Tahrir meydanı, liberal alemde ‘Arap baharı’ sözüne en fazla medar olmuş siyasal bir simge idi. Üzerine büyük söylemler geliştirilmişti. Lakin Sistem, Tahrir merkezli Mısır baharında, hoşuna gitmeyen bir şeyler gördü ve bahar bitti.
Öyle zannediyorum ki, 3 Temmuz 2013 tarihi, bugüne kadar rastlanmış, canlı yayınla ve pek de acele etmeden gelen ilk darbe oldu. Hani haberlerde kazalar için televizyoncuların kullandığı “saniye saniye…” deyimi misali.
Darbenin, Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi görevden uzaklaştırmak ve İhvan mensuplarına gözdağı vermek maksadıyla yapıldığı çok açık. Darbeyi yapan general büyük bir el çabukluğu ile İhvan’a karşı bir tutuklama kampanyası başlattı. Muhammed Mursi vakit geçirmeden cezaevine konuldu. Hakkında, gözünün üstünde kaşın var kabilinden bir ‘suç’ listeciği tedarik edildi ve 48 saat içerisinde yargı önüne çıkartılacağı deklare edildi.
Daha şimdiden bir kara mizah örneği olarak dünyanın önünde duran darbenin, planlandığı şekilde gitmesi biraz zor görünmektedir. Çünkü toplumdan, sanırım beklemedikleri bir tepki gelmiş bulunmaktadır.
Mısır’ın demokratikleşme yolunda henüz Türkiye’yi yakalayamadığı açıktır. Türkiye bu yollardan geçeli epey oldu. Öyle görünüyor ki, Türkiye yakalamış olduğu demokratik metanet çizgisine nasıl darbeler içinden geçerek geldiyse, Mısır da aynı yolu izleyecektir. Belki de son darbelerini oynamaktadır… Bu demektir ki, -kesinlikle arzu etmesek de,- İhvan da AKP’nin takip ettiği yolu izleyecektir.
Mısır darbesi, Muhammed Mursi’nin partisi ve İhvan-ı Müslimîn üzerinde ne gibi tesirler meydana getirir? Bu soruya cevap vermek için henüz erkense de, İhvan’ın çok az bir kesimini görece radikalleştirip, büyük ekseriyetini daha uzlaşmacı ve ılımlı bir noktaya çekeceğini söylemek kehanet değildir. Çünkü demokrasi yolunda işler böyle yürümektedir. İhvan’ın bu büyük kesimi darbeden ‘ders’ çıkartacak, sistem de kötü polis rolünden sonra iyi polis rolüyle, daha da ‘disipline’ olmuş İhvan’ın yeniden siyasete katılmasına göz kırpacaktır.
Darbeyi yapan general Abdül Fettah el Sisi’nin yaklaşık bir sene önce Genel Kurmay başkanlığına Mursi tarafından atanmış olması, kaderin bir cilvesi midir? Sisi’nin dindar bir subay olduğu, hatta eşinin nikap taktığı söylentisine de yer verilmektedir. (Fikret Ertan, Geçici Dönemin İki Baş Aktörü: Sisi ve Mansur, Zaman, 5.7.2013).
Daha düne kadar “sıradan bir Anayasa Mahkemesi Başkanı” olan Adli Mansur, bugün Mısır Cumhurbaşkanı koltuğuna oturdu. Belli ki annesi onu kadir gecesinde doğurmuş… Ve yeni Başkan anında havaya girmiş. İhvan’ın rahatlamasını sağlayıcı beyanlar veriyor, korkmayın diyor. Eğer uslu dururlarsa, onlar da bu vatanın evlatlarıymış…
Ezher Şeyhi, yeni Başkan’ın ayarında bir acelecilikle darbeye alkış tutuyor, postal-severliğini gösteriyor. Merhum Mustafa Meraği’nin Muhammed Esed’e yorumladığı o günün Ezher öğrencilerinden biri olsa gerek Şeyh Ahmet Tayyib…
Mısırdaki darbe pek çok öğretici niteliğe sahip. Bunlardan biri ve en dikkat çekici olan şudur: Avrupa Birliği darbeye açıkça seyirci kalmış, hatta “oh olsun” mealinde bir tavır takınmıştır. Devletler arası diplomatik nezaket v.s. denilen hususları göz önünde tutacak olursak, aslında AB’nin bu tavrının darbeyi desteklemek anlamına geldiği çok açıktır. Amerika Devleti de Muhammed Mursi’den yana bir tavır koymamış, gitmesine göz yummuştur. Obama, Mısır’da olan şeye darbe bile demiyor.
Arap ülkelerinden Suudi Arabistan darbeye ilk selam çakanlardan oldu. Kuveyt, Bahreyn ve BAE gibi emirlikler da onu izledi. Suudi yönetimi ‘şimdilik’ kendisini selamette görmekte ve Batı paktının yanında yer almasının zilletini ömür boyu temizleyemeyeceğini hesaba katmamaktadır. Krallık, bu işlerin sırasıyla olduğunu bilmiyor mu acaba?
