Türkiyede İslamcılığın Tarihi Seyri (Osmanlı’nın son zamanlarından 1970’lere kadar)
Konumuzu 3 alt başlık altında işleyeceğiz:
1- İslamcılık nedir?
2- İslamcılığın tarihi seyrine genel bakış
3- İslamcılıkta öne çıkan isimler
1-İslamcılık nedir?
Siyasal-İslamcılık
İslamcılığın sınırlarını çizmek, diğer akımlara göre daha zordur. Şeriatçı bir talep mi, İslam artı modernleşme mi, ne kastediyor, sınır çizemiyoruz. Sorun Meşrutiyet sorunu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde İslamcılık, bir irtica olarak kodlanmıştır. Osmanlı’nın son zamanlarında devletin muhafazası için, devlet için, bir çözüm seçeneği olan akım. Cumhuriyet sonrası 60’lı 70’li yıllara kadar, İslamcılık isimlendirilmesi çoğunlukla bu hareketin dışındakiler tarafından olmuştur. Bu harekete mensup olanların hiçbiri, bu ismi kayıtsızca kabullenmemiştir. 80’li 90’lı yıllardaki Radikal İslamcılardan öne çıkan kişiler, kendilerine İslamcı denmesine karşı çıkmışlar. Kendilerine Müslüman denmesini tercih etmişlerdir. Siyaseti dinden ayırma çabasına karşı çıkmak adına, İslamcılık yerine Müslüman vurgusunu yapmışlardır. İslam’ın hayatın her alanına nüfuz eden ahlaki, dini, dünyevi ve uhrevi bir boyutu vardır. İslamcılık siyasi mi, değil mi? Gündelik hayatta yaptığı bütün tercihlerde, eylemlerde dini bir metinle uyumlu olmayı gözeten bir insanın, siyasal tercihlerinde veya katılımında bu metne uygunluğu göz etmemesi düşünülebilir mi? Diğer yandan sadece siyasi olarak devlete indirgenmiş bir şeyden söz edilebilir mi? Hayır, O halde İslamcılık nedir? Herkesin bir tanımının olması normal. Öncelikle siyasal kavramını anlamalıyız, Çünkü İslamcılık her şeyden önce siyasal eğilim veya oluşumdur. Siyasal en geniş anlamıyla; bir kimlik ve aidiyetin başladığı yerde ortaya çıkan ve insanın taraflarda kendi pozisyonunu belirlemesiyle somutlaşan bir şeydir. Bu anlamda siyasal, hayatın her alanında olan bir şey, insan belli bir aidiyet ile belli kararlar almaya başlayınca siyasal alanın içine girer.
İslamcılık; siyasal davranışın Müslümanlık algısı ile buluştuğu her noktada ortaya çıkabilen bir kimlik, bir algı olarak düşünülebilir. Tanım, ne tür bir İslam yorumuna sahip oldukları önemli olmaksızın, siyasal pratiğinin merkezine İslam’ı koyan her türlü Müslüman oluşumu İslamcılıktır.
İslamcılık ifadesi, ‘İslam’a göre bir siyaset takib etmek’ şeklindeki isteklerden oluşan sosyo-politik cereyanı ifade etmektedir.(Selahattin E. Çakırgil)
İslamcılık akımı Tanzimat döneminde iktidara muhalif çevrede ortaya Çıkan bir bunalım toplumu hareketidir. Mumtazer Türköne, hareketi “Kitle iletişiminin gerçekleştiği, okur-yazar oranının arttığı, yani eğitimin yaygınlaştığı -batıdaki gibi sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkmamasına rağmen-aydın zümresinin doğduğu kültür ortamında dönüşüme uğrayan İslam düşüncesine İslamcılık denir” diye tarif etmektedir.
İslamcı bir aydın olan Said Halim Paşa ise terimi: “İslam’ın din ve dünyayı, maddiyatı ve maneviyatı kapsayan sosyal bir din olduğu kabul edildikte, İslamlaşmak demek, İslam’ın itikat, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini, daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsirve buna uymaktır.” diye tarif eder.
- S. Aydın’ın, “Geniş anlamıyla İslamcılık, hissi, ilmi ve fikri açıdan İslam’ın, -bir din, kültür ve medeniyet olarak- yüceltilmesi ve insanlığa yol gösterecek konumda tutulmasıdır” tanımı ise terimin giderek daha geniş bir anlamı muhtevî olduğunu göstermektedir.
İsmail Hakkı bu konuda şöyle söyler: ““Mensubiyetim ancak İslam dininedir. Tarikim’ ancak en hayırlı tarik olan Tarikat-ı Muhammediyyedir. Selefiyye olsun, mütekellime olsun, mutasavvıfa olsun,felasife olsun hangi fırka olursa olsun hak ve hakikat uğrunda çalışan bir grubu ulu orta reddetmeyi hiçbir vakit kabul etmem. Herzaman aldığım söz ve görüş ancak Son Peygamber’in söz ve görüşüdür, “Hak tabi olmaya en layık olandır”
İsmail kara İslamcılığı şöyle tanımlıyor: “İslamcılık 19-20. yüzyılda İslamı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların bütününü ihtiva eden bir hareket…”
İ. Kara, İslamcıların dinî ve fikrî görüşlerini şekillendirirken şu hipotezlerden hareket ettiklerini söyler: l-Müslümanları saf ve sağlam bir inanç sahibi kılmak; 2-yeni bir terminoloji oluşturmak; 3-tasavvufu ıslah etmek; 4-İslam dünyasında yaygın ahlak anlayışını değiştirmek; 5-cihadı, İslam tarihinin ilk dönemlerinde olduğu gibi geniş ve kapsamlı bir şekilde yorumlayarak topluma mal etmek.
Yani,İslamcılık düşüncesine göre toplumu bir arada tutan temel faktör dindir. Hangi milliyetten olursa olsun, bütün Müslümanlar bir millet gibi dinin ortak zemininde toplanmalıdır; İslam Ümmeti
İslamcılık sadece siyasi değil, Müslümanların geri kalma sebeplerinden başlayarak, bunların çözüm yollarını araştıran ve mevcut sosyal şartlarda yeni fikirleri üreten ilmî ve fikrî bir veçheye de sahiptir. Türkçülük ve batıcılık akımlarıyla mücadele içinde olmuştur.
İslamcıların büyük çoğunluğu, dinin temel kaynaklarına yönelerek İslam’ın mevcut şartlar içinde yeniden yorumlanması gerektiğine inanmaktaydılar. Bunun için de asırlarca kapalı olduğuna inanılan içtihat kapısının yeniden açılmasının gerekliliği vurgulanmıştır. Böylece İslamcılar, karşılaşılan meseleler ve batı medeniyetinden İslam’a yönelik hücumlara karşı yeni çözüm yolları üretebilecekler, taklit batağına saplanan ve mezhep taassubu yüzünden ayrılıp birbirlerine düşman olan Müslümanları, mezheplerin telfîkiyle asgari müştereklerde birleştirebileceklerdi. Bu bağlamda, diğer İslam ülkelerindeki olayları ve fikri gelişmeleri yakından takip ederek Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve benzeri görüşlere sahip kimselerin neşriyatını tercüme yoluyla Türk kamuoyuna aktarıyorlardı.
İslamiyeti ve Müslümanları yeni bir tecdit, ıslah, ihya hareketi içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir. Sanayileşme ve modern çağın ortaya çıkardığı yeni gelişmeler doğrultusunda çağdaş İslam düşüncesi yayılmaya başlamıştır. İslamcıların asıl gayesi; İslamiyeti, ahalisi Müslüman olan ülkelerde hakim kılmak ve İslam dünyasını müşterek duygular etrafında toplamaktır.
İslamcılık…Bu çözüm önerisini yapanlar, Genelde, Hz. Peygamber(S)’in Asr-ı Saadet dönemi uygulamalarına dönülmesini isteniyordu. Kimileri, modernizm/ asrîlik/ çağdaşlık adına Avrupa’dan gelen her yenilik ve yeni fikre karşı direnmek gerektiğini söylüyorlardı. Ama, bunun nasıl olacağını yine kestiremiyorlar; sadece, yapılan saldırılara İslam adına karşılık vermeye çalışıyorlardı.. Avrupa’dan teknoloji ürünleri alınabilirdi, ama,Avrupaî denilen yaşayış tarzı, hayır!..
İsmail KARA şöyle diyor:“Birincisi, İslâmcılık modern dönemde ortaya çıkmış, bütünlüğü olan yeni bir İslam yorumudur. Bu yüzden modern ve hatta kısmen modernist yönleri öne çıkar. Aynı zamanda din merkezli yüksek bir sese ve samimi bir feryada sahiptir. Uyandırmak ve ayağa kaldırmak istediği bir müslüman kitle aramaktadır. Burada biz İslamcılığın karşı çıkan, meydan okuyan, muhalefet eden tarafı kadar paradoksal olarak düşman bildiği batılı değerlerle, modern Avrupa düşüncesiyle bir şekilde uyum arayan yönlerini birlikte görürüz. Hareketin aynı zamanda gelenekçi bir akım olarak tanımlanması alt ayırımlara göredir. Elbette diyelim ki daha batılılaşmacı akımlara göre İslamcılık, gelenekçi kalabilir, çünkü daha dini bir söyleme sahiptir, koruması gereken şeyler daha çoktur, daha dindarane bir gelecek ve toplum tasavvuru vardır. Fakat bu onun aynı zamanda modern ve modernist bir hareket olmasını ortadan kaldırmaz.”
