İlahi hidayet/ rehberlik, alemi, varlığı, eşyayı, insanı ve insani ilişkileri Tevhidi bütünlük içinde anlamımızı öğütler. Tevhid’ e göre alem ve içindeki varlık, el-Evvel ve el-Ahir olan Allah’ın Hayy isminin tecellisi olan “kün -ol-” emri gereği vücut bulmuştur. Allah; yerin, göğün ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir. Varlığı yaratmış, onlara amaç belirlemiş ve o amaca uygun olarak bir düzen kurmuştur. İnsanın dışındaki bütün varlık bu hilkate göre seyr-ü seferine, deveranına devam etmektedir. İnsanın da bu düzene, verilen akıl ve irade nimeti gereği bilinçli (iman) katılması istenmiştir.
Tevhid inancına göre alem, En Güzel İsimlerin Sahibi Olan Rabbimizin (c.c) isimlerinin tecelligahıdır, tefekkür ve tezekkür etmek isteyen ‘Eşref-i Mahlukat’ için.
İnsanoğlu dünyaya hubut’undan sonra varlığa dair sorular sormuştur: Biz kimiz, varlık ne anlam ifade ediyor, onunla nasıl bir münasebet kurmalıyız, nereden geldik, nereye gidiyoruz ve bu hal neyin nesi? Peygamberimizin (s.a.v) Hira süreci, bu sorularla hem hal olan bir insanın serüvenidir. Rabbimiz emin bir insanın bu fıtri sorularına, arayışlarına cevap bulmak amacıyla gerçekleştirdiği enfüsi ve afaki ayetleri okuma cehdine, el-Hadi isminin tecellisi olarak münzel ayetlerle mukabelede bulunarak ontolojik acılarına şifa ve cevap vermiştir. Siret üzerinden devam edecek olursak; insanoğlu bu ontolojik, epistemolojik, sosyal, siyasal soru ve sorunlarına, acılarına vahiyle cevap bulabilmektedir. Peygamberlerin atası İbrahim (a.s) de aynı yolu takip etmişti.
Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in örnekliği bizlere afaki, enfüsi, münzel ayetleri Tevhidi bütünlük içerisinde okumayanların İlahi Hakikati doğru okuyamayacaklarını bunun sonucu olarak ta doğru anlayamayacaklarını ima etmektedir. İnsanlığın yaşadığı bu günkü trajedi bize bunu anlatmıyor mu?
Peygamberimiz Risalet’le görevlendirildiğinde dünyamız Şirk bataklığında kıvranıyordu. Dünyaya rahmet ve adalet dağıtsın diye gönderilen vahiyler Yahudilik, Hristiyanlık adı altında tahrif edilmişti. Aslı bozulan İlahi nimet, zalim iktidar sahiplerine hizmet eden bir zulüm aracına dönüşmüştü. Hz. Peygamber’e kadar yaşanan bu süreç, Nebi ve Resul Kıssaları üzerinden tekrar tekrar anlatılır biz Ademoğullarına.
Adem’le başlayan İlahi Vahiy süreci, Dâll olmuş ademoğlunun ontolojik, aktüel sorularına, sorunlarına, acılarına bir Hidayet’tir. Hz. Peygamber gelir ve 23 yıllık o zorlu süreç içerisinde bu sorulara cevap verir, sorunları çözer ve insanın maddi ve manevi acılarına şifa dağıtır, Rabbinin inayetiyle. Mekke’nin ezilmişlerinden, mahrumlarından, köleleştirilmişlerinden Sahabe Nesli, Yahudilerin oyuncağı olmuş Yesrib ahalisinden Medine-i Münevvere’yi ikame eder. Kendi çağında hayata Tevhidi bakmanın “Muhammed Mustafacası”nı anlatır, gösterir bizlere.
23 yıllık nüzul sürecinde İlahi vahiy, evvel-ahir, zahir-batın, gayb-şuhud, madde-mana, dünya-ahiret, ruh-beden, akıl-vahiy, kavim, cinsiyet… vb ayrımlar yapmadan alemi, varlığı, eşyayı bir bütünlük içinde tanımlayarak Tevhidi bir zihin, şahsiyet, toplum inşa etti.