Gezi-Tahrir Benzerliği
Türkiye ile Mısır birbirine ne kadar da benziyor. Mekkelilerin helvadan putları gibi, rejimlerin de kelimelerden oluşan putları var; önceleri alabildiğine yüceltip parlattıkları bu putlarını, işlerin planladıkları gibi gitmediklerine inandıkları anda putlarını yemekten hiç çekinmiyorlar.
Türkiye’de Haziran ayı başında Gezi Parkı’nda Mısır’dakiyle aynı temel içgüdülerle bir ‘deneme’ yapılmış ama Türkiye’nin şartları elvermediği için, Mısır’daki gibi bir sonuç ortaya çıkmamıştı. O zaman Gezi parkı ile Tahrir meydanı arasında paralellik kuruluyordu. Bu paralelliği kuranlar da, Türkiye’nin başına, 3 Temmuz’da Mursi’nin başına gelenlerin aynısını getirmek isteyenlerdi. Yani iki meydan ve iki eylem arasında tam tersinden bir alaka vardı. Bu nedenle,“İşte şimdi Taksim ile Tahrir aynı oldu” diyen yazarın tespiti (Taha Dağlı, Haber7.com) son derece yerinde. Mısır’da kendisine mikrofon uzatılan bir Tahrir ‘direnişçisi’, Mübarek’i deviren devrimin işte şimdi neticeye ulaştığını, devrimin asıl şimdi tamamlandığını söylüyordu. Bu Tahrir eylemcisi ya ne dediğini bilmeyen bir devrim sarhoşu idi ya da Ertuğrul Özkök vari bir demokrasi fedaisi idi… (Ertuğrul Özkök, Hürriyet).
Mısır’da ordunun darbesi, Türkiye’de halkın, kimi muhafazakâr zümrelerin, neo-nurculuğun mevcut hükümetle ve dolayısıyla yukarıda değindiğimiz gibi, Mekkelilerin helvadan putlarını andıran, yücelttikleri kavramlarla ve İslam’la gerçek ilişkilerinin ne olduğunun daha da netleşmesine muazzam katkılar sağlamaktadır. İşte darbelerin böylesine ‘hayır’ları da vardır.
Neo-nurculuğun önemli bir kalemi Hüseyin Gülerce, Mısır’daki darbenin anlattıkları cümlesinden olarak, İhvan’ı ve Mursi’yi, laik kesimle, liberallerle, dünya ile diyalog ve uzlaşma yolunu aramamakla; Mısır’ın dinamiklerini ve Batı’yı kaale almamakla suçlamaktadır. Gülerce dilinin altındaki baklayı iyice çıkartarak, bombasını patlatıyor: “İslam coğrafyasında mütedeyyin insanlar, yönetime talip olacaklarsa dini referans almamalıdırlar.” Gülerce, Mütedeyyin insanlar için zeminin demokrasi, “hukukun üstünlüğü, paylaşma ve evrensel insani değerler” olduğunu ileri sürmektedir.
Bilindiği gibi ne Türkiye’de AKP hükümeti, ne de Mısır’da Mursi’nin Hürriyet ve Adalet Partisi dini referans alarak siyaset yapmış değildirler. Fakat bu neo-nurculuk, siyaset alanının dinden tamamen boşaltılmasını istemekte, anlaşılan dinin hiçbir tezahürüne tahammül edememektedir. İşte bu anlamıyla aslında Ertuğrul Özkök’le Gülerce arasında bir farkın olmadığı iyice ortaya çıkmaktadır. (E. Özkök, Müslüman Niye kardeş Olamıyor, Hürriyet, 5.7.2013).
Gezi Parkı ve Tahrir protestolarının özünden -en azından şimdilik-, “hayat tarzımıza karışma!” öfkesi çıkıyor. Hâlbuki her iki ülkede de, laik kesimin hayat tarzına karışılmış değil. Türkiye’deki liberalleşmeyi, öyle sanıyorum ki CHP bile sağlayamazdı. CHP iktidar olsaydı, muhafazakâr dediği toplumun büyük ekseriyetinin ‘hassasiyetlerini’(!) dikkate almak ihtiyacı duyardı. AKP ne yapsa, aynı kesim, “bu bizdendir” diyerek itiraz etmemekte, dolayısıyla liberalleşme dolu dizgin ilerlemektedir. Mısır’da olacak olan da buydu.
Buna rağmen, hayat tarzına karışıldığı ileri sürülebilmektedir. Aslında bu, AKP gibi partiler üzerinden, asıl İslam’a olan nefretin dışavurumudur.
Yazıyı bitirirken, aklıma takılan bir soruyu sormak istiyorum. Çok merak ediyorum, acaba Türkçe Olimpiyat stadlarına gelen Peygamber, Mısır’daki askeri darbe esnasında nerede idi? Darbeci General Abdül Fettah’ın yanında mıydı, yoksa Muhammed Mursi’nin yanında mı? Meydan olarak Tahrir’i mi seçmiştir, yoksa Rabiatül Adeviye meydanını mı? Bu hususta Pensilvanya azizinden bir açıklama beklemek hakkımız değil midir?