Kavramın kullanılışı
Kavramın ilk kullanılışı, 19. yüzyılın son çeyreğine gidiyor. Jön Türklerin de entelektüel katkıları ile panislamist politikalar paralelinde, Osmanlı’nın bekası ve muhafazası için sarılmış bir refleks olarak, yeniden kastediliyorsa da, bugün tam olarak ayırt edilememekle beraber, İslam tarihinin başından beri sıkça rastlanıyor.Hatta ilk İslamcı hareketin, Mutezile olduğu söyleniliyor, körü körüne akla karşı çıkması vs. örnek verilebilir. Bugün ise ; fikri, entelektüel, ahlaki, sosyal ve siyasi bir ideoloji olarak halen varlığını sürdürmektedir.
Bir düşünce akımı kimliğiyle, İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde, kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki “Panislavizm”i etkisiz duruma sokmak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.
İslamcılık; Cumhuriyet Türkiyesine Osmanlı’dan miras kalan kültürel olgular arasındadır.
Niyazi BERKES’e göre fikir akımlarının İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük şeklinde ifade edilmesi Rusya’dan gelen Türkçülerin etkisiyle olmuştur. Rus aydınları arasında kullanılan Batıcılar, İslavcılar, Rusçular terimlerinin etkisi altında kalarak o gelenekten gelen Rusyalı Türkçüler diğer görüşte olanlara Batıcı, İslamcı adlarını takınca, onlar da buna karşılık olarak (ilk başlarda alay etmek için) onlara Türkçüler adını takınca bu ifadeler yerleşmeye başlamıştır.”
İslamcılığı, Batı emperyalizmi karşısında yenik düşen İslam dünyasını, içinde bulunduğu geri durumdan kurtarma arayışı içinde olan bir akım olarak görenler de vardır. İttihad-ı İslamı savunan yazarların hemen hemen tamamı, Batının İslam dünyası içine soktuğu soruları cevaplamak ve kuşkuları gidermeye çalışmak için çaba sarf etmişlerdir. “İslam dünyası niçin geri kalmıştır? Müslümanlar nasıl kalkınabilir? Müslümanların birliği nasıl sağlanabilir? Batının kalkınmasına sebep olan özgürlük, eşitlik, medeniyet, bilim, düşünce, kadın hakları gibi değerlere İslam sahip midir? Din-devlet ilişkileri nasıl düzenlenebilir? Bilim ve akılla İslam arasında bir çatışma var mıdır? İslam’ın korunması gereken, değişmeyecek yönleri nelerdir? Batıdan neler alınmalıdır?” vb. sorunlar İslamcı aydınları meşgul etmiş, bunlar yazdıkları, makale, risale, kitap vb. yayınlarla bu soruları cevaplamaya çalışmışlardır.İşte İslamcılık cereyanı bu süreçte batı karşısında direnebilme ve ayakta kalabilme mücadelesini veren İslam dünyasında, yeni yetişen aydınlar tarafından başlatılan, bir zihniyet mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır.
İslamcılık hangi zamanlarda görülür?
İslamcılık, İslam’ın saldırıya uğradığını düşünüldüğü durumlarda daha fazla hissedilen ve şekillenen bir şey olmuştur. İslam’ın değerlerinden bir uzaklaşma yaşandığı toplumsal ahlaksızlıklar, eşitsizlikler, baskılar baş gösterdiği zaman bunlara karşı itiraz söylemlerini örgütleyen referans olmuştur . Yüzyılın son çeyreğinde bu söylem, henüz İslam’ın siyasal bedeninin hasta da olsa, devletin bekasını talep eden bir söylemdir. Cumhuriyetin kurulması ile İslamcılık hiçbir zaman tamamlanmamış bir kurtuluş mücadelesini dillendirmiştir. Türkiye hiçbir zaman doğrudan sömürülmemiş olsa bile, kendi kendini sömürgeleştirme sürecine işaret etmiştir. Konumuz dahilinde İslamcılığı dönem olarak 2’ye ayırabiliriz:
Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası İslamcılık olarak 2’ye ayrılır. Cumhuriyet öncesinde devlet hareketi iken, Cumhuriyet sonrasında halk hareketi olmuştur. 70’li 80’li yıllarda İslami devlet kurma düşüncesi merkezde, 90’lı yıllarda İslami devlet kurma düşüncesine özeleştiri, sorgulama ,hayal kırıklıkları vs. dile getirilmiştir.
İslamcılık siyasalın dışında mı kalmalıdır?
Türkiye’de İslamcılığın nasıl tanımlanırsa tanımlansın şeriat ilkelerinin uygulanabileceği Bir siyasal ve toplumsal düzenin kurulması olmamıştır. Bu amacı taşıdığını ilan eden hareketler, ki bunlar genelde uzun soluklu olmayı başaramayan ve popüler, bir destek kazanamayan marjinal kalmış hareketlerdir. Cumhuriyet, İslam dinini esas alarak, dini olanla dünyevi olan arasındaki ikilemin yarattığı gerilimin hediyesine dayalı bir kolektif uzlaşmanın adıdır.
İslamcılığı daha iyi anlamak için 3 dönemde inceleyebiliriz: (Ali Bulaç şu şekilde bir tasnif yapmıştır.)
İslamcılık, İslam’ın üç siyaset tarzı, üç nesil, üç ayrı algı ve siyaset davranış tarzını ifade eder. Bunlar:
1-)İlk nesil İslamcılar: Anahtar terimler: Kurtarıcı misyon, İslam’a dönme ,İslamlaştırma (1856 1924)
1856 yılını, başlangıç yılı olarak seçmemizin sebebi, Islahat Fermanı’nın ilanıdır. Bu Ferman Osmanlı iktidar elit uleması ve Müslüman tebaa üzerinde derin etkiler bırakmıştır. İslamcılık, tümüyle olmasa bile bir yönüyle ıslahatla birlikte doğan aleyhteki konjonktüre karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1924’te İslamcıların öne çıkardıkları tecdit, ıslah ve İhya gibi argümanlar, yerlerini devletin bir tercihi olarak batılılaşmaya bırakmıştır. İslamcıların dinin aslına dönüş talepleri, kendi formülasyonu ve amaçları bakımından gündemden inmiş, bu kavram daha çok İslam içinde bir tür Protestanlık eğiliminin güçlenmesi yönünde batıcı akımların elinde işe yarar yardımcı bir argüman olarak kullanılmaya başlanmıştır.
2- ikinci nesil İslamcılar:(1950 -2000) Anahtar kelimeler: Kurucu misyon yeni bir toplum ve devlet tasarımı, İslamileştirme. 2. nesil İslamcılar Kendi seleflerinden farklı olarak kurucu bir misyonla ortaya çıkmışlardır ki, bu misyon sadece İslami bir devleti değil, aynı zamanda Bir toplumu da kurma iddiasında ve talebindedir. 1950’yi başlangıç tarihi almamızın sebebi: Türkiye’nin bu tarihte çok partili hayata geçmiş olması ve Mısır’da da ihvan-ı Müslimin hareketinin politik bir kimlik değişimine uğramış olmasıdır. Temel argüman, sadece devlet eliyle resmi toplumun İslamlaştırılması değil, devlet ve kurumlar yanında kültürel ve bütün toplumsal yapıların İslamileştirilmesidir. İkinci nesil İslamcıların fikri, siyasi ve toplumsal etkinliklerini en iyi ifade eden kavram hiç kuşkusuz İslami harekettir.
3- 3. nesil İslamcılar: (2000 ve sonrası) Anahtar kelimeler : Açmacı ve dönüştürücü misyon İslamlaşma, Birey, çoğulcu toplum, sivil inisiyatif. Temel argüman politik merkeziyetçilik değil, ancak politik ve kurumsal olanın önemli ve gerekliliği yanında nasıl bireysel tercihler yeni ve iradeyi cemaat yapıları birden fazla kimliğin ifade ve temsiline açık, çoğulcu kamusallık, sivil inisiyatif kullanımı ve buna paralel olarak aşağıdan yukarıya doğru gelişen bir İslamlaşma sürecinin, dini hayatı bizzat kendisini ve kendi hatırına bir amaç olarak öne çıkarmıştır. Etkileyici 2 faktör kentleşme ve küreselleşme.
1856 yılındaki Islahat Fermanı’nın sonrasında oluşan toplum ve siyaset düzeninden rahatsız olan bir dizi Osmanlı aydınının ve paşasının geliştirdiği İslamcılık siyaseti, ikinci Abdülhamit tarafından bir devlet politikasına dönüştürülmüştür. Abdülhamit’ten sonra her ne kadar İslamcılık siyaseti tek başına resmi politika olma özelliğini yitirmeye başlamış olsa da İslamcı siyaset En azından 1916 yılına kadar etkin bir arayış olma özelliğini sürdürmüştür.
