Bir tasavvuf terimi olan “sofi” sözcüğü yüzyıllar boyunca hem savunanlar, hem de karşı çıkanlar tarafından çok çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Kelimenin nereden geldiği hemen hemen bütün araştırmacılar tarafından tartışma konusu olmuş, genelde “yün elbise giymek” anlamına geldiği noktasında ittifak etseler de, bu tanım da pek çok kimseyi tatmin etmemiş ve hala etmemektedir.
Tasavvuf kelimesinin de ne anlama geldiği pek ortaya konamamış, belli bir görüş birliği sağlanamamıştır. Ancak tasavvufun, nazarî ve aklî bir ilim olmadığı, aksine tecrübî bir ilim olduğu için tariflerinin sabit olmadığı noktasında bir görüş ileri sürülmüştür. Bununla birlikte her mutasavvıf, tasavvufu yaşadığı manevi tecrübelere ve bulunduğu makamlara göre tanımlamıştır. Mutasavvıfların farklı vakitlerde karşılaştıkları hallere işaret ederek, farklı ifadeler, farklı tanımlar kullanılmış, bu tanımların sayısını bine kadar çıkaranlarda olmuştur.
[1]
Şimdi bazı mutasavvıflara göre Tasavvuf ve sofi kelimelerinin tanımlarını verecek olursak;
Sofi; eşyadaki tasarruflarında nefsiyle değil, ilahi iradeyle hareket edendir.
[2]
Tasavvuf, seni sende öldürüp, kendisiyle diriltmesidir. Sofi toprak gibidir; iyileri ve kötüleri üzerinde taşır. Bulut gibidir; herkesi gölgelendirir. Yağmur gibidir herkes ondan istifade eder.
[3]
Sofiler daima bir halden diğer bir hale geçtikleri, yüce makamdan daha yüce bir makama yükseldikleri, devamlı “tayr” ve “seyr” arasında oldukları için onların bu hallerini belli bir vasıfla anlatmak ve bir sıfat ile tanımlamak mümkün değildir. Kendilerine ilim ve hal olarak birçok kapılar açıldığı için onların batınları hakikatlerin membaıdır.
[4]
Tasavvuf, İslam ilimlerinin zirve noktası, zübdesi ve özü olarak ifade edilmiştir.
[5]
Tasavvuf, müntesipleri tarafından genelde İslam’ı yaşayabilmek için özümsenip, pekiştirilerek gerçek anlamda, Allah’a yakın olmak olarak tarif edilmektedir. Ancak sofi sözcüğü, sekizinci yüzyıldan bu yana kullanılmasına rağmen, dayandığı kök anlamının kesin olarak ne olduğu ortaya konulamaması bakımından birçok sıkıntılarda beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte yine, tasavvuf’un Kur’ani bir kavram olmadığını, Peygamber’in hayatında ve onun Ashabı’nın hayatlarında tasavvufu anımsatacak herhangi bir söz ve davranış dahi bulunmadığını ortaya koyanlar da olmuştur. Dolayısıyla bu kelimenin tutarsızlığını eleştirenler karşısında sofiler, kendi akide ve eylemlerini, İslam’a ve insanlara aktarabilmek için yine kendilerini daha tutarlı isimler altında isimlendirmeye çalışmışlardır. Bu isimler genelde arifler, zahitler, fukara, veli, evliya, mürşit, ehlullah, vb. gibi isimler olarak isimlendirilmiştir. Her ne sıfat ile kendilerini İslami olarak vasıflandırmaya çalışsalar da, tıpkı yukarıdaki tariflerindeki muğlâklık gibi eylemleri ve anlayışları da tutarsız ve muğlâktır. Eylem ve anlayış itibari ile İslam’ın ana ilkesi olan tevhid akidesini zedelemektedir. Mutasavvıflar, tasavvuf’a ne kadar farklı anlam yükleseler de sonuç itibari ile “İslam’ın özünü yaşamak” noktasındaki ısrarlarını, her fırsatta dile getirmişler, hala getirmeye devam ediyorlar. Peki, kendilerinin İslam’ın özü olduğunu iddia eden bu zümreye karşın; tam tersine tasavvuf’un İslam’ın karşısında olduğunu ileri sürenler, bu yargıya nasıl varmışlardır?
Tasavvuf’un, İslam anlayışı üzerinde derin yaralar açmasını tasavvuf hakkındaki düşüncesini ortaya koyan doğu bilimleri uzmanı Fransız C. Huart’ın, “Ari ruhunun Sami ruhuna üstün gelmesinden ibarettir”
[6] tarzında bir fikir ileri sürmesi konunun anlaşılması bakımından bize bir ışık tutmaktadır. Ari dinleri ile Sami dinlerinin ne olduğunu kısaca hatırlayacak olursak, Ari dinleri; Hinduizm, Budizm Zerdüştlük ve bunların mezhepleri iken; Sami dinleri ise, Semavi dinlerdir. Burada tahrif olmaları bakımından kendi akidelerini yerleştirme çabalarından dolayı, mevcut Yahudilik ve Hıristiyanlığın da gerek insanlara gerekse İslam’a, büyük yaralar açtığını söyleyebiliriz. Yine C. Huart: “Tasavvuf’un, Hind’den mi, Hıristiyan rahiplerinden mi yoksa doğrudan doğruya İran’dan mı İslam’a girdiği meselesini tartışırken İran’a büyük pay vermektedir”.
