Bir şeye körü körüne inanmak, bağlanmak; kendi fikrinden başka doğru kabul etmemek demek olan ‘taassup’, Arapça a-sa-be fiilinden türeme bir kelime olup, sözlük itibariyle birine taraftarlık ve gayretkeşlik etmek anlamına gelmektedir. Batılılar buna fanatizm demişlerdir.
Arapça’da ‘el-Asabu’ sözü, insanın ve diğer canlıların zürriyetini ifade etmektedir. Vücuttaki sinir ağına da ‘el-Asabu’ denir. ‘Asabetu’r-Racul’, kişinin oğulları ve baba tarafından yakın akrabaları, yani kavmi demektir.
Taassup ile ‘asabiyye’ anlam olarak birbirine çok yakın iki kelimedir. Asabiyye, kişinin kendi kabilesini/kavmini -ister zalim olsunlar, ister mazlum-, yardıma çağırmasıdır. Kişinin, çağrıya uyan kabilesi veya kavmi ile birlikte düşmanlarına karşı bir araya gelmesi taassub sözcüğüyle ifade edilir. Bir hadiste, “Asabi, zulüm üzere kavmine yardım eden kişidir” denmiştir. fiu halde mutaassıp, kavminin zulmüne ortak olan kişidir. Mutaassıp, sırf asabiyyet duygusundan dolayı öfkelenir (tasalanır), aynı duygudan dolayı sevinir (kıvanç duyar) ve kavmini her ne olursa olsun korur, himaye eder. Ona göre, kavminin hata üzere bulunması, düşünülemeyecek bir şeydir.
Kısacası asabiyyet ve taassup, bir koruma ve savunma refleksidir. Bu bakımdan tutuculukla anlam akrabalığına sahiptir.
Taassup Türkçe sözlüklerde, kendi din ve milliyetine son derece sıkı yapışıp, diğer din ve milliyette olanlara buğz, kin ve husumet göstermek; doğru veya yanlışlığına bakmaksızın bir fikrin savunmasını yapmak; kendi mensup olduğu din, düşünce veya ekolü her türlü düşünce ve inançtan üstün görmek gibi tanımlarla tanımlanmıştır. Taassupta bir körü körüne tarafgirlik ve doğruluğu hiç araştırılmadan karşıt düşünceyi inkar vardır. İnsanda herhangi bir konudaki aşırı sevgi ve heyecan bilgiye değil de, cehalete dayanıyorsa, bundan taassup doğacaktır. Buradan şöyle bir netice kendiliğinden doğmaktadır: Nasıl ki bir din ya da düşünceye, doğruluğunu-yanlışlığını araştırmadan karşı çıkmak taassup ise, kendi dini ve düşüncesine, ideolojisine de, doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan sahip çıkmak taassubun, bir yaprağın diğer yüzü gibi kardeşidir.
Asabiyyet ya da taassup, kabilecilik esasına dayalı, kabilecilik anlayışıyla yoğrulmuş cahiliyye dönemi Arap dili ve kültürünün doğurduğu bir kavramdır. Bu kavramda, hayatı, Allah’a iman esasına dayalı bir gözle değil, çok tanrıcı cahiliyye gözüyle değerlendirmenin izleri bulunmaktadır. Cahiliyye Arabı’nın bütün değer yargıları ya kabile anlayışı, yahut da dünyevi (sekuler) bir ilgiyle sınırlıdır. Varolması da bir bakıma kabilesinin güçlülüğüne bağlıydı.
Bununla beraber, taassubun taassup olması için mutlaka kavim ve kabile tarafgirliği bağlamında olması şart değildir. Kavim ve kabile yerine, din, devlet, ideoloji, siyaset, bilim, kültür, gelenekler ve spor gibi bir başka ilgi alanı da pekala ikame edilebilir.
Örneğin Kur’an’ın “hamiyyetu’l-cahiliyye” olarak adlandırdığı(48/26) taassup, dini-siyasi anlamdaki bir tarafgirliği çağrıştırmaktadır. ‘Hamiyyet’ kelimesi şiddetli taraftarlık, yani taassup demektir. Cahiliyye ise bilindiği üzere, basit anlamda “bilmemezlik”, yani bir konuda bilgi eksikliği demek değildir. Bu deyim, İslam öncesi Araplar’ın şirk eksenli düşünüş ve davranışlarının genel tesmiyesinden ibarettir. Taassupla cahiliyye kavramları arasında oldukça sıkı bir alaka vardır. Çünkü cahiliyye, Allah’ın terbiyesi ile terbiye olmamış bir toplumun değer yargılarıdır, kadın-erkek ilişkileridir; insana biçtiği değerdir; ölümden sonrasına ilişkin tasavvurları (ya da tasavursuzlukları)dır. Taassubun temelinde yatan, cahiliyye anlayışıdır.
