TAĞUT

Arapçada suyun/denizin taşması ‘ta-ğâ’ fiili ile ifade edilmektedir. Mecazen haddi aşmaya, azgınlık etmeye, zalimce davranmaya tuğyan denmektedir. Tağut ismi de buradan türetilmiştir.

Cebrail’in Hira’da getirdiği ilk vahiyde birçok önemli terim gibi, tuğyan terimine de yer verilmiş olması çok önemlidir. Orada şöyle buyuruyor Celal sahibi Rabbimiz:

“İnsan, kendisini müstağni gördüğü için mutlaka tuğyân eder.” (İnne’l-insâne le-yetğâ; en raâhu’s-teğnâ) (96/Alak, 6-7).

Mucize Kur’an, birkaç kelimeden oluşan bu kısa cümle ile neredeyse insanın bütün yapısını tarihi rolünü özetlemektedir: İnsan tağutlaşır; tağutlaşmasının sebebi de, kendisini müstağni görmesidir; bu bir taşkınlıktır, haddi aşmadır.

O halde bir nebze, müstağni olmaktan bahsetmek gerekmektedir.

İstiğnâ, zenginlik anlamındaki ‘ğınâ’ fiilinin (istif’al babından) mastarıdır ve insanın kendisini ihtiyaçsız görmesi halidir. Allah zengin, bütün insanlar fakir (Allah’a muhtaç) oldukları halde (35/Fatır, 15; Muhammed, 38), insanın küstahlaşıp kendisini ‘zengin’/ihtiyaçsız gördüğü bir vakıadır.

Şüphesiz ki istiğna imanla bir arada olamaz. Zaten Alak suresinde anlatılan müstağni de mü’min olmayıp, tuğyan eden kâfirdir. Bir insanın kendisini kendine yeter olarak görüp, görece olarak sahip olduğu maddi yığıntılarla böbürlenmesi için ancak kâfir olması gerekir. Çünkü mü’min, mülkün Allah’a ait olduğunu ve onu dilediğine verip, dilediğinden çekip alacağını bilecek kadar akıllıdır.

Tağut, isyan ederek haddi aşandır. Kur’an bilhassa Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76; Maide, 60; Nahl, 36 ve Zümer, 17. ayetlerde kelimeyi bizzat zikrederek tağuta dair yeterince tanıtıcı bilgi vermektedir.

Bu ayetlere istinaden ‘tâğut’, şeytan, put, kâhin ve sihirbaz, cinlerden birileri ya da şeytan olarak yorumlanmışsa da, “haddi aşan her azgın ve Allah’ın dışında kendisine tapılan her mâbud” olarak anlaşılması (Rağıb el-İsfehanî) daha isabetlidir. Dikili taşlar ya da metal veya ağaçtan yapılmış suretler anlamındaki putu tağut olarak isimlendirmenin anlamsızlığı ortadadır. Çünkü kendini mustağni görerek tuğyan eden, insanları Allah’a kulluk yapmaktan alıkoyup, kendine veya şeytanî bir düzene kulluk etmeye davet eden, cansız putlar değil, yaşayan insanlardır.

Allah’ın yolundan alıkoyan her şey ve herkes tâğuttur. Şu halde tâğut, Allah’a iman etmeyi perdeleyen, insanların yollarını şaşırmalarını sağlayan, zihinlerini çeldiren, tevhid hususunda tereddüde düşüren, İslamî kararlılıklarını bulanıklaştıran şey ya da şeylerdir. Allah’a karşı azgın ve isyankâr olup, gerek kahren ve cebren ve gerekse yumuşaklıkla, gönül rızası ile kendisine insanları perestij ettiren, kendisini mâbud ittihaz ettiren insanlar tâğuttur.

Tağut deyince akla, hadislerde tanımlanan deccal misali, hilkat garibesi ucube bir yaratık tiplemesi gelirse, Kur’an’ın mesajı sabote edilmiş olur. Bilakis tağut, her çağın insanının kendi cinsinden yani kendi gibi giyinen, kendi gibi yiyen-içen, kendisi ile aynı ülkede yaşayan, aynı araçları kullanan, aynı atmosferi teneffüs eden kimselerdir. Nasıl ki kafirle mü’min arasında anatomi, fiziki yapı ve dış görünüş bakımından temel bir farklılık yoksa, tağut da öyledir. Kısacası tağut kimi zaman sarıklı, kimi zaman kravatlı olabilir.

