Bu günlere nasıl geldik, bu zillet durumlarına niçin duçar olduk? Aziz olduğumuz günlerde nasıldık? Sorularının üzerinde içtenlikle düşünmek zorundayız. İslam “başımıza gelenlerin ellerimizin yaptıkları sonucu olduğunu” bildirir. O zaman ne yaptık ya da ne yapmamız gerekiyordu da onu ihmal ettik? Rabbimiz “yaratılış kıssası”nda işlediğimiz günahın, zulmün sorumlusunun kendimiz, nefsimiz olduğunu öğretir bizlere. Suçu ve suçluyu başka yerde aramayın, dönün kendinize bakın der. Bunu yapmadığımız zaman, düşmanımıza (şeytana), daha büyük bataklara çekilmemiz için fırsat vermiş oluruz. Suç öncelikle nefislerimizde aranmalıdır. Sıra sonra, izin ve mühlet verilen şeytan ve dostlarına gelecektir. Mümin “Tövbe” ile başlar işe. Tövbe, gereğince yapıldığı zaman suçu nefsinde arayan insanın doğru yola girmesi için bir imkândır. Tövbe, bir öz eleştiridir, gerekirse yaraya neşter vurmaktır. Mevcut durumumuzu değerler, ilkeler, amaçlar ve maslahat üzerinden yeniden ihya ve inşa ameliyesine girişmektir. Sahici sorgulamalar yapmak, uzun erimli sorumluluklara hazırlanmaktır.
17. yüzyılın sonlarında, Osmanlı Devleti’nin şahsında temsil edilen İslam Medeniyeti, inkıraz sinyalleri vermeye başladı. Bunun devlet ve medeniyetin kendi bünyesinden kaynaklanan sebepleri olduğu gibi bu devlet ve medeniyete hasım olanlardan da kaynaklanan sebepleri bulunmaktadır. İkisini birlikte düşünmek zorundayız. İslam; varlığı, hayatı, ilişkileri Tevhid- irk, İman- üfür, Adalet-Zulüm, Takva-Fücur temelinde anlamamızı öğütler. Muhasebe iki taraflı yapıldığında anlamlıdır. İstanbul’un Fethi İslam ve Müslümanların Anadolu üzerinden yeniden yükselişi olurken, Bizans ve onun şahsında Batı için bir dibe vuruş ve aynı zamanda sıçramanın başlangıcı olmuştu. Hayat böyledir, yükseliş ve inkıraz medeniyetlerin kaderidir. Bize düşen bu kaderi mümince anlamak ve karşılamaktır. Bu minvalde medeniyetler ve onların oluşturduğu ilmi, zihinsel, kurumsal çerçevelerin ilanihaye devem edeceğini düşünmek, bu çerçevelerde ısrar etmek Sünnetullah’a ve ed- Din’in doğasına aykırı bir tutumdur. Bizim ilanihaye savunacağımız ve ısrar edeceğimiz İslami değer, ilke, amaç ve maslahatlardır. Bize düşen, bu referansların rehberliğinde kendi çağımızın dilini ve üslubunu oluşturmaktır.
Özellikle 18. Yy’dan sonra, Fernand Braudel’ in (1902-1985) ifadesiyle “Maddi Medeniyet ve Kapitalizm”, Avrupa’ dan başlayarak dünyanın diğer yerlerine ve komşusu olan Osmanlı Devleti’ni de etkisi altına almaya başladı. Avrupa, Osmanlı Devleti’nin yükselişi nedeniyle yaşadığı kuşatılmışlığa ve sıkışmaya Coğrafi Keşifler, Emperyalizm, Rönesans, Reform, Ulus devlet, Kapitalizm, Sanayileşme süreçleriyle karşılık vermiştir. Bu karşılık ve çıkışa, Koçi Bey Risalesi, Abdülhamit’in İslamcılık, Cevdet Paşa’nın Mecelle denemesi örneklerinde olduğu gibi çözüm üretilmeye çalışılmış ama sonunda çöküş engellenememiştir. Bu duruma cevap verememek mevcut koşulları sorgulamayı, müzakere etmeyi gerektirir. Siyasi çöküşü hazırlayan ilmi, fikri, ideolojik, sosyal, kültürel, ekonomik nedenlerin olduğunu unutmamak gerekiyor. Sonuçlar nedenlere bağlıdır. Sonuçlara değil nedenlere yoğunlaşmalıyız. Peygamber Kıssaları’nın Kur’an’da neden tekrar tekrar anlatıldığı üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bugün ve halimiz, dünün getirdiklerine ve yaşanmakta olana bizim yaklaşımımızdır.