[7] Zerdüşt ve Hind akidelerinin İslam’a rahatça nüfuz etmesinin sebebi elbette yeni Müslüman olmuş insanların İslam’ı yeterince tanımamalarındandı. Bunu fırsat bilen zamanın tasavvuf erbabı, İslam’ın yeni fethettiği topraklarda bir anda kendilerini gösteriyorlardı. Mesela yeni fethedilmiş ya da fetih olunması kaçınılmaz olan Buhara, Yesi, Nişabur, Fergana gibi şehirlerde mutasavvıfların görünmeye başlamaları elbette kayda değerdir.
[8]
Yine Anadolu’yu da aynı şekilde değerlendirdiğimizde, Konya, Kayseri, Erzurum ve Sivas başta olmak üzere birçok şehirlerde, mutasavvıflar görünmeye başlamışlardır.
Peki, tevhid ilkesine, zarar veren bu tasavvuf akidesinin özü nedir diye soracak olursak, bunu birçok maddeler halinde sıralamak mümkündür. Ancak bunların en önemlisi, Allah, kendisinden başka ilahın olmadığını (kelime-i tevhid), zatı ve sıfatları ile eşi ve benzeri olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir ve tek olduğunu kesin ve anlaşılır bir şekilde beyan etmiş, inananların da bu ilkeye uymalarını imanın birinci şartı olarak görmüştür. Tasavvuf ise, tevhid ilkesine zıt bir şekilde farklı görüşler ileri sürerek, mevcut olan her şeyin Allah olduğunu (vahdet-i vücut), görünen şeyde/eşyada Allah’ın tecelli ettiğini yani açıkça göründüğünü (vahdet-i şühud), yine Allah’ın insanla bütünleştiğini (tenasüh/Hulul) savunmaktadır. Bilindiği üzere bu düşüncelerin Hind dinlerinde, Zerdüşt akidelerinde ve eski Yunan filozoflarında mevcut olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda tasavvuf inancının hiç de masum olmadığını görebiliyoruz.
Allah yarattıklarının hiç birine benzemez (42/Şura: 11). Bütün yaratılmışların ilahı bir tek ilahtır. O rahman ve rahim olandır. (2/Bakara: 163). “De ki o Allah birdir, her şeyin kendine muhtaç olup fakat kendi hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Samed’dir.” (İhlâs/112: 1-2). Kur’an’da bunlara benzer birçok ayetleri görebilmek mümkündür. Ancak Tasavvuf düşüncesi yaratılanların, varlık âleminin tümü, Allah’ın ya kendisi, ya tecellisi ya da her şeyin Allah olduğu kanaatindedir. Varlığın birliği (vahdeti vücut) meselesini, İslam ümmeti üzerinde etkin hale getiren İbnül Arabî, bu görüşüne birçok delil getirmeye çalışmış ancak, bu görüşünde ne yazık ki İslam’ı gereğince tanımayan milyonlar üzerinde etkili olmayı başarmıştır. İbnül Arabî bu hususta şöyle demiştir: “Yaratılanların tümü Allah’ın suretidir; âlemde var olan her şey Allah’ın dilidir; dolayısı ile öven de odur, övülen de odur. Onu bir olarak bilen sayıyla sınırlamış olur”.
[9]Yine İbnül Arabi: Var olan her şey Allah’ın yüzlerinden bir yüz, dillerinden bir dildir. Varlıkta onu gören ondan başkası değildir
[10] diyebilmiştir.
Nitekim Hallac-ı Mansur, Ömer Hayyam, Şıhabettin Suhreverdi, İbn Ataillah el İskenderi, Feridudin-i Attar, İn’ül-Farid, Muhiddini Arabi, Molla Cami ve Abdulkerim el-Ciyli gibi mutasavvıflar, tasavvufu böyle anlamışlar ve böyle işlemişlerdir.
[11]
Kur’an-ı Kerim ayetlerinde ve resulullah’ın hayatında bu ve buna benzer herhangi bir batıl akideye rastlamak mümkün değildir. Kur’an, bizzat tevhid inancını ikame etmek için, gerek düşünce dünyamızda gerekse pratik hayatımızda olabilecek şirk şekillenmelerinin önünü tıkamaktadır. Kur’an’ın birinci derecede amacı budur. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasulü, öncelikle insanların fikirlerine/zihinlerine kelime-i tevhid’i yerleştirmeye çalışmıştır. İnsanları bu akideden (tevhid) saptırmaya yönelik her türlü batıl düşüncelerden uzaklaştırarak bütün yol ve yöntemlerin önüne set çekmiştir.
Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (6/Maide: 153).
[1] Şıhabuddin Suhreverdi, Avarifü’l Mearif, Semerkand yay. 6. Bsk. İst. S. 66.
[2] Şıhabuddin Suhreverdi, age, s. 69.
[3] Şıhabuddin Suhreverdi, age, S. 69.
[4] Şıhabuddin Suhreverdi age. s. 74.
[5] Kamil Yavuz, Anahatlarıyle Tasavvuf ve Tarikatlar, 13. Bsk. İst. s. 17.
[6] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 11 Bsk. Ank-2009, s. 47.
[7] M. Fuad Köprülü, age, s. 47.
[8]. M. Fuad Köprülü. age. s. 49.
[9] İbn. Arabi, Fusus-ul Hikem, Nuh Fassı.
[10] İbn. Arabi, Fusus-ul Hikem, İdris Fassı.
[11] Ferid Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Süleymaniye Vakfı yay. İst-2000, s. 204.