Tevhid’e göre oluşturulmuş İslam Ümmeti’nin tevhidi bütünlükten kopma süreci kadim dönemlerden bu tarafa yaşanan Mülk meselesi üzerinden tezahür etmiştir. Mülk, yani siyasi, ekonomik egemenlik, hükmetme meselesi. Kadim soru: Varlığa (eşyaya, mala-mülke) ve insana kim hükmedecek? Hz. Peygamber’in vefatından sonra nebevi rehberliğin yokluğunda Ümmet’in işleri nasıl deruhte edilecek meselesi en önemli mesele olarak önlerine geldi. Bu an İslam Ümmeti’nin geleceğini etkileyen bir karar anıydı. Bu süreçte alınan kararlar, gerçekleştirilen uygulamalar bir imkan olduğu gibi, bir ayak bağına da dönüşecektir. Alınan kararlar, hayata geçirilen uygulamalar okumadan okumaya değişecekti. Ümmet’in maslahatı için ortaya atılan ve o gün için sorunu çözen “Halife’nin Kureyşliliği” görüşü zaman içerisinde Müslüman siyasi düşüncesinin bir handikabına dönüştü. Hilafetin Kureyşliliği tezi, adalet temelinde istişare, ehliyet, liyakat ilkelerine uyan “Başınıza, kafası kuru üzüm gibi olan habeşli bir köle dahi getirilse onu dinleyin ve itaat edin. …” düsturunun şekillendirdiği anlayış, süreç içerisinde “Kökeni İslam öncesi zamanlara kadar giden Güney Arabistan ile Kuzey Arabistan arasında yaşanan tarihi kabilevi mücadelenin” (PİCHTALL) yeniden yaşanmasının vesilesine dönüştü. Hz. Ebubekir (r.a) döneminde yaşanan “Ridde Olayları”, Nebevi rehberlikten sonra yeni şekillenen Hilafet anlayışının toplumla ve muhalefetle ilk defa karşılaşmasını ve yüzleşmesini getirdi. Bu dönem, Müslüman düşünce açısından başlayan “İktidar- Muhalefet” ilişkisi nasıl olacak? Sorusunun cevabı için önemli bir örnekti. Hz. Osman’(r.a)ın yönetimindeki merkezi otorite – muhalefet arasında yaşanan tartışma, merkezi otoritenin merkezinin kuşatılması ve beraberinde yaşanan müessif hadiseler, o dönemde söylendiği iddia edilen “Bana hilafet gömleğini Allah giydirdi, Allah çıkarır sözü” yeni bir sosyal, siyasal, ilmi kırılmanın da başlangıcı oldu. Hz. Osman’ın şehadeti ve yaşanan Cemel, Harura, Sıffin vakaları, bu süreçte katledilen sahabe nesli, gelecek için en büyük bir kayıptı. Bu savaşlarda yaşananlar ve ilk neslin heder edilmesi büyük bir travma oluşturdu. Bütün bu yaşananlar Hilafet’in Salatanat’a dönüşmesinin alt yapısını oluşturdu. Bu yaşananlar ve kaliteli neslin ortadan çekilmesi psikolojik çöküşü, beraberinde ise fikri ve zihinsel çöküşü getirdi. Bu dönemler ve yaşananlar, “üzüm yemek için” yeniden okunmaz ve gerekli dersler çıkarılmazsa bu günün zilletinden kurtulmamız zorlaşacaktır.
Siyasi konulardaki yaşananlar İlahi, nebevi değer, ilkeler ve tarihi tecrübeler ışığında yeniden değerlendirilerek bu güne hitap edecek bir siyasal kültür ve usul oluşturulamazsa kavmi, mezhebi, ideolojik anlayışın girdabında kıvranmaya devam edeceğiz demektir.