Zemahşeri’nin, Fetih suresinin 26. ayetindeki “hamiyyetu’l-Cahiliyye” deyimini izah ederken, Hudeybiye’de Rasulullah (sav) ile Mekke temsilcisi Süheyl arasında geçen dialoğa dikkat çeken yorumu ilginçtir. Orada anlaşma metni yazılırken Peygamber (sav)in Hz. Ali’ye, “Yaz: Bismillahirrahmanirrahiim…” demesi üzerine Süheyl itiraz etmiş ve, “biz böyle (Rahman) diye bir şey bilmiyoruz; ‘Adınla, ey Allah’ım!’ diye yaz demiştir. Rasulullah diretmeyip istediği gibi yazdırmış; biraz sonra da Süheyl, “Allah’ın Rasulü Muhammed…” ifadesine takılmış, “Rasululluh”ı sansürleyerek, sadece “Abdullah oğlu Muhammed” yazılmasını dikte etmiştir. Burada Zemahşeri, Süheyl’in tutumunun tam bir cahiliyye taassubu olduğunu vurgulamak istemektedir. Hamiyyet, insanın gazaplanması, öfkenin bütün duygularına, aklına ve düşüncesine egemen olması demektir. Mekke müşrikleri Muhammed’in getirdiği mesaja karşı böyle bir öfkeyi duyuyorlardı. Muhammed ve mü’minler ise, Allah’ın kendilerine indirdiği sekinetle, kendilerinden emin, tepkisellikten uzak ve hamiyyete kapılmadan olayları değerlendirme azminde idiler. Dinleri bunu gerektiriyordu.
Kur’an’da cahiliyye taassubuna ilişkin çok daha açık örnekler verilmektedir. Örneğin müşriklere, yeri-göğü yaratanın; güneşi ve ayı buyruğu altına alanın; gökten su indirip onunla, ölmüş olan yeryüzünü diriltenin; kendilerini yaratanın kim olduğu sorulacak olsa, alınacak cevabın mutlaka “Allah!” olacağına dikkat çekilmektedir.(29/61,63; 39/38; 43/87). Fakat, bütün bu sorulara verilen “Allah’dır” cevabından sonra, taassupları gereği yine de Allah’ın Muhammed’e indirdiği vahyi kabul etmemekte; yine de, değerler yükledikleri taşlara prestij etmekten vaz geçmemektedirler.
Hz. İbrahim’in putları kırması da, putperest kavminin taassubunu ortaya çıkaran önemli bir hadisedir. İbrahim (a.s) çok akıllıca düşünmüş, putları kırdığı baltayı, en büyük putun boynuna asmıştı. Bu davranış, kendilerini zeki sanan putperestlerin, “bu ilahlarımıza bunu kim yaptı?” sorularına verilecek mükemmel bir cevabın ön hazırlığı idi. Putları, boynunda balta asılı olan o büyük put kırmıştı(!) Bu cevap karşısında iyice çılgına dönen, İbrahim’in putperest hemşehrileri, böyle bir şoklama karşısında başlarını öne eğip, içinde bulundukları sefihlikten dolayı pişman olup tevbe edecekleri yerde, tam bir cahiliyye taassubu ile karşılık veriyorlardı: Öyleyse yakın İbrahim’i!
Nemrut’tan devralınan bu kafirce taassup sonraki asırlarda ve başka coğrafyalarda “söyletmeyin vurun”; ”söyletmeyin hapsedin” sözleriyle ifade edilmiştir. Söyletmeyip vurmaya ve hapsetmeye hala devam etmektedirler.
Öte yandan pek çok peygamberin, taşlanma, sürgün ya da öldürülme tehdidi ile karşı karşıya kaldığını, ve nitekim öldürüldüğünü kur’an haber vermektedir. Taşa tutulan, ya da öldürülen Peygamberlerden hiçbirisi, putperestlerle giriştikleri münazarada delilsiz, ilmi açıdan kifayetsiz kaldıkları için böyle bir cezaya maruz kalmış değillerdir. Bırakın münazarayı, onları dinlemeye bile tahammül edememişlerdir. Peygamberlerin çağrısına kulaklarını tıkamışlardır. Peygamberlerin -deyim yerindeyse- olanca medeni csaretlerine rağmen, onları her türlü tartışmaya davet etmelerine rağmen, inkarcılar sadece cahiliyye taassubu ile mukavemet etmişler; tartışmak yerine kılıçla, mızrakla, ateşle, yağlı iple, kısacası, kaba kuvvetle susturma yolunu tutmuşlardır.