İSLAMCILIĞIN TARİHİ SEYRİNE GENEL BİR BAKIŞ (Osmanlı’nın son zamanlarından 1970’lere)
İlk olarak meselenin tarihi arka planına bakalım:
İslam dünyasının geri kalmasına sebep olan harici etkenlerin başında Avrupa’daki fikri ve sınaî gelişmelere ayak uydurulamaması gelir.
Miladî-18. yüzyılın ortalarında Avrupa, termo-dinamik kanunlarını ve ‘buhar gücü’nü keşfeder ve 1750’lerde ilk lokomotifi harekete geçirirken, dünyaya yine ayak uyduramadık, dünyadaki gelişmelerden geri kalmamak gerektiğini pek anlayamadık…
Bununla, Müslüman halk kitlelerini suçlamak geleneğine tutunduğumuz sanılmamalı.. Hiçbir maddî, manevî, ve kültürel kalkınmayı, herhangi bir halkın ‘avam’ kitleleri sağlamamıştı.. Ama, yazık ki, medreselerimiz -Âkif’in Safahat’ta çok çarpıcı şekilde anlattığı üzere- asırlarca,dünyada da, uqbâda da işe yaramayacak konularla oyalandı, hâlâ ve sadece askerî güç ve zaferleri gözetlemekteydik..Avrupa karşısında, askerî alanda da geri kaldığımızı hissettiğimizde ise..İş işten geçmişti.(
Bu bakımdan,
‘Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm;
Dolaştım mülk-i İslam’ı; bütün viraneler gördüm..’ diye yakınan Ziyâ Paşa, çok yanlış da söylemiyordu… Gerçi, diyar-ı küfr içinde de nice virâneler vardı; ama, sanayileşen diyarlara ayak uyduramadığımız da ortadaydı.. Selahattin Çakırgil)
İlk mektepleşme sürecine geçişimiz bile, 19. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşebildi..Ama, çok geç kalmıştık..Ve, geç kaldığımızı hemen herkes hissetmeye, fark etmeye başlamıştı..Çünkü Müslümanlar bu geri kalışı kabullenemiyorlardı.. Ama, neyin nasıl düzeltileceği de bilinemiyordu..
İşte öyle bir dönemde.. 1800-1850’lerde karşımıza ‘Tanzimat kafası’ çıkıyordu.. Bu kafa, sadece Avrupaî dış görüntü ve kılık-kıyafeti kabullenerek modern dünyaya yetişilebileceğini sanıyordu. Memurlara setre pantolon, sarık yerine fes, redingot tipi paltolar giydirmekle, kolalı gömlekli katibler özentisiyle bunları topluma benimsetiyordu. İşte o ağır sosyal şartlar altında, geri kalmışlık daha net olarak ortaya çıkarken, toplumun içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtarılacağına dair akıl yürütmeler gündeme daha sistematik olarak gelmeye başlıyordu…
Belli başlı üç tarz-ı tefekkür vardı: İslamcılık, İttihadı anasır(Osmanlıcılık), Türkçülük
Sultan Abdülmecit babası İkinci Mahmut’tan sonra yerine geçince saltanatının ilk günlerinde Tanzimat Fermanını ilan etmiştir, ardından da Islahat Fermanı’nı halka duyulmuştur. Bununla birlikte sorunların çözüleceği kanısındadır. Ardından 1861’de Sultan Abdülaziz, Abdülmecid’in ölmesi üzerine tahta geçer. 1876, 30 Mayısta Hüseyin Avni Paşa’nın düzenlediği darbe sonucunda Sultan Abdülaziz tahttan ayrılmak zorunda kalır. Bir müddet sonra da öldürülür. Sultan Abdülaziz’in öldürülmesinde ve mason olan 5. Murat’ın tahta geçmesinde de Hüseyin Avni ile Mithat paşa ikilisi belirgin rol oynar.
5. Murat 3 ay sonra tahttan indirilir yerine 1876’da 2. Abdülhamit tahta gelir, çok çetin sorunlarla yüzleşmek zorunda kalır. Mithat paşa, Mustafa Reşit Paşa ve Ali Paşa’nın yolundan giderek, büyük Avrupa Devletlerini Osmanlı’nın yanına çekebilmek için batılıları memnun edecek tarzda bir anayasa hazırlığına girişir. Batının samimiyetine bütün içtenliğiyle inanan Mithat paşa da hayal kırıklığına yol açar. 2. Abdülaziz Tersane Konferansı başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Mithat paşa azledip yurtdışına sürgüne gönderilir. Mithat paşa Kanuni Esasi’nin hazırlıklarını yapıyordu . Mithat paşa Sultan Abdülaziz kuzey Afrika’dan Çin’e kadar bütün dünya Müslümanlarına ulaşmaya çalışır bunda da hayli başarılı olur, tarihçilerin Panislamizm diye adlandırdıkları hareket 1. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki tarafından uygulanmak istenir. Ama at sahibine göre kişner atasözüne göre istenilen sonuç elde edilemez. Abdülhamit padişahlığı 1876 1909 yılları arasındadır. Sultan Abdülhamit, kendisini dünyadaki 300 milyon Müslüman’ın halifesi olarak tanıttı, inancının sağlamlığını ve güçlülüğünü göstermek için Mekke’ye Haccı kolaylaştıracak Hicaz demiryolunun inşaatını başlattı. (Philips Stoddart)
Sözün kısası 2. Abdülhamit kısıtlı imkanlara rağmen dehasını kullanarak çökme aşamasında olan İmparatorluğu bir müddet daha ayakta tutmayı başarır.
Jön Türkler ve 2. Meşrutiyet
Sultan Abdülhamit’e karşı çıkan Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi meşruti idare yanlısı Genç Osmanlı münevverleri daha rahat edebilmek için Avrupa’ya kaçarlar, Avrupalıların Jön Türkler diye adlandırdıkları bu ilk muhalif grup, fazla varlık gösteremeden Abdülhamit’in karşı politikaları ile siyaset sahnesinden silinip giderler. Ama, daha sonraki süreçte bu grup İttihat ve Terakki olarak ortaya çıkar.
İttihat ve Terakki, 31 Mart ayaklanması ile beraber ayaklanmada hiçbir sorumluluğu bulunmayan 2.Abdülhamit’i tahttan indirerek, 27 Nisan 1907’de Abdülhamit’in yerine daha pasif gördükleri 5. Mehmet Reşat’ı getirir. Abdülhamit’in dengeli ve tutarlı politikaları sayesinde korunabilen imparatorluğun birliği acemi, beceriksiz hatta hain eller de kısa sürede dağılır. 1909’dan itibaren, iktidarın kontrol ve denetimini ele geçiren İttihat ve Terakki kendisine parçası olduğu çöküşü engellemeye yönelik girişimlerden sonuç alamaz. Üçlü çetenin elindeki imparatorluk, 1. Dünya Savaşı’nın başlaması arifesinde çok zor durumdadır. İttihat ve Terakki liderleri, karşılarına çıkan bu tarihi fırsattan da yararlanması bilemezler. Abdülhamit’in Avrupalı devletlere karşı takındığı denge politikasını terk ederek, savaşın hemen başında biraz da Enver Paşa’nın Emri vakisi ile, Almanya’nın safında yer alırlar. Bu arada İstanbul’da saltanat değişikliği olur. Sultan Reşat’ın yerine, her şeyin kaybedilmek üzere olduğu bir dönemde, tahta Vahdettin olarak bilinen Sultan Mehmet geçer.(Meşrutiyetin ilanı ile de Tanzimat dönemi sona erer.)
Mustafa İslamoğlu şöyle bir değerlendirme yapar: “Tanzimat batılılaşma yolunda önemli bir adım olduğu ve daha da önemlisi ülkeyi kapitalizmi açık pazar haline getirdiği halde ülke içindeki tepkileri önlemek için Ferman’ın metninde İslami ilkeler öne çıkarılmış ve Devletin temel meşruiyet zemini biçimsel de olsa korunmuştur. Tepkisel dengenin sağlanması için bilimsel bazı İslami uygulamalar Tanzimat ile birlikte daha da etkinleştirilmesi çalışılacaktır. Sözgelimi ikinci Mahmut Sultan’a itaati emreden 25 hadis derletecek beri yandan 1842’den itibaren namaz kılma mecburiyeti gibi bazı uygulamalar getirilecektir. Oysa aynı dönemlerde İçtihat yapıyorlar iddiası ile, bazı alimler mahkemeye çıkarılıyor ve kendilerine tefsir ve hadis değil fıkıh okumaları öneriliyordu. Osmanlı gericiliği ve tutuculuğu ise bu dönemde müfredata sokulan haritacılıkla ilgili derslere dahi, resim yapıyorlar anlayışı ile karşı çıkmakta, böylece sorunun özünü gözden kaçıran ulema, hala biçimsel tepkiler üzerinde devam etmektedir.”
