdir. Çünkü modern Türkiye’nin yaratılmasında onun fikirleri çok etkili olmuştur.
Ziya Gökalp, Türkleşmek, asrileşmek ve İslamcılık alanında yazılar yazmış her üç akımı da savunduğunu gösterir yayınlarda bulunmuştur. Gökalp, vatanı ikiye ayırır. “Turan Türklerin ideal vatanıdır. Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkelerin toplamıdır.”[6] Sonra vatan kavramını şöyle ifade ediyor: “Uğruna hayat feda edilen kutsal bir ülke.” Bu kutsal varlık ne olabilir? Devlet mi? Halbuki o da kuvvetini ümmetle milletten alır. Onların karargahı vatanda iki olması gerekir. Ümmetin vatanı, milletin vatanı. Vakıa bir İslam vatanı vardır ki bütün müslüman milletlerin yurdudur. Öteki milli vatandır ki Türkler kendilerininkine Turan adını verirler. Gökalp, daha sonraları İslam hukukuna karşı sert eleştirilerini “Yeni Hayat” adlı kitabında şiirleriyle dile getirir. “Kendi hukukunu kendi doğurmayan, yasasını gökten inmiş ve değişmez sayan bir devlet, devlet değildir ve bağımsızlığını sürdüremez, dünya değişmeyen bir varlığı taşıyamaz” der. Halife ve Müftü şiirinde, devlet ile medresenin, müftü ile halifenin birbirinden ayrılması gerektiğini söyler. Devlet adlı şiirinde ise hukuk ile dinin birbirinden ayrı iki farklı alan olduğunu dile getirir. Meşihat adlı şiirinde laikliği açıkça savunur ve Vatan şiirinde de dinde reform yapılmasını dile getirir. Genç Kalemler’de “Demirbaş” imzasıyla yayınladığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” isimli yazısında Jön Türklerin siyasi devrimin ardından gerçekleşmesi gereken sosyal devrimin kodlarını işaret ederek yeni bir hayat yaratmak gerektiğini söyler. Bu öyle yeni bir hayattır ki; aileden iktisada, hukuktan siyasete, ahlaktan felsefeye kadar ne kadar hayat varsa hepsi yeniden yeni bir ahlakla ve felsefeyle değiştirilmelidir der.
Cumhuriyet öncesi Osmanlı devletinde karşıt dünya görüşleri ve ideolojiler çatışmıştır. Abdulhamid Han iktidarını koruyabilmek maksadıyla İslamcılığı ön plana çıkarmıştır. Bunun için Cemaleddin Afgani’yi İstanbul’a davet etmiş ve İstanbul’da yaşamasını istemiştir. Ne var ki Afgani ve Abduh’un İslam’ın ilk kaynaklarına dönüşü savunması Osmanlı din algısının dışında bir şey oluşundan dolayı Afgani ile ters düşülmüş ve Afgani Mısır’a dönmek zorunda kalmıştır. O dönemlerde çıkarılan Sırati Müstakim ve daha sonra ikinci meşrutiyette onun yerini alacak olan Sebilürreşad dergileri İslamcıların yayın organı olarak varlığını devam ettirmişlerdir.
Batıcılık anlayışı o dönem içinde iradesiz ve plansız bir hareketti. Jön Türk’lerin idareyi ele alışlarından sonra yani sultanın istibdadını alaşağı ettikten sonra meselenin hallolmadığını görmüşlerdi. Ne yapacakları konusunda bir fikirleri yoktu. İslamcılığı kabul etmiyorlar ama pozitivizmi olduğu gibi de alamıyorlardı. Türkçülük anlayışı burada biraz daha işlerini kolaylaştırdı. Hem Türkçü hem pozitivist bir anlayışla yollarını çizmeye kalktılar. Milli değerler manzumesiyle halkın gazını alırken batıcı zihniyetle de pozitivizmi kurumlara ve topluma adapte etmeye gayret ediyorlardı. Cumhuriyeti kuran kadro içinde Mustafa Kemal, İsmet İnönü pozitivist anlayışa iman etmiş iki şahsiyettir. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün fikri yapısının bilinmesi tek adam etrafında şekillenen cumhuriyette batıcı değerlerin yukarıdan aşağıya nasıl dikte edildiğini anlamamız açısından önemlidir.