Taassubun öznesi sadece kafir kavimler değildir elbette. Dinli kesimlerin kimi grupları da yekdiğerine hayat hakkı tanımayacak kadar ileri gitmişlerdir. Hristiyan Avrupa’nın engizisyon mahkemeleri bunun en canlı örneğidir. Ortaçağ’ın belli bir kesitinde Avrupa’da 300 bin kişi yargılanıp değişik cezalara çarptırılmış; otuz iki bin kişi ateşte yakılmıştır. Kimisi kaynayan suya batırılarak haşlanmıştır. Ateşte yakılarak haddi bildirilenlerden biri de, İtalyan filozof Giardano Bruno idi. Bruno’nun, sonsuz ve sınırsız bir evren tezi kilisenin temel kabullerine aykırı düşmüş ve yakılarak tecziye edilmesi sağlanmıştı! Gerek Hristiyanlarla Yahudiler arasında gerekse Hristiyan mezhepleri arasında cereyan eden din/mezhep savaşlarında nice onbinler katledilmiştir.
İslam düşünce tarihindeki mezhepler gibi, fikir ve ictihad gibi, en erdemli insan emeğinin ürünü olan değerler bile, zamanla taassubun nesnesi olabilmişlerdir. Kendileri birer mü’min olarak, Allah’ın dinini doğru anlayıp doğru anlatabilme gayreti güden kimi alimler, onların bağnaz takipçileri tarafından la-yuhti, la-yüs’el kabul edilerek tabulaştırılmışlardır.
Mezhep, meşrep, klik, cemaat, tarikat fanatizmi varlığını artarak sürdürmektedir. Her insanın kendi aklını kullanmasını isteyen bir dinin salikleri, bir şeyhi, bir üstadı, bir hocaefendiyi veya ağabeyi, doğrunun tek referansı görebilmektedirler. Üstelik de bu insanlar çoğu zaman sözkonusu şeyhi, üstadı, hocaefendiyi ya da ağabeyi hasbelkader bulmuşlardır! fieyh, üstad, hocaefendi ya da ağabeyler olmadan da din vardı. Bunlar olmasa idi acaba mutaassıp taraftarların dini durumu ne olacaktı? Bu grupların kahir ekseriyeti, kendi üstadları varken, başka hiçbir kaynağı okuma gereği duymadıkları gibi, inandıklarını iddia ettikleri kur’an’ı bile oku(ya)mamaktadırlar. Çünkü hakim paradigmaya göre, üstadları, Kur’an’ı en iyi anlayan insandır. Ondan daha iyi kimse anlayamadığına göre, “Kur’an’ı anlamak” gibi zahmetli(!) bir işle oyalanmaya hacet yoktur! Dolayısıyla üstadlarının yorumları baz alındığı için, başka doğru da yoktur.
Öyle ki bu gruplar kendi şeyhlerine, “bir şey hiç yokken var eden; emsalsiz, benzersiz” anlamına gelen (‘bedii’ gibi), tanrısal nitelikleri çağrıştıran sıfatları bile kullanmakta beis görmemektedirler.
Halbuki Kur’an’ın, ataların yolunu takip edenleri tenkid ederken vermek istediği mesaj tam da budur. Allah’ın indirdiği vahye uymaya davet edilen insanlar, atalarını üzerinde buldukları yolu, bu vahye tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler. Bu beyan ediş, ikibinlı yıllar da olsa; sözkonusu olanlar, kendilerini İslam’a nispet eden insanlar da olsa, durum değişmemektedir. Çünkü, atalarının yolunu; yani üstadlarının düşünce ve yorumlarını, şerhlerini sorgulama gereği duymayacak kadar ona bağlanmaktır taassup. Bu taassup görme, işitme, akletme ve idrak hassalarını kör etmektedir. Fanatizmin en koyusu budur. Atomu patlatmaktan daha zor olan, işte bu taassuptur. Bu gruplar, Ebu Hanife gibi imamlara bağlı görünmelerine rağmen, onlara atfedilen, “bu benim görüşüm bana göre doğrudur; muhatabımınki ise doğru olması muhtemel bir yanlıştır” şeklindeki ilkeli tavırdan da hiçbir nasip almamışlardır. Tıpkı, ruhbanlığı (Allah’ın yasaklamasına rağmen) uydurup da, ona da bağlı kalmayan ehli kitap misali…
Taassup, bir siyasi düşüncenin (ideolojinin) körü körüne takip edilmesi olarak da tezahür etmektedir. Bu anlamda siyasi iktidarlar kelimenin tam anlamıyla, belli ideolojileri zorla dayatan fanatizmin tipik örnekleri olarak görülmeye namzettir. Mutaassıp yönetimler, belli ideolojilerini zorla benimsetmek için iktidar olmanın sağladığı bütün tazyikleri kullanmaktadırlar. Sorgulanmaya müsait açıklarını “sorgulanamazlar” listesine dahil etmeleri ise, rejimlerinin adının “demokrasi” olmasıyla hiçbir tenakuz doğurmamaktadır!