Ardından Islahat Fermanı ilan edilir
Abdulhamit dönemine yakından bakalım:
Abdülhamit kendi döneminde sanıldığının aksine Tanzimat’ın temel modernleşme çabalarına karşı durmak şöyle dursun, bu çabaları daha da hızlandırdı, bu dönemde özellikle eğitim kurumları yaygınlaştırıldı. Ve ilginçtir, bu dönemde medreselerle ilgili nitel ve nicel olarak hemen hiçbir gelişme ve artışta sağlanmadı. Adeta kendi hallerine terk edilen medreseler ise, giderek mektepler karşısında hem prestij hem de etkinliklerini yitirerek çökmeye terk edildiler. Salt bu durum bile Abdülhamit’in İslamcılığının amaçsal olmaktan ziyade, araçsal oluşunun en önemli göstergesidir. O nedenle Abdülhamit İslamcılıktan ziyade Osmanlıcı bir politika izlemiştir. İslamcılığı, Osmanlı siyasal birliğini birleştirici bir bağ olarak kullanmış. Hilafet fikrini ise bu birliğin ve kendisinin otoritesini meşrulaştıracak bir dernek olarak canlandırmıştır. Zira, ona kadar Osmanlı padişahları ne halife unvanını ne de hilafeti siyasal bir doktrin olarak kullanmışlardır. Abdülhamit’in ve genelde Tanzimat yöneticilerinin ulemayı ve medreseleri ihmali ise gerçekte modernleşme projesinin yürütülmesi için, muhalif kanadı zayıflatmayı amaçlayan, uzun vadeli bir devlet politikasının ve batılılaşma projesinin bir parçasıdır. Abdülhamit tarafından politik bir amaçla savunulan halifelik ve İslam Birliği siyasetine karşı aynı fikri, ama içtenlikle savunan Cevdet Paşa ve Hayrettin Paşa yönetimden uzaklaştırılmıştır. Cemalettin Afgani göz altında tutulmuş, Said Nursi’ye yüz verilmemiş, Esad Efendi ise sürgüne gönderilmiştir, yine aynı fikirleri savunan Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi’de onun karşısında yer almışlardır. Abdülhamit otoriter eğilimine uygun olan Eşariliğin ve yine bu anlayışa uygun olarak tarikatları ve tasavvufu desteklemiştir. Öte yandan Abdülhamit Osmanlı modernleşmesinin en önemli adımlarını atan ve bu yönden Tanzimat politikalarını sürdüren bir şahsiyettir.
Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh gibi İslam yenilikçileri tarafından dinsel olduğu kadar kültürel ve siyasal bir aktivite olarak da ortaya konan İslamcılık, aynı zamanda Tanzimat Dönemi aydınları olan Namık Kemal ,Ziya Paşa ve Ali Suavi tarafından da savunulmuştur.
Selefi bir geriye dönüş değil bir Öze dönüş anlamındaki kaynağa dönüştür. Dolayısıyla bu eğilim daha ziyade Batı ile doğrudan ilişkilere giren İslam ülkelerinde ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu anlam ilk Özgün düşünceler Türkiye’den ve Mısır’dan önce Rusya’nın egemen olduğu Tatarlar arasında boy gösterir Musa Carullah gibi yüzyılda yaşayan yenilikçi Tatar kökenli alimler İçtihat kapısının açılmasını taklitçilik ve tutuculuğun tasfiyesini, eğitime önem verilmesini, Kur’an ve İslam Tarihi yanında modern bilimlerinde öğrenilmesini ve İslamın temel saflığına dönülmesini savunurlar. İslamcılığı bir saray ideolojisine dönüştürerek araçsallaştıran Abdülhamit, bunu daha çok İmparatorluğu ayakta tutacak hilafetçi tezin bir meşruiyet gerekçesi olarak düşünmüştür. Ancak o Namık Kemal, Tunuslu Hayreddin ve Cemaleddin Afgani gibi İslamcı yenilikçileri tehlikeli bulurken kendi siyasal pragmatizmin daha çok tarikatlar kanalıyla etkinleştirmeye çalışmıştır. Medreselerde ulemayı bile görmezlikten gelerek, medrese temelli bir yenileşme yerine Tanzimatçı şizofreniye bağlı kalarak, medreselerin, uzun vadede mektepler lehine gözden çıkarılmasına varacak bir batılı eğitim sistemini geliştirmeye baş koymuştur.
Dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı, Abdülhamit’in siyasetinin söylemsel olmasa bile olgusal bir sonucudur. Bu dönem İslamcıları 3 ana ekseninde toplanmış durumdadır.
1- 31 Mart ayaklanmasının sorumlusu olarak bilinen Derviş Vahdettin’in başında bulunduğu yayın organı, Volkan gazetesi olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti. Bilindiği gibi Said Nursi’de Volkan’da yazmaktadır.
2 -Cemiyet-i ilmiye-i islamiye adlı bir dernek etrafında toplanan ve Beyan-ül hak adlı dergi çıkaran başını Mustafa Sabri, Musa Kazım gibi muhafazakâr şeyhülislamların başını çektiği grup.
3- Sırat müstakim çevresinde toplanan yenilikçi Müslüman Aydınlar ve ulema grubun 2. Meşrutiyet sonrasında yayın organları İslam, Sebilürreşat gibi dergiler olacaktır. Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Aksekili Hamdi, Şehbenderzade Ahmed, Hilmi Ferit kam, Fenni Ertuğrul, Şemmseddin Günaltay, Ahmed Naim, Abdurreşit İbrahim, Kazan kökenli olan Musa carullah. Bu grubun önemli simalarından Abdurreşit İbrahim Tüm İslam dünyasını gezmiş ve Abdülhamit’i tutarlı ve sahih bir İslamcı siyaset izlemediği için eleştirmiştir.
Yenilikçi İslamcılar, genel olarak Abdülhamit yönetimine ya da istibdada karşı çıkarken Meclis-i Mebusan ve Kanuni Esasi uygulamalarını desteklemişlerdir. Hurafe ve mistisizmi reddeden bu tecdit yanlısı İslamcılar Kuran’a ve Tevhit ilkesine dönüşü savunmuşlardır. İslam birliğini amaçlamışlardır.
İkinci grup gerek Mustafa Sabri, gerekse Musa Kazım gibi gelenekçi İslamcılar ise kadınların Yüksek Öğrenim görmesine karşı çıkarlar. Bu grup, padişahlığı ve hilafeti savunurken, batılılaşma çabalarının halkın siyasete katılımını, yani demokrasiyi reddederler. Ulemanın klasik misyonunu izleyerek, hilafeti savunan bu grup tarafından kurulan İslam Teali Cemiyeti siyasi amaçlar izlemediğini, çünkü bu ilmiyeye uygun değildir, “ İlmiye siyasetle meşgul olmaz.” şeklinde tüzüğünde belirtir. 1920 yılında cemiyet tarafından çıkarılan bir dergide, Bolşeviklik ile ilgili bir makale yayınlanır, bunun üzerine ortaya çıkan tartışmalar da Bolşeviklik hakkında henüz bir fikir yürütülemeyeceğini söylerken, bu durumu protesto eden birçok sarıklı cemiyetten istifa eder. Mustafa Sabri, Hanefi olduğu halde Eşarici akaidi benimser ve Abduh, Afgani, Musa Carullah gibi yenilikçi ulemaya şiddetle karşı çıkar.
3.Mehmet Akif ve çevresinde yer alan yenilikçi İslamcılar, Abdülhamit’e karşı çıkarken i İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne de mesafeli davranmışlar ve büyük ölçüde İstiklal Savaşı’nı desteklemişlerdir. Mehmet Akif, savaş sonrasında hayal kırıklığına uğrayarak, yapılan batıcı devrimler akabinde Mısır’a giderek orada yaşar ve ölümüne yakın yurda dönerek yalnız ve garip olarak ahiret yolculuğuna çıkar. 1936(Ümit Aktaş)
İslam dünyası içindeki başka hiçbir yerde, apaçık bir batılılaşma bu kadar candan benimsenmedi .Modern Avrupa usulleri ile ilgilenmeye başladılar, Batılılar gibi yaşamak istediler. Bu yeni ruh, Türkler arasında ilk önce edebiyatta dile getirildi. Artık Fars edebiyatını değil, Fransız Edebiyatı’nı taklit eden yeni bir Türk edebiyatı meydana getirmek üzere yola çıktılar.