Tağutun illa bir tek kişi olması da gerekmez. Mesela Nisa suresinin 60. ayeti, tağutun önünde muhakeme olmak isteyen, ‘inanmış’ bir zümreden bahsetmektedir. İş ‘muhakeme’ olunca, günümüzde bu bir kuruma tekabül eder. Tağut misyonu bakımından kişi veya kurum olmanın çok önemi yoktur. Nice kişiler tağut olarak, birçok kurumdan daha ileri azgınlık yapmışlar, yapmaya da devam etmektedirler. Zaten kurumlar da sonuçta kişilerden oluşmakta değil midir?

Kuşkusuz tağutu eleştirmek asıl hedef olmamalıdır. Tağutu eleştirmekten ziyade onu tanımak, tanıtmak ve asıl olarak, İslam davasını öne çıkartmak gerekir. Çünkü hakkın varlığı, batıla endeksli değildir. Hak geldi mi, batıl zail olmak durumundadır. Tıpkı aydınlık gelince karanlığın kendiliğinden yok olması gibi. Ama Bakara suresinin 256. ayetinin buyurduğu gibi, Allah’a iman, tağutu küfretmekle ancak kemale erer. Tağutun bilinmediği ve bilinip küfredilmediği iman, iman değildir. Demek ki, aslolan, Allah yolunda adımlar atmak, Allah’ın adı en yüce olsun diye çaba harcamaktır. Canımızı ve malımızı Allah uğrunda seferber etmektir.

İnsan tağutlaşmaktan korkmalıdır. Bu korkuyu hissettirmek için Kur’an’ın Rabbi, ilk mesajda insanın kendini müstağni görerek tuğyan etmeye olan meylinden haberdar etmiştir. İnsan tağutlaşır.

İman ve İslam tuğyanla bir arada bulunamaz. Bu iki şeyin tanımları, isimleri ve cisimleri birbirine tamamen zıttır. İslam ve tuğyan birbirine tamamen aykırı, birbirinden tamamen ayrı ve gayrı iki inanış ve yaşam biçiminin adıdır. İslam bir yaşam biçimidir, tuğyan da bir yaşam biçimidir. Tuğyan, mülkten kendine pay çıkartmaktır. Mülke sahiplenmektir. “Ya sev, ya terk et!” restidir. Öyle ya, kurulu düzeni bütünüyle onaylamıyorsan, burada işin ne?! İşte burada, mülkü sahiplenme vardır. “Mülk bizimdir,” bu akıp giden ırmaklar, bu ülke, bu satvet ve devasa imkânlar ‘biz’e aittir havasında olanlar, bu tuğyanı sevmeyenlere, ülkenin çıkış kapısını göstermektedirler. Bu, dün böyleydi, bugün de böyle.

Tuğyan her zaman Firavun kıvamında olsa, tefriki kolaydır denebilir belki. Ya da Nemrut… Ya da Amr ibni Hişam… Daha doğrusu bugün en az bin dört yüz yıl sonrasından geriye doğru dönüp baktığımızda bize kolay görünüyor. Ama tuğyan her zaman, tefrik edilmesi bu kadar kolay surette değildir.

Allah her ümmete, Allah’a kulluk edip, tağuttan kaçınma emrini tebliğ eden bir rasul görevlendirmiştir. (16/Nahl, 36). Bu tebliğin son elçisi Muhammed (sav)’dir. Rasulullah Muhammed (sav)’in bütün mücadelesi, Allah’a itaat, tağuta kulluktan kaçındırmakla alakalıydı. Ama bugün, Rasulullah’ın bıraktığı mirasın izlerini taşıyan koca bir coğrafya üzerinde adeta, “Heva ve heveslerinize göre yaşayın, Allah’a kulluktan kaçının!” diyen bir felsefe egemen olmuştur. Bunun adını koymak gerekirse, bu tağuttan başka bir şey midir?