Tek Parti Döneminde İslam ve Devletin Dine Bakışı:
Cumhuriyet dönemi 1946 yılına kadar ayrı bir kategoride değerlendirilmelidir. 1946 sonrası da günümüze kadar ayrı kategoride değerlendirilmelidir. Mustafa Kemal, cumhuriyeti pozitivizm felsefesi üzerine bina etmiştir. Mustafa Kemal, meşruiyetini bilimden alan batı toplumunu çok daha hür ve yaratıcı buluyordu. Bilim, onun için sadece kişinin yaratıcılığını geliştirebilmesinde boğucu halk değerlerinden onu kurtarmaya muktedir bir kurallar dizisiydi. Mustafa Kemal, bu amaca yönelik iki siyaset tasarlamıştı: Birincisi; özel hedefi, kontrolü ortadan kaldırmak olan laik yasalar; ikincisi de cumhuriyet için kültürel bir batılılaşma programı.[7]
Mustafa Kemal’in, kişiyi topluluk normlarından kurtarma girişiminde karşımıza çıkan ilk görüntü, “tevhid-i tedrisat” kanunudur (3 Mart 1924). Bu kanun, eğitimi ilk ve son defa, ulemanın elinden almakla kalmadı, ayrıca ortak eğitimin ve böylece de okul yıllarından ileriye doğru cinsiyetler arasında tam anlamıyla yeni bir kaynaşmanın yolunu açmış oldu. Altusser’in yorumuyla devletin en önemli ideolojik aygıtı bu süreçte eğitim sistemi olmuştur. Mustafa Kemal istediği tip batılılaşmayı eğitim yoluyla gerçekleştirmiştir. Eğitimin toplumda nasıl bir değişim gerçekleştirdiğini anlayabilmek için Şerif Mardin’in tarif ettiği mahalle tanımına bakmak gerekir diye düşünüyorum. “Çoğu zaman, bir dereceye kadar keyfi olarak çizilen sınırlarıyla birlikte mahalle, idari birimden aha fazla bir şeydir… Osmanlı vatandaşının ömrünün çoğunu içinde biçimlendirdiği bir çevredir. İlk eğitimin verildiği, doğumların kutlandığı, evliliklerin düzenlendiği, ölüler için cenaze merasimlerinin yapıldığı yer burasıdır. Burası, camilerin istenilen şeyleri duymaları için mahallenin bütün sakinlerini harekete geçiren bir kurum gibi işlediği mekandır… Ahlaki denetimin İslamî kurumu, içki alemleri ve loş kumarhane odalarına sinsice ilerleyerek sokulurdu… daha yüksek mercilere gidecek dilekçe üzerine ilk mühür imamlar tarafından vurulurdu.”[8]
Mahallede ömrünü geçiren adam için bu kuralları aşmak zordu ama yıllarını yatılı olarak yurtta geçiren bir öğrenci için okul talimatları daha önemliydi. Okul pozitivist değerleri öğrencilere yükledikçe okullardan yetişen öğrenciler de mahalle kurallarına ters gelecek davranışlar sergiliyorlar ve zamanla yeni bir yaşam biçimi oluşuyordu. Artık mahallenin değerleri yeni pozitivist siteme angaje oluyordu. Osmanlı döneminin en önemli ideolojik aygıtı olan din yeni sistemde yerini okula bırakıyordu. Önceki sistemde taşrada ileri gelen kimse köyün imamı iken yeni sistemde öğretmen ve muhtar oluyordu. Böylece takip edilmesi gereken kimse olarak imam önder kabul edilmiyordu. Köy enstitüleri de bu anlamda dinin taşradaki gücünü kırmak için kullanılıyordu. Halk arasında bilge olarak bilinen din adamları artık yeni sistemde şarlatan olarak tanımlanıyordu.
Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in yaptığı bir dizi yenilikler batılılaşmayı beraberinde getiriyordu. Hilafetin kaldırılmasıyla gündelik hayatın en küçük noktasına kadar nüfuz etmekte olan dinin bu bölgelerle olan ilişkisi kesiliyordu. Ardından Şeyhülislamlığın ve Evkaf vekaletinin lağvı (3 mart 1924), dini mahkemelerin kaldırılması (18 nisan 1924), Şapka İnkilabı (25 kasım 1925), dini tarikatların dağıtılması (30 kasım 1925), miladi takvimin kabulü (1 ocak 1926), yeni ceza kanununun kabulü (1 temmuz 1926), İsviçre medeni kanununun kabulü (4 ekim 1926), İslamiyet’in devletin resmi dini olmaktan çıkarılması (10 nisan 1928), latin alfabesinin kabulü (1 kasım 1928), ezanın Türkçeleştirilmesi (3 şubat 1932) izledi.
3 Mart 1924 hilafetin kaldırılmasıyla birlikte dinin devlet kontrolüne alınabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Osmanlı Devletinde din nasıl ideolojik bir aygıt olarak kullanılmışsa cumhuriyet devrinde de yeni oluşturulmaya çalışılan toplum için din aynı şekilde ideolojik bir aygıt olarak kullanılmıştır. Osmanlı ve Selçuklularda olduğu gibi Cumhuriyet Türkiye’sinde de devletin istediği din anlayışı baskındı. Sistemin istediği ve izin verdiği kadar bir din anlayışı topluma verildi. Tamamen devrimci kimliğinden uzak, yalnızca şekli ibadetlerden örülü ve pozitivizme uygun olarak bireyin içinde yaşayan bir vicdani kanaate dönüştürüldü. Sistem, İslami değerlerin canlanmasını istemiyordu çünkü gerilemenin sebebi İslam gibi görülüyordu. Batı, en iyi değer üreten sisteme sahip olarak kabul ediliyordu. Bundan ötürüdür ki bir süre için şark müziğinin icrası yasaklandı. Opera, bale ve Batı çok sesli müziğinin öğretildiği konservatuar Ankara’da açıldı. Batı tarzı resim, aynı zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin sunulduğu birkaç süreli yayına hükümet tarafından destek verildi. 1926 yılında bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının put olarak algılandığı bir toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından manidardır.
Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarlığın sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında kuşku yoktu”[9] diyor. Adnan Adıvar Amerika’da yaptığı bir seminer konuşmasında ifade ettiği gibi cumhuriyet döneminde Türkiye pozitivist bir Anıtkabir’e dönüştürülüyordu[10]. Buna düşünce bile demek zordu ve en iyi ifadeyle “resmi dinsizlik doğması” diye tanımlanmalıydı.
Cumhuriyet döneminin batılılaşma sürecini anlamamız açısından inkılap diye topluma dayatılan ilkelere göz atmamız yeterlidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik, inkılapçılık. İslami bir toplumda ümmetçi anlayış vardır ve milliyetçilik küfür olarak addedilir. Mustafa Kemal’in milliyetçilik hususunda şu sözleri önemlidir: “… din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini kabul etmekteyiz. Türkler, İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti. Milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.”[11] Bu ifadeler bize Mustafa Kemal’in cumhuriyet toplumunu dinin üzerinde yeni bir kimlikle tanımlama yapma isteğini yansıtır ki bu da milliyetçilik algısıdır. Milliyetçilik algısı bile milli bir konum olmaktan ziyade batılı bir zihni işaret etmektedir. Çünkü Türk milleti olarak ortak bir geçmişi olan insanlar topluluğundan değil, batının medeni milletleriyle ortak bir geleceği paylaşacak insanlar topluluğundan oluştuğu istenci hâkimdir ki, bununla yapılmak istenen şey unutkan bir toplum meydana getirmektir.