Abdülhamit genelde muhafazakar Müslüman düşüncesini canlandırarak ve özelde dünya çapında Bir Müslüman siyasi dayanışması hissiyatını Panislamizm diye adlandırılan bir hissiyatı teşvik ederek, gerçekleştirdi. Vurgunun batılı eğitim üzerine olduğu Tanzimat da kendilerinden uzaklaşmaya yüz tutan saygınlığı ulemaya geri verdi, ama önemsenmediği herhangi bir alanda şeriatı yeniden canlandırmaya ciddi biçimde kalkışmadı. Bunun yerine, yeni bir doktrin geliştirdi, kendisinin her yerdeki Müslümanlar üzerinde manevi otorite sahibi bir halife olduğu konusunda ısrar etti.1908’i Müteakiben, kurulan mecliste, başarılı subaylar kurulan İttihat ve Terakki Fırkası iktidara geldi. Balkan devletleri Osmanlı topraklarını fethetmeye başladılar. Ardından bu durum Osmanlıyı 1. Dünya savaşına sürükledi.(Hodgson)
Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca İmparatorluğu savaşa sürükleyen İttihatçı liderler, ülkeden kaçacak ve yerlerini arka saf İttihatçılara bırakacaktır. Saray, hala padişahlık ve hilafet rüyalarını görürken gerçekte kendisini tüketecek koşulları kendisinin üretmiş olduğu yani kendi mezarını kazmış olduğunu bile anlamamaktadır. Bu dönem İslamcıları ise, henüz bir İslami bağımsızlık veya bir İslam bağımsızlığı mücadelesi amacı, anlamı, ideolojisi ve stratejisine sahip değildirler. Ulemanın önemli bir kısmı siyasal bir uğraşı dahi doğru bulmazken son Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi bazı ulema ise, sarayın ve hilafetin yanında yer alma tavrını sonuna değin sürdürürler. Mehmet Akif gibi kimi İslamcılar ise, Anadolu hareketinin yanında aktif olarak yer alırlar, asıl olan sadece küffarın bağımlılığının altına girmemek, Yunan gavurun işgaline karşı koymak, devletin varlığının ve vatan bağımsızlığının sürdürülmesidir. Zira, Bu dönem Müslümanlarının yegane kutsalları vatan, devlet, toprak ve bayrak gibi soyut ve kurgu değerlerdir. Evrenselci bir bakış açıları olmadığı gibi bir mücadele ufukları da yoktur. Anadolu’daki hareketin ise, oldukça geniş bir ortak paydası bulunmaktadır ve birbirine muarız olan birçok unsuru yan yana getirmektedir, demokratından komünistine, Türkçüsünden İslamcısına varıncaya değin birçok faktör ortak bir bağımsızlık telaşı içerisinde bir var olma kavgasına girerler. Ülke her yanından işgal edilmekte tüm azınlıklar ve Müslüman uluslar imparatorluktan bir parça koparmaya veya İmparatorluğu terk etmeye çalışmaktadırlar. Geride kala kala yalnızca Anadolu ve yalnızca Müslüman olan Anadolu halkı kalmaktadır.(Ümit Aktaş)
Ancak buradaki belirleme de dikkat edilmesi gereken husus, Osmanlı Devleti’nin bir din devleti olmamakla birlikte, idari-askeri, sosyal teşkilatlarıyla kendisini dine hizmete adamış olduğudur. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı devlet yapısı teokratik bir yapı değildir ve zaten böyle olması İslam’ın ruhuna da aykırı düşer. Konuyla ilgili inceleme yapan araştırmacılar, Osmanlı devlet yapısı için “yarı-teokratik:‟ nitelemesini kullanmayı tercih etmişlerdir ki, kanaatimizce bu niteleme bile durumu tam olarak ifade edememektedir.
MEHMET AKİF ERSOY
1873 yılı, Şevval ayı Fatih’te doğmuştur. Akif’in babası ipekli Mehmet Tahir Hoca, annesi Emine Şerife Hanım. Babası ebced hesabı ile doğum tarihi olan Rakıf ismini verdiği halde, sonradan ismi Akif’e dönüşmüştür. Eğitimine 4 yaşında Mahalle mektebinde başlayan Akif’in annesi Rüştiye’den sonra medreseye göndermek istemesi ne karşılık babası Tahir Efendi’nin medresede öğreneceklerini ben öğretirim demesiyle Rüştiye’den sonra Mülkiye idadisi’ne gitmiştir,fakat babasının vefatı ile ve maaşların az olması, iş bulma güçlüğünden dolayı, Mülkiye Baytar mektebine geçti ve birincilikle bitirdi. Okulu bitirince 1893’te memuriyete başladı. Rumeli Anadolu ve Arabistan’da çalıştı. Ebu’l ula Mardin ve Eşref Edip, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra haftalık dergi çıkarmaya karar verince Akif’e yazarlık teklif etmişler ve Akif 14 Ağustos 1908’de Sırat-ı müstakime yazmaya başladı. Akif’in bütün şiir ve yazıları Sırat-ı müstakim ve 182. sayısından sonra derginin adını değiştirmesi nedeniyle Sebilürreşat’da çıkmıştır.Dergi genel İslamcılık anlayışına uygun olarak Meşrutiyet rejiminin İslam’a uygun olduğunu İslam’ın Müslümanlarca bozulduğunu iddia ediyor, sosyal yardım tezini savunuyordu. Bu dergi de Türkçüler de yazıyordu. Akif’in fikirleri üzerinde İslamcılık düşüncesinin önde gelen aktivist ve düşünür Afgani ve onun öğrencileri Muhammed Abduh, Abdülaziz Caviş çok etkili olmuştur.
GÖRÜŞLERİ
Akif, görüşlerini İslamcılık şemsiyesi altında ifade etse de dönemin osmanlıcılık, batıcılık, milliyetçilik gibi düşünce akımları belli alanlarda çakıştığı ve ayrıştığı için Akif’in duruşunu, diğer düşünce akımları açısından da değerlendirmek gerekir. Akif’in en önemli itirazı medeniyetin bir bütün olduğunu ilim irfan ve günlük yaşayış, kadın erkek ilişkileri dahil, batının bir model olarak Osmanlı mülkünde taklit edilmesi gerektiğini iddia eden Batı medeniyetinin, sadece ilminin alınarak, onlara yetişemeyeceğini düşünen mülkü kurtarmak için dini kurban etmeliyiz diyen Batıcılara yöneliktir.
Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif’tir. O da Batı’nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; “…Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hülasa her şeyi taklit, bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, mümkün değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz…”der.
Yine batıcıların batılı modeli tepeden tırnağa her şeyi ile almak gerektiği iddiasını eleştirir ve batı ilmini kendi değerlerimizle değerlendirmemiz gerektiğini ifade eder: “Alınız ilmini Garbın, alınız sanatını, veriniz hem de mesainize son süratini, doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı.”
Toplumda hakim olan klasik kader ve tevekkül anlayışına karşıdır: ““KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru; Belanı İstedin, Allah da Verdi… Doğrusu Bu. “Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun, Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN!”
Akif medresenin asrın ihtiyaçlarına cevap veremediğini yeni İbn-i Rüştler çıkaramadığını ifade eder. Medreselerin Arap ve Acem mekteplerinde Avrupa taklidini çocuklarımıza aşıladığını, Medreselerin asrın ihtiyaçlarına cevap veremediği gibi mekteplerinde başarılı olamadığını, en önemsiz bir işte bile dışarıdan adam getirmek zorunda kalınmasını ve eğitim sisteminde ileriye dönük umut verilmemesini eleştirir.
Kadının toplumdaki yeri ile ilgili olarak, eğitimine evet derse de fitne çıkma durumunda kadının gideceği yer olarak temayüz ediyordu. Yine de Akif, halk arasında kadına yönelik yaygın kadın dövülebilir, sevilebilir, üstüne evlenilebilir, kolaylıkla baştan atılabilir, anlayış ve uygulamalarını şiddetle eleştirmiştir, bu anlayışı: “Senin Kadın dediğin adeta pabuç gibidir, biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir, Cehennem ol ,seni hınzır, git boşsun.” şeklinde vülgarize ederek eleştirmiş.
Afgani’den çok etkilenmesine rağmen Akif, Afgani ile öğrencisi Muhammed Abduh arasındaki temel ayrışmada Abduh’dan yana tavır almıştır.
Mezarlardan şifa ve kısmet bekleme gibi, hatta yaygın olan anlayışlara karşı muhafazakar tutum bunları sahiplenme davranışı gösterirken, Akif bunları şiddetle eleştirir: “Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar, inmemiştir hele Kur’an ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için” der.
Türkçe kökenli kelimeler uydurup kullanma taraftarı olmuştur. Safahat de, Akif’in kullandığı değil, o dönemde herkesin anlayabileceği bir dildir. Eski Osmanlıcayı onun kadar bilen, kendi neslinde az olmasına rağmen, çok sade bir dil kullanmıştır. Edebi anlayışta da taklide karşı olmasına rağmen şark ve garp edebiyatlarında pek çok eserin lisanımıza kazandırılmasının farzı kifaye olduğunu söyleyecek kadar, bu iki kültür havzasının bilinmesine taraftardı.
1910’dan itibaren, Sıratı Müstakim’de bundan sonra sadece İslamcı düşünceler yer almış, Türk milliyetçiliği, Akif için kavmiyetçilik anlamına geliyordu. Dönemin siyasi grup ve şahsiyetleri karşısında Akif’in tutumuna bakacak olursak, her dönemde iktidara muhalif olmasının en belirgin özelliği olduğunu görürüz Reşat’a kızıyor, Hamit’ten iğreniyor, Vahdettin’e hem kızıyor, hem ondan iğreniyor da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girerken kayıtsız şartsız fırkanın emirlerine uyacağım şeklindeki yemin metnini Fırka’nın doğru emirlerine uyacağım, şeklinde değiştirir. Fakat, cemiyetin yaptığı hatalardan sonra cemiyetle arasında mesafe koymak da gecikmemiştir. Aslında İslamcı politikaları ile tanınan ve özellikle Cumhuriyet Dönemi İslamcıların takdir ettiği Abdülhamit’i halktan uzak ve vesveseli yaşayışını baskıcı yönetimini eleştirir. İktidardayken İttihat Terakki Fırkası’nın muhalif olmuştur.
Hamdullah Suphi, mücadele dönemini anlatacak bir Milli Marşı’nın yazılmasını önerdiğinde öyle bir şiir yazacak ilk şair olarak Akif’i düşünüyor, Akif’in yarışmanın ödülü olarak ortaya konan para yüzünden katılmadığı anlaşılınca bu problemi çözer ve Akif yarışmaya şiirini gönderir. Yarışmaya 724 eser gelir ve bunların arasından oy çokluğu ile Akif’in geçirir.
Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’a giden 1924’te 1925 yazılarında İstanbul’a dönen Akif 1925’te son gidişinin ardından hastalığının son dönemlerine 1936’ya kadar bir daha İstanbul’a dönmemiştir.
Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Türk edebiyatı profesörlüğü yapan, sipariş aldığı Kuran’ın Türkçe mealini yazmakla meşgul olan Akif, belki de Türkçe ezan okunduğu bir devirde mealinin Arapçası yerine geçeceği endişesi ile sözleşmeyi feshetti. Mısır’daki gönüllü Sürgün’ün son yıllarında “Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, bana çok görme ilahi, bir avuç toprağını…” diyerek, ölümü adeta istediği bu yakarıştan 12 Ay 13 gün sonra, vefat etmiştir. Hastalığının son döneminde Türkiye’ye gelmiştir.
EŞREF EDİB VE SEBİLÜRREŞAD- SIRAT-I MÜSTAKİM
Eşref Edip ve çıktığı dönemler için ekol durumundaki dergilerini, İslamcılık akımı dışında ele almak ne uygun, ne de mümkündür. Eşref Edip Akif’in baş yazarı ve şairi olduğu derginin imtiyaz sahibi ve sürekli yayın sorumlusudur. Eşref Edip, aile yapısı olarak da İslam’a yakın ve öğrenim süresinde de medreseyi bırakmamıştır. Ebu’l Ula Mardin ile Milli Kütüphane kurma hayalleri vardır. Ebu’l Ula Mardin ile yazılarını Babıali’de, İbrahim Hilmi Kütüphanesi yayın olarak bastırıp çıkarırlar. Meşrutiyet’in ilanının ertesi günü Ebu’l Ula ile birlikte harekete geçerek, dergilerinin çıkış imtiyazını alırlar, hayali kurulan derginin artık yayımlanması gerekmektedir, bunun için önce yazı kadrosu hangi yazıların yazılacağı tasarlanır, birçok kişiden yazı alırlar. Babanzade Ahmet Naim’de vardır. Sıra Mehmet Akif’in haline gelmektedir. Tanıştıktan sonra, ömür boyu kader birliği eder bu iki isim, artık sıra derginin adını koyup, yayın izninin alınmasına gelmiştir. Eşref Edip’in aklına Sırat-ı Müstakim gelir, önerir ve kabul edilir. Dergi adı, doğru yol, Sırat köprüsü üstünden geçip cennete gitmek üzere cehennemin üzerine kurulacak olan çok dar ve güç geçilir köprü, anlamlarına gelmektedir. Böylece, adının anlamı ile takip edilen düşünce ekolü örtüşmektedir. Derginin başlangıçta bir müstakil matbaasının olması, elbette mümkün değildir. 2. Meşrutiyet Devri’nin ilk ayları ve ardından yıl boyunca devam eden basın patlaması düşünülürse, bu durum hayretle karşılanmaması gereken bir gelişmedir. Sırat-ı Müstakim, dev bir coğrafyaya sorunlarına sahip çıkarak, bir çeşit sözcülüğünü üstlenerek adeta yüreğini açarak hitap eder, belli oturmuş muhtevası köşeleri tanınmış yazarları olmasına rağmen, sıradan bir hizip dergisi gibi değildir.
Ebul ula ağabey milletvekili olmuş, ardından dergiden çekilir. Eşref Edip, yalnız dergi yürütmek zorundadır, o da Akif ile birlikte olarak ad değiştirip yeni bir dönem başlatır. Ebul Ula’nın çekilmesinden sonra Eşref Edip, Mehmet Akif, Prens Abbas Halim Paşa’nın Heybeliadadaki Selamlık Köşkü’nde görüşmektedirler. O görüşme sırasında derginin adını değiştirmeye karar verirler. Ad veriş tarzı dikkat çekicidir. Abbas Paşa bir teklifte bulunur. Kuran’dan bir sayfa açalım, ne isim çıkarsa oradan alalım. Besmele ile Paşa bizzat bir sahife açtılar. “İttebiuni ehdikum Sebilürreşad” ayeti çıktı. Bu isimde karar verdiler, Sırat-ı Müstakim manasında olduğu için, Sebilürreşad yeni dönemde Sırat-ı Müstakim’in devamıdır. Sebilürreşad, Müslümanların uyandırılma ve yüceltilmesi için çıkmaktadır. Fakat İttihat ve Terakki’nin farklı düşünceye eleştiriye tahammül edemeyen yönetim anlayışından dolayı, birçok defa tökezletilir. İttihat ve Terakki’nin siyasetini aykırı görülen yazılar sansürlenir, bundan sonraki kapatma daha uzun sürelidir 1916-1918 arasında İttihatçı yönetim tarafından 20 ay dergiyi kapatır, dergidekiler bir araya gelir. Talat Paşa dergidekiler bir araya gelir. Talat Paşa, Akif Bey şu Merkezi Umumiyedekiler ile anlaşsan, olmaz mı der sadrazamın kastettiği Ziya Gökalp ile uyuşmaktır. Akif bu teklifi hiç ahlaki bulmaz, “Anlaşmak ne demek bizim şahsi bir emelimiz bir gayemiz mi var bizi simsar mı zannettin?” diyerek selam vermeden odayı terk eder. Bu kadar sert davranma kapatmanın çok sürmesinin önemli bir sebebi olmalıdır.
Halbuki, aynı yıllar devlet istediği için Akif, Necip çölüne gider. Berlin yollarına düşer, o siyasi çekişmelerin dişlileri arasında sıkışmadan vatanseverliğini kırgınlıkların da üstünde tutarak, üstüne düşenleri yapmaya devam etmiştir. Derginin yayın hayatını güçleştiren zorluklar bu kadarla bitmemektedir. Hükümetin kağıt yardımı kesildiği için, çıkamadığı zamanlarda olur. Kastamonu’da Mustafa Kemal ve Mehmet Akif Ersoy ve Eşref Edip görüşürler. Mustafa Kemal her ikisine de Milli Mücadele dönemindeki katkılarından dolayı teşekkür eder ve Mustafa Kemal ile muhatap olan daha çok Eşref Edeptir. Konuşmadan çıktıktan sonra Mehmet Akif, çok açık ve fazla konuştuğu için Eşref Edip anlar ve kızgınlığını yol boyunca muhafaza eder, Eşref Edip 1925’ten sonra, fikri çizgileri farklı olduğu halde birçok gazeteci ile aynı kaderi paylaşır.
Derginin yayın politikası
Yayın politikasında 1 temel ekseni vardır. Dine hizmet ve inanç kardeşlerine doğru yolu göstermektir. Derginin hiçbir siyasi grupla bağlantısının olmadığını, 300.000.000 Müslümanı birbirinden haberdar etmeye, dini dilinin döndüğü kadar anlatmak olduğunu belirtmişlerdir.
Sebilürreşad ve kadrosunda, bu anlamda bir devlet ve bütünleşme anlayışı vardı. Eşref Edip ve Arkadaşları İslam Türk ansiklopedisini yayınlarlar. Kendi matbaalarında dergiyi basarlar. Maddi sıkıntılar yaşarlar, bu sallantı da 4 yıl daha dayanır, ama daha ötesi gelmez, çünkü ilk sayıdaki kurumlaşma süreci hedefine ulaşılmamıştır.Sebilürreşad sürekli ilerleme ve gelişmeden yanadır.
Dergide irtica kavramına değinilir. Onun için her fırsatta irticaya karşı olduğunu yazar. Onun karşı olduğu irticanın her türüdür. Kara irtica, sarı irtica, Kızıl irtica. Kara irtica Türkleri hristiyanlaştırmaktır, sarı iftira masonluk ve Yahudiliktir, Kızıl irtica komünizm ve dinsizliktir. Eşref Edip’in kaleme aldığı yazıda bu üç irtica tipi 3 ejdere benzetilir. 3 Ejder Türk milletinin dinini yıkmak hususunda elbirliği ile bir çeyrek asır zarfında çok büyük tahribatları gerçekleştirmişlerdir. Bu yazı Sebilürreşat ve Eşref Edip’i Bir hayli meşgul edecek mahkeme mahkemede ulaştıracaktır.
cumhuriyete bakışı
Cumhuriyet ve insanların kendilerini gerçekleştirme şansı tanıyan anlayışlara sıcak bakmaktadır. Cumhuriyet bunların başında gelmektedir. Cumhuriyet’e sahip çıkmakta ve bu yeni rejimin benimsemektedir. Sebilürreşad Cumhuriyetçidir. Fakat, bu dindar bir Cumhuriyetçilikdir. Cumhuriyetin yeni ilan edildiği sırada, bakışını şöyle ifade eder: Türkiye bir Cumhuriyeti İslamiyyedir.” Sebilürreşaddaki bu anlayış, dönemin İslamcı aydınlarında da vardır. Bediüzzaman Said Nurs,i dindar bir cumhuriyetçi olduğunu belirtmektedir.