Hilafetin Saltanat’a dönüşmesi, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu “Mülk Allah’ındır” (3-189), ”Hüküm Allah’ındır” (12-40) değerlerinin ne kadar önemli olduğu, dünden bu güne yaşananları düşündükçe daha iyi anlaşılmıyor mu? Allah’ın mülkünü, hükmünü kendi uhdelerine alma girişimlerinin nasıl “Isırıcı Melikliğe” dönüştüğünü, insanlığın ve Müslümanların başına neler açtığına yaşayarak şahit olduk ve halen de olmaya devam ediyoruz. Saltanatla birlikte Ümmet’in önderliği “Muttaki Önderlik”ten ‘Politik önderliğe’ evirildi. Bunun sonucu olarak ilim, istişare, ehliyet, liyakat gibi değerler sosyal, siyasal hayatımızdan çekilmeye başlayarak yerini politik kararlara ve onları meşrulaştırmak için oluşturulan “Ahkam-ı Sultaniye”lere bıraktı. Bu süreçler Mürcie ve beraberinde oluşan siyasi, itikadi(!) mezhepler tarihi üzerinden okunabilir. Kur’an insanları ilahi, nebevi kavramlarla tanımlarken, sahte ayrımları reddederken, sahici çelişkilere (adalet-zulüm) dikkatlerimizi yoğunlaştırmamızı isterken ‘sultan ulemaları’ sultanların iktidarlarının bekası için oluşturdukları “el milel ve’n nihal” kitaplarıyla insanlığı ve Müslüman ümmeti sahte ayrımların peşinden koşmaya tahrik ediyorlardı. İhdas edilen “mevali” kavramıyla merkez dışında oluşan Müslüman topluluklar ikinci sınıf muamelesine tabi tutuluyorlardı. Bu dönemler ve yaşananlar dini/ İslami kavramların ters yüz edilerek, içleri boşaltılarak siyasi iktidarların menfaatine feda edildiği zamanlar olarak tarihe geçmiştir. O dönemde siyasi nedenlerle oluşan kelami, siyasi görüşler “itikadi mezhepler” adı altında Müslüman halka en sahih Tevhid akidesi olarak sunuldu. Emeviler döneminde yaşayan ve Hilafet görevine getirilen Ömer ibn-i Abdulaziz (m.679-720) örneği, Tevhidi bütünlüğe riayet eden ‘muttaki önderliğe’ Müslüman Ümmet’in nasıl teveccüh ettiğini bize göstermektedir. Sultan uleması tarafından sahte gündemlerle, sahte anlayışlarla kandırılmayan, oyalanmayan saf halkların suyun yatağını bulduğu gibi doğruya yöneleceğini bu örnek bize anlatmaktadır.
Saltanat-Hilafet dönemlerinin sonunda İslam ümmeti Sünni ve Şii olarak iki büyük parçaya ayrılmıştı. Sünni dünya da, Abbasiler dönemde yaşanan Mihne olayları sebebiyle Nebevi rehberlik döneminde hayata geçirilen akıl-vahiy dengesi, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey ekolü olarak yeni bir duruma taşındı ve Ehl-i Hadis ekolünün lehine denge bozuldu. Şii dünyada ise, Ehl-i Beyt kavramı üzerinden şekillenen düşünce, Ahbari- Usülü tartışmasında Ahbariler lehine bir değişme yaşadı, ta ki, İmam Humeyni rehberliğinde yaşanan değişime kadar.
Bugün yaşananlar dünün bize bıraktığı tevhidi bütünden kopan müessif mirasın sonuçları değil midir? Bu mirasla yüzleşmeden bu günü doğru anlamamız ve geleceği sahih temeller üzerine inşa etmemiz mümkün olabilir mi? Bu günün Şii-Sünni, Türk-Kürt-Arap, Doğu-Batı tartışmalarını doğru anlayabilmemiz ve gereğini yapmamız için bizlere “kutsal tarih ve kutsal miras” olarak bırakılan birikimle yüzleşmemiz gerekiyor.
Saltanat- Hilafet döneminin sona ermesiyle İslam Dünyası yeni bir döneme girdi. Bu dönem bütün sorunlarına, tartışmalarına rağmen referansın İslam olduğu, meselelerin İslam nokta-i nazarından halledilmeye çalışıldığı bir dönemdi. İslam medeniyetinin çöküşe geçtiği dönemlerde bir çıkış bulmak, çöküşü durdurmak için münasebet kurulan Seküler-Batı değerleri zamanla Garpzede aydınlar eliyle müstemleke ruhunun hakim olduğu bir zemine taşındı. Bu süreç ve dönem, İslam dünyasının zihinsel işgale uğradığı, devamında ise fiili işgallerin başladığı dönemdi. Bu sürece Müslüman halk ve onların temsilcileri kendi güçleri oranında direnmeye çalıştılar. Bunun için İslam dünyasında değişik direniş, muhalefet hareketleri oluştu, Mısır’da İhvan-ı Müslim’in örneğinde görüleceği gibi. Bu süreç ikinci dünya savaşının bitip dünyada Demokrasi’nin popüler olmasıyla farklı bir duruma evrildi. Türkiye’de çok partili dönem üzerinden takip edileceği gibi Müslüman halk ve önderleri İslami iddia ve taleplerini “demokratik süreçler” içerisinde halletmeye ikna edildiler. Artık İslam topyekun bir alem ve dünya görüşü olmaktan çıkarak “dini taleplere, dindarlık taleplerine” dönüştürüldü. Bugün yeni bir durumla karşı karşıyayız: Müslüman kitleler kendi içlerinden çıkan, Müslüman halkların kendi ihtiyaçlarından kısarak yetiştirdiği, din dili kullanan yeni elitler, cemaatler eliyle gerçekleşen Batı lehine ikna süreçlerine tabi tutuluyorlar. Bu durum, önceki garpzede aydınlar vasıtasıyla gerçekleşenden daha tehlikeli bir duruma işaret etmektedir. Bu süreç, bizi, kendi değerlerimize, kavramlarımıza, referanslarımıza giderek birbirimize yabancılaşmaya götürme tehlikesi barındırmaktadır.