Cumhuriyetçilik halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır ki idarenin temelini seküler akıl alır. Vahiyden bağımsız seküler aklın idare ettiği bir rejim Kur’an açısından baktığımıza yine küfürdür. Laiklik, hayatı ikiye bölmekte ve insan kendisini tanrının yerine koymaktadır. Din yalnızca seküler alanı düzenleyen tertipleyen bir emir uşağıdır. Hayatın dışındadır ve hep vicdan içine hapsolunmuş olacaktır ki bu da yine vahiy açısından kabul edilemez bir durumdur ve küfürdür. Devletçilik ilkesi esas olarak devleti yaşatmayı merkeze alır ki İslam’ın görüşüne yine terstir. İslam için önemli olan vahyin doğru bir şekilde hayata geçirildiği bir yönetim inşa etmektir. Bunun için her yol meşru değildir ve Şeriatten saparak bunlar yapılmamalıdır. Oysa pozitivist aklın oluşturduğu devlette ayakta kalmak için Makyevelist düşünceyi kabul etmek gereklidir. İnkılapçılık ise toplumu ıslahtan öte toplumu ifsad edici bir özelliği taşımaktadır ki tamamen batıcı değerler üzerine kurulu bir toplumsal değişimi ifade eder. Halkçılık ilkesi en insancıl olarak görülmesine karşın ulusal egemenlik ve demokrasi temeline dayanması neticesinde yine İslam açısından problemli bir inkılaptır.
Nitekim cumhuriyet elitinin Batılılaşmış bir Türkiye oluşturma isteği geniş halk kitlelerinin değerler sistemi açısından çok fazla bir anlam ifade etmemiş olsa da; öyle bir Türkiye ki, kadınların sosyal ve siyasal haklarıyla erkeklere eşit olduğu, kadın ve erkeğin Batılı tarzda giyindiği, Batı’nın felsefesini ve sanatını taklit ettiği, Batılı gibi dans edip, Batılı gibi yemek yediği, Batı’nın müziğini, sahne gösterilerini izlediği ve hatta 1928’de Darül Fününa bağlı İlahiyat Fakültesi mensuplarınca kurulan bir komisyonun teklifleri kabul görseydi, neredeyse Batılı gibi dua ettiği bir Türkiye ve Türk toplumu meydana getirilmek istenmiştir.[12]
Yeni Türkiye’nin tanımı ve istikameti açısından Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’un “… Türk İhtilâli’nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine maletmek ve benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından kanunlarımızı oldukları gibi Batı’dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun iradesine uygun hareket etmiş olacağız…”[13] Bütün bu Batılılaşma çabalarına rağmen Batılılaşmanın çok gerisinde kalındığını iddia eden entelektüeller de vardır. Prof. Mümtaz Turhan, Niçin Batılılaşamadık? Sorusunu kendince cevaplamış; değişmeyi istemek ve eski hayatı terk etmek Batılılaşmak değildir demiştir. “Türkiye Batılılaşamamıştır. Bunun en büyük sebebi, insan unsuru dışında Batılılaşmak yolunun seçilmiş olmasıdır. Batı medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran, kendisini erişilmeyecek kadar üstün kılan kuvvet ilimdir. İlmî zihniyettir. Biz ferde bu zihniyeti vermiş değiliz. Ferdi bu şekilde yetiştirmiş değiliz. Zannedilmiştir ki, Batılılaşmak, Garplıya benzer şekilde yaşar görünmektedir. Medeniye prensiplerini benimsemek yerine onun teknik vasıtalarını satın almaktır. İlim zihniyetine sahip kılınmamış bir insan, güzel bir buzdolabına sahip olmakla, geniş caddelerden geçmekle Batılı sayılamaz. Çünkü kullandığı ve faydalandığı vasıtaları kendisi yapmamış, onları hazır almıştır. O yaratıcı değil taklitçidir. O ancak bir “hacıağadır”.[14]
Batılılaşma çabaları içinde en önemli unsur her ideolojide olduğu gibi Kemalist ideolojide de kadın konusu olmuştur.