Sebilürreşad, ilk çıktığı yıllar devlet başkanının halife olduğu Osmanlı Devleti’ne açıktan bağlıdır. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarında Anadolu hareketinin yanında olmuş ülkenin bağımsızlığını kazanması yolunda yoğun çaba harcamıştır. Cumhuriyet’in ilanında ise yeni rejimi benimseme de tereddüdü yoktur.
Yalnız hilafetin kaldırıldığı, Medreselerin Eğitim Birliği sağlamak üzere, Maarif Vekaleti’ne bağlanması gerekirken kapatıldığı, Şeriye ve Evkaf vekaletinin kaldırıldığı, ezan, ibadet ve benzeri konularda önemli değişimlerin devlet eliyle gerçekleştirildiği süreçte yönetim ile fikir ayrılığına düşer. Fakat asla devlete karşı bayrak açmaz Sebilürreşad’ın kapatılıp sahibi Eşref Edip’in İstiklal mahkemelerinde yargılandığı dönemde bile hem Akif, hem de Eşref Edip susmayı devlete karşı mücadele etmeye tercih etmişlerdir.
Cumhuriyet Dönemi İslamcılık
Türk islamcılarıni liberal anayasacılık, muhafazakârlık ,milliyetçilik, kemalizm medeniyet ve modernite eleştirileri gibi ideolojik duraklardan geçen, bir yanıyla halden hale giren ama diğer yanıyla da, içine girdiği hali Sünni bir süreklilik çizgisini terk etmeden eklemleyen bir seyir takip ettiği dönemdir. İslamcılık ve muhafazakarlık arasındaki eklemlenmeyi analiz etme çabası, içinden çıkılması kolay olamayan bir tartışmayı beraberinde getirmektedir. Cumhuriyet Dönemi İslamcılığının, zor şartların getirdiği bir mecburiyet olarak muhafazakârlık ile eklemlendi. Cumhuriyet Tanzimatçıların yolunu takip etmektedir.
Necip Fazıl Kısakürek
Nakşi şeyhi Abdülhakim Arvâsî ile tanıştıktan sonra, İslami kimliği öne çıkan Necip Fazıl, bu tarihten sonra eserlerine İslam’ı ve İslam ahlakını değişmez bir konu olarak taşımıştır. Rasim Özdenören’e göre O, entelektüel planda Müslümanca düşünmenin Cumhuriyet dönemindeki ilk örneğidir.
Kısakürek, 1943 yılında Büyük Doğu dergisinin yayına başlamasıyla İslam’ı bir ideoloji olarak sunma noktasına gelir. Batılılaşmanın kaybettirdiği İslami değerleri muhafaza etmekten ya da diğer bir deyişle, her şeyi yeni baştan keşfetmekten bahseden Kısakürek, ister istemez muhafazakar bir ruh haline bürünüyordu. Örneklerini Sait Halim Paşa ve Eşref Edip gibi İslamcı aydınlarda gördüğümüz batılılaşma eleştirisi üzerinden başlayan muhafazakarlaşma Kısakürek’de keskin ve katı bir hal almıştır. Kısakürek, Tanzimat ile başlayan taklitçi süreci “Bütün milli kabiliyetleri kavuran, milleti zaman ve mekan dışına iten bir samyeli.” olarak tavsif etmektedir. Hatta Kısakürek ve diğer İslamcılar, Allah’ın emri olan şurayı bu defa yönetim şekli olarak cumhuriyet ile
özdeşleştirmektedirler. Ancak şeriat vurgusu ya da kamu hukukunun İslami değerlerden yola çıkarak düzenlenmesi isteği, İslamcılık da başat konumda olacaktır. Afgani ve Abduh gibi İslam’da içtihat yapılmasının önemine değinen İslamcılar, Kısakürek’in gözünde İslam materyalisti İbni Teymiyye ekolündendir. Geleneksel Sünni İslam anlayışının en dar yorumlarından birine sahip çıkarak, Seyyid Kutub, Mevdudi, Hamidullah gibi Çağdaş İslamcıları da şiddetle eleştirir.
- Meşrutiyet İslamcılığının aksine, bu defa tasavvufu ,aktivizm kaynağı olarak görmüş ve Kemalizm’in dolduramadığı etik boşluğu karşılamak için seferber edilmiştir. Kısakürek’in güncel politika da Demokrat Parti, Milliyetçi Hareket Partisi gibi sağ partilerle yakın ilişkiye giriyor olması ya da 12 Eylül’ü Devleti ve milleti kurtaran bir hareket olarak olumlaması muhafazakar duruşunu örneklendirmektedir. İslamcılığın muhafazakarlıkla organik bir ilişki kurduğu düzlemlerden biri de elbette milliyetçiliktir. İslamcı muhalefet imkanının kalmadığı yıllarda İslamcılar için Milliyetçilik bir sığınak rolü oynamıştır. Kısakürek Türklüğü, İslam dünyasının merkezi olarak görür. Türk İslam medeniyeti olarak değerlendirir. İslam’a tabii olan bir Türklüğe sahip çıkar. “Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür” tezini işler.
İslamı sosyal, siyasal ve inkılapçı yanlarıyla dünyayı kurtaracak bir nizam olarak sunmaktadır. “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe.” sloganı ile de Kısakürek, resmi tarih anlayışını sorunsallaştırarak, yakın tarihe ilişkin aykırı değerlendirmelerde bulunmuştur. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya Milli Mücadeleyi örgütlemek için Vahdettin tarafından gönderildiği, Lozan’ın bir yenilgi olduğu gibi, Abdülhamid’i Atatürk’ün karşısına alternatif olarak çıkarır.
Lozan sonrasında, Türkiye İslam dünyasından da İslamcılıktan da kopuyor, ta İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlara kadar.
Kemalist cumhuriyetçilik ve İslamcı Kemalizm – Şemseddin Günaltay
Birbirine benzemeyen Günaltay portreleri çıkar karşımıza, Osmanlı son döneminin ilk kaç yılında bel bağlamış İslamcı aydını, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İstanbul il teşkilatını kurma görevini üzerine alan Kemalist bir siyasetçi, Cumhuriyet’in ideolojik meşruiyetini oluşturma ve bu ideolojiyi toplumsallaştırma çabalarının ürünü olarak gündeme gelen, Türk Tarih tezini temellendirmeye çalışan bir tarihçi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin en zor durumda kaldığı ulusal ve uluslararası meşruiyet sıkıntısı yaşadığı bir dönemde, kendisine ortamı yumuşatma görevi tevdii edilen bir başbakan ve dahası..
Peyami Safa bu durumu, “Bir vücutta yaşayan iki Günaltay.” başlığıyla bir yazısında ifade etmeye çalışmıştı. Öldükten sonra Günaltay’ın zikredilen yanı İslamcılığı olmuştur. Siyasi Tarih çalışanlar onu sıklıkla İslamcı Başbakan, olarak nitelerler. Günaltay’ı doğru bir biçimde anlayabilmek için verdiği eserleri ve fikirlerini değerlendirmek gerekir. 1883 yılında doğan Günaltay, başlangıçta medrese eğitimi gören Arapça, Farsça ve Fransızca bilen birisidir. Önce Sırat-ı Müstakim ve sonrasında Sebilürreşad dergisinde yazmaya başlamıştır. Daha sonra Türkçü ve İslamcı unsurların birlikte yazdıkları ve bu iki akım arasında bir orta yol bulmaya çalışan İslam mecmuasında da yazıları çıkmaya başlar. Milletvekilliği yapmıştır. Toplamda 8 dönem milletvekilliği yapmıştır. 1923 yılında kendisine Mustafa Kemal tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İstanbul şubesini oluşturması görevi tevdi edilir. 1924 yılında Darülfünun ilahiyat fakültesinde İslam tarihi ve fıkıh tarihi profesörlüğüne getirilir. Günaltay, 16 Ocak 1949 tarihinde Tek parti döneminin son hükümetini kurmuş ve 14 ay süreyle başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Günaltay, başbakanlığı döneminde Arapça ezan okunması yasağının iptali, İstiklal Mahkemeleri Kanunu’nun tedavülden kaldırılması, temelde gizli oy- açık sayım ilkesine dayalı ve adli güvence ile teminat altına alınan bir seçim Kanunu’nun kabulü gibi esas kanunlar olarak nitelediği ve sonuç olarak da toplumsal gerilimi azaltan bir dizi uygulamaya imza atmıştır. Günaltay, Kemalist ideolojiden ve devlet anlayışından taviz vermediğini çeşitli kereler ifade etmiş. Bu bağlamda irtica tehlikesinin önünü almaya dair kanun çıkarılmasını da öncülük etmiştir. İslamcılık ve Türkçülük arasında bir sentez oluşturma girişimlerinde de büyük bir payı vardır. Günaltay, söz konusu gerilemenin nedenini doğrudan İslam tarihinde arar, ona göre İslam gerilememiş, geriletilmiştir. Böylesi bir sürece kaynaklık eden, Müslümanların yanlış inanç ve davranışlarıdır. Çöküşün nedenlerini dışarıda aramak abestir. İslam yüzünden uzaklaştırılıp yanlış yorumlandığı İslam dünyası paramparça olmuştur. İslam’ın kesinlikle ilerlemeye engel teşkil etmediğini düşünmektedir. İlerlememize engel olan, İslam dini değil, bugünkü Müslümanların insan tabiatına en uygun olan bu dinden pek uzak olan, hurafelerle karışık inançları uydurma ananelerdir, toplum aydınlatılır, cehaletten ve hurafelerden kurtarılırsa, tarihten bu yana gelen sorunlar ortadan kalkacaktır. İslam’ın aslına döndürülmesi, hurafelerden temizlenmesi, bilim ve çağdaş medeniyet ile uyumlu bir din anlayışının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Bunun yolu ise İçtihattır. Günaltay, kendisini Cemaleddin Afgani’nin düşünsel mirasçısı olarak görür,onun İslam’ın özüne döndürülmesine ilişkin çabalarına referans verir. Ona göre Batı demek, Hristiyanlık Dünyası demektir. Türkçü kesimin Parti içerisinde etkin bir konum elde etmeye başladığı dönem, aynı zamanda Şemsettin Günaltay’ında düşüncelerini gözden geçirdiği, İslam merkezli bakış açısından Türklük merkezli bir düşünce çizgisine evirilmeye başladığı dönemdir. Günaltay’da uzun vadede İslam ile ilgili olarak değişen şey, öncelik sırası olmuştur. Günaltay, ulaştığı yeni düşünce durağında artık toplumsal sorunların siyasal ve ekonomik gerilemenin kaynağında saltanat idaresini görmektedir. Sorunların çözümü toplumsal özgürleşme, Cumhuriyet tarzı idare anlayışına bağlıdır. Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak bu üç fikir birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısı ve kuvvetlendiricisidir. Gençlik dönemlerinde İslamcı olarak tanınmış olgunluk dönemlerinde ise Kemalizm’in yılmaz bekçilerinden biri olarak öne çıkmıştır.