Bir ülkede, iktidarların halkının beğenisini kazanması, onların tuğyan içinde olmadıklarını göstermeye yeterli midir? Hayır! Bilakis, halkın çoğunluğunun yönelimleri, razı oldukları hayat tarzı tağutun ta kendisi olabilir. Allah’ın rızası yerine, halkın rızasını öncelemek, kişi ile iman arasındaki makası giderek açacaktır. Bir yerde Allah’ın ulûhiyeti ve rububiyeti bir ‘hiç’ anlamı ifade ediyorsa, orada tağutluk gerçekleşmiştir. İlah ve rab olarak Allah’ı ittihaz edinmeyen bir toplum, hangi kriterlere tabi olmuş olursa olsun, tağutlaşmıştır. Burada, küfrün Allah’ı tamamen yok saymak değil, O’nun ilahlık ve rablik sıfatlarını örtmek olduğu bir kez daha hatırlanmalıdır.

Bir an için şöyle “Hira mağarası” rakımından toplumu gözlemleyebilirsek, Allah’ın razı olacağı bir hayata doğru ilerlemediğimizi çok rahatlıkla görebiliriz. Evet, adı ‘özgürlükler’ olarak konulan bazı fücûr alanlarının daha da genişlediğini pekâlâ söyleyebiliriz. Ama aynı oranda, İslam’ın özü ve temeli olan kavram ve değerlerin daraldığını, kimi yerlerde kılcal damarlara dönüştüğünü ve belli yerlerden itibaren de tamamen yok olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.

İşte tam bu noktada, birilerini, neden bizi ‘şeriat düzeni’ne götürmediği için suçladığımız gibi bir algıya yaslanan bir itirazla karşılaşıyoruz. Oysa “haşa!” diyoruz; ‘şeriat düzeni’ni böyle bir atıftan tenzih etmek gerekir. Bir tağut düzeninden İslamî hayat beklemek gibi bir cehalet ve hamakatten Allah’a sığınmalıyız. O halde ‘sorun’ nedir? Sorun, tağuti bir sistemi ‘yetkili servis’te baştan sona bakımdan geçirip, allayıp-pullayarak, insanlığa hak suretinde sunmaktır. Yani sorun, birilerinin ülkeye şeriat getirip getirmediği değil, bilakis şeriatın, daha doğrusu İslam’ın üzerinde koyu gölgeler oluşturmasıdır. Mesaj verenler kim ve mesaj verme yolları ne olursa olsun, alıcılar, küfür, şirk, nifak, fısk ve fücurun ya bastırıldığı, ya ortadan tamamen kalktığı ya da kalkma yoluna girdiği ve bunların, yerlerini İslam, iman, tevhid, salah ve irfana bıraktığı ya da bırakma yoluna girdiği doğrultusunda bir mesaj almaktadırlar.

Oysa belki de bugüne kadar hiç olmadığı kadar İslam, insanların asıl meselesi olmaktan uzaklaşmıştır. Belki de bugüne kadar hiç olmadığı kadar fahşa ve münker hayatı işgal eder olmuştur. Ama toplum bütün bunların farkına varmayacak bir biçimde adeta efsunlanmaktadır.

Geçmiş zamanlarda yaklaşık kırk yıl ülkenin siyasetinde etkili olmuş meşhur bir lider, bu ülkenin insanlarını camilerin açık olmasıyla, beş vakit namaz kılanlara karışanın olmadığıyla ikna ederdi. Gerçekten de, dediği yalan değildi; camiler ardına kadar açıktı ve beş vakit namaz kılana kimse engel olmuyordu. Ve bu ‘doğru’, bu ülkenin bütün kıble ehli insanını kandırmaya yetiyordu. Şimdi düşünüyorum da, bugün, o günden, camilerin ardına kadar açık olması metaforunun kapsam alanının genişlemesi, renklerinin çeşitlenmesi, albenisinin alabildiğine artması dışında farklı olan ne vardır?

Her neyse. Allah’a karşı bir haddi aşma durumu vardır. Tıpkı suyun ya da sütün taşması gibi. Bunun adı tuğyandır. Tuğyan edenlere Kur’an tağut demektedir. Biz mü’minler Din’i Allah’a has kılmak ve tağuta itaat etmekten kaçınmak, tağutun bütün değerlerini reddetmekle mükellefiz. Kur’an’a dayalı, Allah’ı razı edici, Rasulullah’ın model olduğu, İslam’dan başka hiçbir ideoloji ve doktrinin norm kabul edilmediği bir hayatı inşa etme çabası İslam’dır. Ötekisi tağuttur.