Tasavvufta seyr-i süluk, kısaca yol tutma, yola girme, mesafe kat etme anlamına gelmektedir. Bu yol (seyr-i süluk) üzerinde olana da “salik” veya mürit denir. Salik’in gayesi kötü huylardan kurtularak ahlakını güzelleştirmek, nefsini arındırmak ve sonunda Allah’a ulaşmaktır. Seyr-i süluk, öyle bir yoldur ki kişinin kendi başına buyruk yapabileceği bir iş değildir. Yapması gereken ön şart, mutlaka bir mürşide bağlanmasıdır.
Tasavvuf uluları, insanların akıllarına prangalar vurarak, sistemli bir şekilde her zaman ve zeminde müntesiplerini kontrol etmeyi başarmıştır. Onlar üzerinde etkinliğini hissettirmiş, onları istediği kıvama getirerek tarih boyunca kendilerine kul ettirmekten geri kalmamışlardır. İslam’da insan, Allah’a kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerler ve takva sahibi olur. Tasavvufta ise mesafe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta hedefe vardıkça tümüyle kalkmaktadır. Bu ancak Allah’ta fena olan kişi için geçerlidir. İşin başlangıcında acemi bir sofi “enel hak” diyemezken, seyri sülukta ilerledikten ve sona vardıktan sonra “ben Allahım” diyebilmektedir. Bunlara birçok örnekler verilebilir ama ben yine de bilinen bir kaç örnekle yetinmek istiyorum.
Beyazidi Bistami, “kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir; cübbemin içinde O’ndan başka kimse yok” derken;
İbnül Arabî ise “ben O ve O benim” ifadeleriyle bunu göstermektedir. Yine bunlara ilave olarak “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm; bir ben vardır benden içeri” ifadeleri kendilerinin Allah’ta yok olduklarını, bundan sonra konuşunca Allah adına konuştuklarını ileri sürmüşlerdir. Tüm bu mertebelere ulaşmanın tabiî ki şartları vardır ve bu şartlar yerine getirilmediği sürece bu yolda ilerlemeniz asla mümkün değildir. Bu şart yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece bir şeyhe bağlanmak, ona intisab etmektir. Buna mukabil şeyhin de sizden isteyeceği şartları olacaktır. Adeta imanın şartlarına paralel olan bu şartlar kısaca şunlardır.
Şeyhine temiz bir itikat ile bağlanmaktır.
Onun huzurunda bütün mal ve mülkünden tecerrüt etmektir.
Sadık ve gerçek olmaktır.
Kendisini şeyhine satılmış bir köle gibi teslim etmek ve o ne dilerse öyle yapmaktır.
Onun elini tutup, günahlardan kaçınmak sureti ile muhabbetini gönülde sağlamlaştırmaktır. Öyle ki şeyhi kendine oğlundan, kızından, nefsinden, malından, mülkünden daha sevgili olmalı, ondan ayrılmaya asla razı olmamalıdır.
“Müridin iradeti bu beş şartla tamam olur. Birisi eksik olursa o mürit şeyhe iradet getirmiş olmaz, kendi kendinin müridi olmuş olur, kendi kendine yürüyenlerin şeyhi de şeytan olur”
[1]
Mürit, şeyhin huzurunda otururken hiç ses çıkarmadan oturmalı hiç konuşmamalıdır. Mürit, Şeyhin huzurunda deniz kenarında oturan ve rızkını bekleyen birisi gibi oturmalıdır. Zira şeyh bir deryadır ve müridin beklediği de o deryadan paha biçilmez inciler zuhurudur. Onun için can kulağı ile şeyhini dinlemeli, şeyh konuşmuyorsa sessizce huzurundan ayrılmalı ve hizmet için can atmalıdır. Müridler, şeyhlerinin kemalinin kimsede olmadığını ve böyle bir mürşidin bu zamanda bulunmadığını da iyi bilmeli ve bu itikada sıkı sıkı bağlanmalıdır.
[2]
Allah’a kulluğu bir kenara bırakarak kendi çarklarının dönmesi için ilkeler oluşturan bu tabaka, insanların bu ilkelere uymasının aslında Allah’a ve resulüne uymak olduğu iddiasını ileri sürerek, beraberinde bir de yalan söylemektedirler. Oysa Allah resulünün hayatında ne böyle bir itikada rastlamak mümkün, ne de insanları kendilerine çağırdığını görmek mümkün. Kendi ilkelerini ayetlere onaylatan bu zümre Kur’an ayetlerini de kendi çarklarının dönmesi için kullanmışlardır. Mesela “sana biat edenler gerçekte Allah’a biat etmişlerdir.” (Fetih/10) ayetini nasıl yorumlamışlar hep birlikte bakalım.
“Bu ayeti kerime, teslim olmaya taalluk eder ve teslim olana işarettir. Müritler öyle itikat etmelidirler ki şeyhler Allah Tealanın açılmış birer kapısıdırlar. Ne vakit dilerse o kapıdan girilir ve hak Teâlâ hazretlerine erilir. Öyle itikat etmelidirler ki şeyhlerinin işlediği her şey Allah Telanın emriyle işlenmektedir. İşlenilen hayır veya şer gibi görünse de, ilahi irade ile vuku bulmuştur. Aynı zamanda şeyhte de Allaha açılmış bir kapı bulunduğuna ve dilediği vakit hak Teâlâ ile mülakatta bulunabildiğine; uyurken ve uyanık iken dahi buluşmanın vuku bulacağına itikat etmek gerekir. Şeyhe öyle bağlanılmalı ki şeyhler müritleri hakkında kendi havası ile bir iş işlemez. Zira müritler şeyhin katında Allah’ın birer emanetidirler. Bunu böyle bilmeli ve böyle teslim olmalıdır. Şeyhin Allah emanetleri olan müritlerini zayi etmeyeceğini, bilakis onları terbiye ederek onları maksutlarına eriştireceğini de bilmelidir.”
[3]
Tasavvuf kitaplarından konu ile ilgili birçok örnek vermek mümkündür. Ancak ben yukarıda sayılan beş şartı zikretmekle yetinmek istiyorum. Daha farklı şartlar koşanları ise şimdilik imhal ediyorum.
Bundan sonra şüphesiz, sözlerin en doğrusu Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. Amellerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat her bidat sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir.
Öyleyse Rabbimizin sorduğu bir soruyu ben de saliklere sormak istiyorum:
“Nasıl olup da büyüleniyorsunuz?” ( Mü’minun; 89)
[1] Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nüfus, Salah Bilici Kitapevi Yayn. İst. s. 441.
[2] Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nüfus, s. 438.
[3] Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nüfus, s. 440.