İslamcı kemalizm
Kemalizm ve İslamcılık, her şeyden çok toplama siyasetin nesnesi konumuna koymaları ve kendilerini bu milletin özü gerçek iradesi olarak tanımlamaları noktasında birleşmektedirler. İslamcılık, Kemalist devletin yarı demokratik kurumsal yapısına muhalefet etmez, diğer bir deyişle İslamcılık devletin toplumla kurduğu ilişkisinin, laik batıcı içeriğine karşı çıkarken onun yarı demokratik gayri çoğulcu biçimini korur. Ona göre hurafeler eğitim ile aşılır. “Gerçek İslam ile bugün yaşanan İslam ve Müslümanların birbirinden farklı olduğu” görüşüdür. Kaza kader ve tevekkül anlayışının yanlış olduğundan bahseder ve Muhammed Abduh gibi düşünür.
CEMAATLER
İslami oluşumlar, büyük oranda İmam Rabbani ve Şeyh Hâlid’den etkilenmişlerdir. Özellikle de Nurculuk, Süleymancılık ve Işıkçılık olarak bilinen sosyal yönleri ağır basan İslami oluşumlar ile ülkemizdeki en yaygın tasavvufi hareketler, İmam Rabbani’yi ve Şeyh Halid’i kendilerine rehber edinmişlerdir. İsmi geçen tarikatlar, milliyetçi-muhafazakâr partiler arasında dönemlere göre değişebilen tercihlerde bulunmuşlardır.
Süleymancılık
Süleymancılık, kısaca Süleyman Hilmi Tunahan adlı bir Medreselerin Kur’an öğreticiliği çerçevesinde oluşan her ne kadar yerine bir halef tayin etmeden ölmüşse de, karizmatik kişiliğinin de etkisiyle örgütle daha sonra şartlara uygun olarak değişim geçirmiş dini bir cemaattir. Her şeyden önce Süleymancılık dini bir sosyal olgudur. Ancak bu sosyal olgunun bir tarikat mı yoksa bir cemaat mi olduğu üzerinde tartışılmıştır. Süleymancılık manevi bir Kurtuluş yolu arama tasavvuf ve tarikat geleneğine bağlı olma Mürşid, tarikat zinciri demek olan silsileyi benimseme zikir, rabıta gibi unsurlarla hareket etme gibi özellikleriyle bir tarikata benzemektedir. Gerçekten de Süleymancılık, Nakşibendi Tarikatı geleneğine bağlı olduğunu kabul eden ve kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ı zincirin 33 halkası Sayan bir harekettir. Alevi Şii karşıtlığı ve modern yorumlara mesafeli duruşuyla tipik bir Sünni eğilimdir. Süleymancılık, sistemin din karşıtı politikası ve en masum talepleri bir karşıtlık üzerinden korumasının zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan tepkisel bir harekettir. Devlet, özü itibariyle siyasi olmayan bu harekete zaman zaman baskı uygulamışsa da, Kur’an eğitimini merkeze alan ve kurslar şeklinde gelişen yapının halk desteğini tamamıyla kesememiştir Bu tepki siyasal içerikli değildir, sistem ısrarla tersini iddia etse de rakip bir sistem oluşturma özelliği taşımamaktadır. Süleymancılık geleneksel İslam çizgisine bağlı, bir taraftan kitabı din bakımından Sünni Hanefi diğer yönden bazı ritüelleri bakımından kendisini mensubu saydığı nakşilik Tarikatı, Sufi Bir eğilime sahiptir. 1951 yılında ilk resmi Kursun açılmasıyla yeni bir aşamaya evirilmiş, hareketin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ın vefat tarihi olan 1959 yılında kursların sayısı bine ulaşmıştır.
Nurculuk
Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan ve etkileri bugün de güçlü bir şekilde devam eden akımların başında hiç şüphesiz Nurculuk ve onun kurucusu Said Nursî gelmektedir. Kişiyi değil metni merkeze alarak özgün bir hareket ortaya çıkaran Said Nursî, Kemalist modernleşme ve onun ideal toplum anlayışına karşı gelenekselden moderne geçiş aşamasında bocalayan kitlelere kavramsal ve zihinsel bir anlam haritası sağlamıştır (Yavuz, 2005: 264-294). Osmanlının son döneminde, özgürlük talebindeki samimi çabaları nedeniyle hem II. Abdülhamit’in hem de İttihat ve Terakki’nin gadrına uğrayan Said Nursî, Cumhuriyet’in pozitivist düşünceyi inşa çabalarına karşı yeni nesli korumak üzere eserler kaleme almıştır. Yıllarca süren sürgün ve hapislere rağmen “iman hakikatleri”ni yazmak ve neşretmek yönündeki kararlılığından vazgeçmeyen Nursî, zamanın sorunlarına duyarlı, bireyi esas alan, siyasetle doğrudan ilişki kurmayan, çağdaş metotlara açık, güncel bilimsel bilgiden istifade eden yaklaşımıyla Türkiye İslamcılarının sonradan fark edecekleri meziyetleri yaşamsallaştırmıştır. Siyasete doğrudan bir ilginin gösterilmediği Risale-i Nurların yazıldığı zorlu yıllar, Said Nursî’nin Türkiye ve dünyadaki Müslümanların sorunlarını, daha ontolojik bir derinlikle bakma zaruretini kavradığı yıllardır. Ferdin yaşadığı itikâdî şüphelerin izalesinden başlayan bir İslami mücadelenin doğru bir başlangıç olduğuna kanaat getiren Nursî, bu yaklaşımıyla, yüzyıllarca devlet, siyaset, saltanat, Doğu, Batı, galibiyet, savaş, barış gibi makro düzeydeki kavramlarla düşünce kodları belirlenen insanların dikkatini insan, iman, ihlas, cehalet, zaruret, ihtilaf gibi kavramlara çekmiştir.
Said Nursi’nin rejimi doğrudan karşısına almayan pasifist tutumu, bir takım eleştirilere sebep olsa da zorla modernleştirme çabalarına karşı direnç gösteren toplumun muhafazakâr reflekslerine tercüman olmuştur. Hareketin özel eğitim ortamları sayesinde müntesiplerine sunduğu “dar, ancak samimi” yaşam alanları, hareketin bir mitoz bölünme üretkenliğiyle yayılmasını sağlamıştır. Said Nursî’nin Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi konusunda irşad ve toplumsal bütünlüğü merkeze alan bir eğilimi tercih etmesi, onun ve vefatından sonra takipçilerinin DP ve diğer sağ partilerle pragmatist yaklaşımlar geliştirmelerine sebep olmuştur.
Işıkçılık
Bu çerçevede ele alınması gereken diğer bir grup Işıkçılardır. Hüseyin Hilmi Işık’ın soyadından mülhem bu ismi alan hareket, Nakşibendiliğin Halidi kolunun mümessili olan Abdülhakim Arvasî’nin Hüseyin Hilmi Işık’la buluşmasından neşet etmiştir (Tekin, 2005: 341-344). Necip Fazıl’ın da şeyhi olan Arvâsî, mücadeleci özelliği olan Hâlidî Nakşiliğin, Türkiye koşullarındaki gelenekçi, pasif versiyonunu realize etmiştir. Evliya kültü, kabir ziyaretleri, reform karşıtlığı, Vahhabi düşmanlığı gibi belirleyici vasıflara sahip olan ve bugün başta TGRT olmak üzere geniş bir ticari yekûn üzerine bina edilen faaliyetleriyle Işıkçılık, çağdaş İslam düşüncesine karşı mesafeli tutumunu korumaktadır.