Cumhuriyet Döneminde Kadın:
Cumhuriyet seçkinleri açısından kadının görünümünü ve statüsünü değiştirmenin özel bir önemi vardı. Bu tüm diğer devrimlerin başarısının teminatıydı. Meşrutiyet dönemi İslamcılarda, Cumhuriyetçi seçkinlerde değişimi genel manada kadın algısı üzerinden değerlendirmiştir. Cumhuriyetçiler eğer bu alanda başarılı olurlarsa diğer devrimleri de kolayca başaracaklarını düşünüyorlardı. Bunun için yurt gezilerinde Avrupai görünüme sahip kadınlar bilhassa gezi heyetine dahil edilirler. İstanbul’daki halk plajları kadınlara da açılır ve plaja gitmeye yönelik teşvikler uygulanır. Bunlar vasıtasıyla halkın tepki göstereceği şeyi görerek alışması sağlanmaya çalışılır.
2 Eylül 1929’da Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği bir “Miss Turkey” yarışması, bu yönde atılan en önemli adımlardan birisini oluşturur. Girişimin arkasında Mustafa Kemal vardır.[15] Cumhuriyet’te yarışma ile ilgili ilk duyuru 4 Şubat 1929’da yapılır. “Bütün dünyada güzel kadınlar seçilir ve memleketlerinin güzellik kraliçesi intihap edilirken (seçilirken), bizim böyle bir kraliçemiz niçin olmasın? Türkiye’nin en güzel kadını acaba kimdir?” iki gün sonra gerçek niyet açıklanır: “Türkiye’nin güzellik kraliçesini bulmaya karar verdik…” 16-25 yaş arasındaki “hanımlar arasında Mühim ve ciddi” bir müsabaka yapılacaktır. Bir hafta sonra gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi sütununu bu konuya ayırır. Güzellerin mayo ile jüri karşısına çıkacaklarını bildirip, bunu ise “gayri ahlaki” olduğunu söyleyenleri sert bir dille eleştirir. Yarışmacılarla ilgili ilk fotoğraf 7 Mart tarihinde yayınlanır. 125 yarışmacının fotoğraflarının yayınlanışı 21 Haziran 1929 tarihinde tamamlanır. Sıra okuyucuların oy vermesine gelir. 1 Ağustos’ta açıklanan sonuçlara göre, 1121 oyla Mualla Suzan birinci seçilir. Gazete 400’ün üzerinde oy alan 48 yarışmacının büyük jüri önüne çıkmasına karar verir. Jüride yer alan isimler arasında Abdülhak Hamit Tarhan, Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Namık İsmail, Nazmı Ziya Güran, Mesut Cemil Tel, Muhittin Sadak, Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit gibi dönemin yazar, ressam, müzisyen ve tiyatrocuları vardır. Yarışma Cumhuriyet gazetesinin üst katında yapılır. Cumhuriyet’e göre “orta boylu, kıvırcık lepiska saçlı, altın gözlü, beyaz tenli, zarif endamlı, beyaz krep satenden elbise giymiş olan” Feriha Tevfik birinci seçilir. İkincilik Semine Nihat’a, üçüncülük ise Matmazel Araksi’ye verilir.
Bu yarışmaların iki amacı vardır. Birincisi bu siyasal bir hadisedir. Yıllardır örtülü olan Müslüman kızların çıplak bir şekilde arzı endam etmesi sağlanarak uygar dünyaya Türkiye’nin ayak uydurduğunu ispatlama girişimidir. İkincisi ise orta ve alt tabaka sınıfın namus ve iffet anlayışlarını aşağılamak ve açılmayı meşrulaştırmaktır. Bu yarışmalar devam eder gider ve 1932 yılında yapılan güzellik yarışmasında Tüccar Halis Bey’in 17 yaşındaki kızı Keriman Halis Türkiye güzeli seçilir. Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenen Dünya Güzellik Yarışması’na katılır ve kraliçe seçilir. Bu sonuç şu açıdan ilginçtir; Dünya güzeli seçilen Türk kızı Keriman Halis, son Şeyhülislam’ın torunu olarak takdim edilmiştir. Niçin kraliçe seçildiği gayet ortadadır. Mustafa Kemal bu yarışmanın akabinde Cumhuriyet gazetesine şu demeci verir: “Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerinde hükümlerinden memnunuz…” bu başarı Feroz Ahmad’a göre, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünün onaylandığına yönelik anlam yüklü bir mesajdır. Türkiye’nin aynı mesajı, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne katılıp Kore’ye asker gönderdiği zaman tekrar alır ve 1952’de Günsel Başar Dünya Güzeli seçilir.