Osmanlı Devleti’nin, Abdulhamit’in tahttan indirilmesi ve 1. Dünya Savaşı’nda mağluplar safında savaştan çıkmasıyla, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetindeki topraklar önce işgal edildi sonradan da parçalanarak üzerinde küçüklü büyüklü onlarca “devlet” kuruldu. Bu devletler Fransız Devrimi’nden sonra oluşan Ulusçuluk temelli Ulus devletlerdi. Ulusçuluk ve Ulus devlet, Avrupa toplumlarının kendi iç bünyesinde yaşadıkları sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, zihinsel değişim ve dönüşümlerin bir sonucuydu. İmparatorluk deneyimi yaşayan Müslüman kavimler ve gayr-i müslim ahali sosyal, kültürel, siyasal bünyeye yabancı bir durumla karşı karşıya kaldı. Bu hal, İmparatorluk bünyesine dışarıdan zerk edilen bir mikrop gibiydi. Bünye bu hale hazırlıksız yakalandı. Osmanlı’nın şahsında temsil edilen İslami irade’den mahrum kalan Müslüman unsurlar param parça oldular. Her parça kendi başının çaresine bakma durumuyla karşı karşıya kaldı.. Savaşın galibi Fransa ve İngiltere, işgal süreçlerinde bu toplumların maddi servetlerini yağmaladığı gibi; sosyal, kültürel bünyeyi de kültür emperyalizmi ile asliyetinden çıkardı. Bağımsızlık savaşları sonucunda fiili işgalden kurtulan topraklarda, köklerinden uzaklaştırılmış, toplumun tarihsel birikimine yabancı elitler tarafından Modern ulus devletler ihdas edildi. Bu elitler zihinsel olarak Batılı, toplumsal meşruiyetleri zayıf olduğu için dış güçlere mecbur ve muhtaçtılar. İktidarlarının devamı bu güçlerle işbirliğine bağlıydı. Bu gün tasfiye edilen ya da tasfiye sürecine sokulan devletler bu dönemde kurulan devletlerdir. Bu devletler kurulduğundan bu tarafa bağlı oldukları paktların taşeronu görevi gördüler ülkelerinde ve bulundukları bölgelerde. Bu duruma, bu ilişki biçimine bütün bir 20.yy tarihinde tek itiraz, İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen İslam Devrimi ile İran’dan geldi. İran-Irak Savaşı, İmam’ın vefatı, uzun süren ambargo süreçleri bu İslami tecrübeyi Ulus devlet hastalıklarına duçar etti.
İslam dünyası, Müslüman önderler, İslami hareketler Ulusçuluk ve Ulus devlet sapkınlığı ile yüzleşmeden yüz akıyla çıkamadılar. Ulus, Ulusçuluk Modern bir kurgudur. Ulus devlet, hem toplum hem devlet tasarımıdır. Toplum, Modern Devlet’in emredici aygıtları eliyle yeniden dizayn edilmeye çalışılır. Bu sapkınlığın, Batı merkezli Burjuva/Kapitalizm/Sermaye’nin siyasi organizasyonu olduğunu unutuyoruz. Bu siyasi yapı, onu kuran Sermaye’ye hizmet eder, hizmet süresi dolduğunda, kullanma değeri düştüğünde sahipleri tarafından da tasfiye edilir. Ulus devlet sekülerdir, laiktir. Ulus devlet İslami değerleri, amaçları, maslahatları dikkate almaz, bunları kerih görür. Din, bu çıkarlara hizmet eden kültürel bir değer olarak anlamlıdır. Ulus devlet parçalayıcıdır. Ulus devletlerde yerel hükümetler ne fonksiyon icra ediyorsa Küresel Sistem nezdinde de Ulus devletler o görevi icra ederler. Devlet’le, Modern Ulus devleti karıştırmamak gerekir. Halkın siyasi teşkilatı olan kurum bir ihtiyaçtır. Ama bu kurum amaçlarından, işleyişinden, örgütlenmesinden, ideolojisinden bağımsız değildir. Bu yüzleşememe hali, mikro parçalanmalarla başka bir boyut kazanmaktadır. Özellikle Dar’ül – İslam beldelerinde son yaşananlar, bu duruma ortam hazırlamaktadır. Küreselleşme ile sorgulanmaya başlayan Ulus devlet yapıları, ihdas edildiğinden bu tarafa halklara zulüm ve gözyaşından başka bir şey vermedi. Bu durum halkların devletlerinden umut kesmesine sebebiyet verdi. Bu umutsuzluk halini gören ve değerlendiren Küresel Emperyalist güçler, re-organize için mevcut durumu tasfiye sürecine girdiler. 100 yıl önce kurulan siyasi yapılar bu gün parçalanma tehdidiyle karşı karşıyalar. Bu parçalanma durumu, İslam dünyasını Ulus devletlerden etnik, mezhep, yerel temelli kabile ve örgütlere muhatap kılıyor.
