TARLADA YATAK YORGAN

Yıl 1978. Ben sekiz yaşındaydım o zamanlar. Bir anne babanın, altı oğlundan biriydim. Bir sabah şafak sökerken köyden şehre; umuda, işe, ekmek kapısına doğru yola çıktık. Bizimle beraber birçok aile daha bindi kamyonun üzerine. Evet, bir otobüse değil, hatta mütevazı bir otobüse bile değil, kamyon kasasına binmiştik. Ve bir daha dönmemek üzere umuda doğru yola çıktık.

Umut, çok güçlü bir şeydi; biz bağımlılarını da güçlü kılıyordu. Bu nedenle olacak ki; aç karnımıza hem de hiç yüksünmeden, saatlerce yolculuk ettik. Sonunda şehrin bir kenar mahallesinde durdu aracımız. Şoför, “hadi geçmiş olsun, böyük şehre geldik işte” demişti. Gururluydu o; biz ise heyecanlı. Yeni evimize, büyük şehre, fırsatlar diyarına gelmiştik. Hem de arkamızda en güzel ineğimiz “Sarıkızı” bırakarak, baharda en son doğan “Sakar kuzuyu” bırakarak, emektar köpeğimiz “Karabaşı” bırakarak, çayırları, tavukları, ağaçları, kızlar çeşmesini, değirmen deresini bırakarak ışıklar diyarına gelmiştik. Göz alıcı ışıklar, her yerden fışkıran ve gökteki yıldızları kaybeden yerdeki yıldızlar gibi duran şehir ışıklarına gelmiştik. İnsanın doğaya üstün geldiği, bir şey yetişmediği halde daha çok doyurucu olan şehre gelmiştik. Işıklar beni büyülemişti. Bugün bile bir şehrin beni en çok etkileyen yanı, göz kamaştıran ışıklarıdır.

Her neyse, kapaklar açılmıştı ve kamyon kasasından aşağı inmiştik. Her aile kendi eşyasını ayırıp aşağı indirdi. Kamyon kısa sürede boşaltıldı. Sonra şoför, “bana müsaade” deyip gürültülü kamyonu ile uzaklaştı. Herkes kendi derdine düşmüştü. Aileler boş tarlanın birine yatak yorganlarını serdiler. Çoluk çocuk doluştuk yatakların içine. Hava soğuktu. Evimiz yataklarımız olmuştu. Elbette her gün tarlada yatacak değildik. Babamız ertesi gün şehrin içine gidip kiralık ev arayacaktı. Üç beş gün demeden bir ev bulacaktı elbet. Ama şimdilik buraya mecburduk. Uyumaya uyurduk açık havada, alışkındık zaten köy yerinden; çalınacak eşyamız da yoktu zaten. Birkaç çift yatak yorgan, birkaç kilim ile iki çuval, iki bohça… İşte o kadar…

Bir ara tarlaya yayılmış olan ailelerin kalabalığı dikkatimi çekmişti. Heyecandan uyuyamıyordum, sürekli bir şeyler düşünüyordum. Köyden şehre göç etmiştik. Hem de bütün köy göç etmiş gibi de kalabalıktık. Yataktan çıkıp, kaç ailenin göç ettiğini saymak istedim. Bir, iki, üç, …. Bizimle beraber tam on beş aile vardı orada. Bir kamyonda on beş aile göç etmiştik. Bu inanılmaz bir şeydi. Kamyona eşyalarımızla birlikte nasıl sığdığımıza o an şaşırdım. On beş aile, hem de eşyalarıyla birlikte…

Büyük şehir bizi bağrına bastı o zamanlar. Büyük şehir de mütevaziydi, biz de. 

Aradan yıllar geçti. Çok şey değişti. Şehir de büyüdü, biz de; o da mütevaziliği unuttu, biz de. Şehre sığmaz, havasını beğenmez olduk. Biraz da köyümüzün hasretine dayanamadık. Nihayetinde bu yaz, köyümüze yazlık bir ev yaptırdık. Yazlık ev için aldığımız eşyalarımızı ise, bir kamyona sığdırmaya zorlandık.

Artık sığmıyorduk bir yere; ne köye ne de şehre… Eskiden içine sığabildiğimiz bir yatak yorganımız vardı. Şimdi ise içine sığamadığımız bir dünya var.