Kadının statüsünün değiştirilmesine dönük bu yarışmaların haricinde “Güzel Bacak” yarışması da düzenlenir. Ve bu yöntemlerle kadının iffet ve namus algısıyla oynanır. Batılı medeni dünyayı yakalama arzusu ile Müslüman kadın vahyin emrettiği yaşamdan uzaklaştırılır. Mustafa Kemal’in emriyle balolar düzenlenir ve bu balolarda kadın erkek emirle dans ederler. Öyle ki bu balolarda Nilüfer Göle’nin tabiriyle Mustafa Kemal nazikçe “Bu salonda Türk subayının dans teklifini reddedecek bir hanımefendi bulamıyorum. Onun için emrediyorum size salona dağılın ve hanımefendileri dansa kaldırın” emrini vererek kadının ve dolayısıyla toplumsal değişimin mimarlığını yapıyordu.[16]
Özgürlük ile kadının namusunu ters olarak değerlendirmiş bir toplumda, bu o kadar da kendiliğinden olmamaktadır. Nitekim Medeni Kanun’un kabulüne tepki olarak 1926 yılında Akşam Gazetesi’nde çıkan bir karikatür bunu iyi özetlemektedir: Karikatür, özgürleşmiş bir Türk kadınını balona binerken ve fazla ağırlıklar olarak da “fazilet, namus ve utanma”yı atarken göstermektedir. Kadının kamu yaşamına girmesi ancak “saygınlığa” dair işaretler abartılarak meşruluk kazanmıştır. Okumuş kadın, meslek sahibi kadın, Kemalist reformların yücelttiği değerler bağlamında ayrıcalık kazanmış, ancak bir o kadar da “cinsiyetsiz” hata bir ölçü de erkek kimliğine bürünmüştür. Bir başka deyişle, Kemalist kadın peçesini ve çarşafını atmış ancak bu kez cinselliğini “çarşafa sokarak” kamusal alanda kendisini zırhlandırmış, bir ölçüde dokunulmaz erişilmez kılmıştır.[17]
Cumhuriyet ideolojisi halkı Batılı zihniyete angaje etmek için bir takım ideolojik ve baskı aygıtları kullanmıştır. Buradaki baskı ve ideolojik aygıtları ifadesini Louis Altusser’in kitabından ödünç alıyoruz. Öncelikle devletin baskı aygıtlarından söz edelim.
[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İst. Bilgi Üniv. Yay. Sh. 69
[2] Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 75
[3] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay. İst. 1994, 4. Baskı, sh. 56
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, sh. 232-233
[5] Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyet’in Tarihi, sh. 136
[6] Ziya Gökalp, Türkiyecilik ve Türkçülük, Yeni Mecmua, sayı 31
[7] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, iletişim yay. Sh. 73
[8] Şerif Mardin, a.g.e sh. 70
[9] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, ist. 1980, sh. 393, 394
[10] Mete Tunçay, Tek Parti Yönetiminin Kurulması, sh. 212
[11] Nazmi Avcı, Türkiye’de Modernleşme Açısından Din Kültür Siyaset, Pınar Yay. Sh.231
[12] Nazmi Avcı, age. Sh. 232
[13]Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 115
[14]Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 166
[15]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak yay. sh. 126
[16] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis yay. Sh. 87
[17] Nilüfer Göle, a.g.e. sh. 107