Ulusçu, mezhepçi, yerel örgütler, kendi ülkelerini, bölge ülkelerinin, bölge dışı ülkelerin istismarına açık hale getiriyorlar. Bu örgütler kendilerinin planlamadıkları, başlatmadıkları bir paylaşım savaşının içine iteklendiler. İdeolojik, örgütsel, ekonomik, istihbarat, silah olarak kendi imkânlarından beslenemeyen bu yapılar, İslam dünyasının yeni baş belalarına dönüşüyorlar. İdeolojik olarak ya Modern Seküler ideolojiler’den ya da tarihsel, geleneksel siyasi, mezhebi ekollerden ilham alıyorlar. Modern seküler ideolojilerden de tarihsel, geleneksel ekollerden de bu günün dünyasına bir şeyler söylemesini beklemek beyhude bir uğraştır. Cemil Meriç’in söylediği gibi; Modern ideolojiler, insanlığa, Müslümanlara giydirilmiş deli gömlekleridir. Bu güne tarihi çağırmak ta yaşanan hayatla kavga etmek demektir. Bunları derken insanlığın tecrübesine, tarihsel mirasa ve birikime kayıtsız kalalım anlaşılmamalıdır. Örgütsel, ekonomik, istihbarat, silah ihtiyacı için bölgesel ve uluslararası güçlerle iş birliğine girişmek baştan kontrolünüzü başkalarının eline vermektir. Bütün bu durumlar ve ilişkiler, bu örgütleri, devletlerin taşeronu olma durumuyla baş başa bırakıyor. Böyle bir durumda nasıl bir insani ve İslami mücadele verilebilir?
Taşeron devletler, taşeron örgütler dönemlerinde zulüm altında inleyen Müslüman halklar oldu ve olmaya da devam ediyor.. Bu taşeronlar, efendileri adına silahlarını Müslüman halka çevirdiler. Cebren halkı tedip ve terbiye etmeye kalkıştılar ve kalkışıyorlar. Silahlarını Küffara çevirmeyen, Dar’ül- İslam’ın beşeri, maddi ve manevi birikimlerini tarumar eden her devlet ve örgüt taşerondur. Halkı ulus, mezhep, devlet adına parçalayan Ümmet’in vahdetine engel olanlar taşerondur. Ulusal ve örgütsel çıkarları için; Uluslararası güç odaklarıyla iş tutan, onların velayetine sığınan her devlet ve örgüt taşerondur.
Allah’ın Rahman ve Hadi isminin tecellisi olan İslam, insanlığın gündemine halis bir şekilde nasıl getirilir, Ümmet nasıl aziz olur, Müslümanlar, insanlık içinde Maruf’u temsil Münker’den içtinap eden Vasat, Üsve-i Hasene, Adil, Şahit nitelikleri üzerinden nasıl temayüz eder? Hedefleri için gayret etmeyen devletler ve örgütler taşerondur.
Taşeron devletlerle, taşeron örgütlerle insani ve İslami bir gelecek inşa edilemez.