Seküler ideoloji bütün dünyada dine ve dine değerlere vicdanlarda ve bireysel hayatta varlık imkanı tanıyor, bu alanların dışında kamusal, sosyal, siyasal, ekonomik, uluslararası ilişkiler de hayat hakkı tanımamaktadır.
Müslüman dünyada İslami halklar 60’lı yıllardan sonra evrensel temelli değil, ulus- devlet temelli İslami taleplerde bulunma sürecine girdiler. Evrensel düşünmek bastığımız yere duyarsız olmak anlamına gelmez, gelmemelidir. Her Müslüman topluluk kendi ulusunu ve ulus-devletini merkeze alarak düşünmeye başladı. Bu durum 90’lı yıllardan sonra siyasi taleplerini de geri çeken SekülerBatı/Avrupa değerleri ve kavramları üzerinden “sivil” talepleri dillendiren bir döneme geçildi. Artık Müslümanlar İslami yönetim, İslami hükümet, İslami hareket iddialarını ve kavramlarını kullanmaz oldular. Türkiye örneği üzerinden konuşacak olursak, STK’ya dönüştürüldüler ve kendilerini ‘Muhafazakar Demokrat’ olarak ifade etmeye başladılar. Bu tecrübe Arap Baharı örneğinde olduğu gibi diğer İslam coğrafyalarına da örnek gösterilerek taşınmaya çalışıldı.
Türkiyeli Müslümanlar bugün “politik iktidarın” belirlediği dil ve gündemle kuşatılmış bir hayat yaşıyorlar. Bu yaşadıklarını da İslami gündem ve dil olarak kabul ediyorlar. Politik dil’in konjonktürel, pragmatik, ötekileştirici bir dil olduğunu unutuyoruz. Seküler politik dil, her değeri ve ilkeyi araçsallaştıran bir dildir. Politik gündem diğer ahlaki, fikri, kültürel, sanatsal, bilimsel gündemlerimizi baskılıyor, kendi öz, varoluşsal gündemlerimizin dışına savuruyor. Bu kuşatılmışlığın ilerleyen zamanlarda nasıl telafisi zor sonuçları olacağına hep birlikte şahit olacağız.
Tevhidi dil ve amaçlar, seküler politik dil ve amaçlara mahkum edilemez.
İslam dünyasında bu gün uluslarını, ulus devletlerini, mezheplerini, cemaatlerini merkeze alan bir “din diliyle” karşı karşıyayız. Tevhidi dili kullanan kişi, çevre ve hareketler küresel şirk güçlerinden önce kendi ülkelerindeki, bölgelerindeki yerel politik ve dini güçler tarafından tedip edilip cezalandırılıyor, sakıncalı ilan ediliyorlar.
Tevhidi Mücadele, bütün zamanlarda kendi çağının ‘Şirk Güçleriyle’ birlikte ‘Muharref Din Algısı’ ile de mücadele etmiştir. Tevhidi dünya görüşü, küresel şer odaklarıyla mücadele ederken yeryüzünün mazlum halklarıyla, küresel şer odaklarıyla işbirliği yapan yerel politik, fikri, dini odaklarla mücadele ederken mustazaf halklardan kopmayı tavsiye etmez. Peygamber kıssaları bunun örnekleriyle doludur.
Tevhid inancı hayata bütüncül bakmanın, İslamı bütün şubeleriyle birlikte hayata geçirmenin adıdır. Tevhidi bütünlüğü bozmak büyük bir inhiraftır. Küresel Şirk güçlerinin menfaatleriyle kendi menfaatlerini tevhid eden yerel politik ve dini yapılar büyük bir ihanet içindedirler. Lailahe illallah demek; bu uluslararası ve yerel şirk güçlerinden, din bezirganlarından beri olmanın evrensel ilanıdır.
Tevhidi bütünlükten kopmamız için üretilen hiçbir fikri, sosyal, siyasal, ulusal, konjonktürel, uluslararası gerekçe ve mazeret ed-Din olan İslam’dan meşruiyet/onay alamaz.
İnsanlık, hayata tevhidi bütünlük içerisinde bakan, İslam’ı bu bütünlük içinde anlayan/iman eden ve yeryüzü ölçeğinde temsil eden müminleri beklemektedir.