Siyasi partiler fanatizmin sanki karakollarıdır. Siyasi teşekküller gerçek bir cahiliyye taassubu ile, kendilerinin mutlak surette doğrunun, iyinin temsilcisi olduğunu topluma lanse etmek yarışına girmektedirler. Bu uğurda rakiplerini elimine etmek için çiğnemeyecekleri hiçbir kural yoktur.
Siyasi fanatizmin yalnızca demokratik sistemlere özgü olduğu gibi bir yanlışa kesnilikle düşmemeliyiz. Aksi taktirde bu da taassupkar bir iddia olur. İslam tarihindeki Emevi-Abbasi çekişmesi; Emeviler’in fiia’ya karşı zalimce tutumları; Abasiler’in, Emevi krallarının kabirlerini açıp, çürümekte olan bedenlere işkence edecek kadar haddi aşmaları, demokratik düzenlerdeki siyasi fanatizmden geri kalır nitelikte değildir.
İslam dini her türlü ırk taassubuna da tamamen karşıdır. İslam “erdemin sadece takvada olduğunu” esas alarak, ırkların ütünlüğü fikrini bir kalemde silip atmıştır. Kur’an bütün varlığı Allah’ın boyası ile boyamaktadır. Allah’ın boyasından daha iyi kimin boyası vardır?! Bu demektir ki, Allah’ın mutlak hükümranlığı yanında herhangi bir ırkın, kavmin, kabilenin bir üstünlüğü yoktur. Kur’an, insanların kabileler ve kavimler halinde yaratılmış olmasının nedenini tearuf olarak koymaktadır. Yani aslolan, birbirleriyle tanışmak; bilgi, görgü, ahlak ve fazilette, yeryüzünün imarında yarışmaktır.
Hz. Peygamber’den “asabiyyeye çağıran; ya da asabiyye uğruna savaşan ve asabiyye uğrunda ölen bizden değildir” şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir. Zaten Peygamber’in bütün risalet hayatı da bunun en berrak delilidir. O, asabiyyeti bir an bile dininin önüne geçirmemiştir.
İnsanın kabilesini, akrabalarını ve milletini, hak üzere olduğu, gidişatı şer’e uygun olduğu sürece sevmesi gayet doğaldır. İslam buna aykırı bir kural da koymamıştır. Fakat, kavim ve kabilenin yanlışlarını, haksızlık ve taşkınlıklarını sırf kabilecilik, kavmiyetcilik hisleriyle savunmak, zulümdür.
İbni Haldun’un asabiyete getirdiği tanım oldukça ilginçtir. Ona göre, asabiyet bilinci badiyede (kırsal alanda) canlıdır, şehirlerde ise yok olmaktadır. Çünkü badiyede, henüz neseplerin birbirine çok karışmadığı kabileler, kuvvetli bir asabiyet duygusu sayesinde daha güçlüdürlür. Burası onların şehirlilerden de üstün yanlarıdır. fiehirde ise nesep iyice karışmıştır, dolayısıyla asabiyet de kaybolmuştur.
İbni Haldun’a göre, siyasi hadiselerin ve devletin esasını asabiye teşkil eder. Toplumsal hadiseler bu mihverde cereyan eder. Sözkonusu kabilelerden asabiyesi güçlü olan biri devlet ve medeniyetler kurar. Dini davet de, hitap ettiği toplumun asabiyesine dayanmak zorundadır. Ama peygamberlerin çoğunluğunun tebliğ mücadelesi İbni Haldun’un bu tezini boşa çıkarır niteliktedir. İbni Haldun, din nasıl ki insandaki gazap duygusunu tamamen yok etmek istemiyor, onun doğru yerde doğru hedefler için kullanılmasını istiyorsa, asabiyenin de bir şekilde, iyi hedeflere yönlendirilebileceğini savunmaktadır. Hz. Peygamber’e atfedilen, asabiyenin aleyhindeki hadisleri bu şekilde telif etmektedir.
İbni Haldun, kendisine kadar kavim ve kabilecilik, ırkçılık anlamıyla yüklü olan asabiye kavramına yeni bir içerik kazandırmış görünmektedir. O, nesebe dayanan asabiyeti, sebebe dayanan asabiyete dönüştürmüştür. “Sebebe dayalı asabiyet”, asabiyeti medeniyetle bağıntılandırmaktadır. Dinler, mezhepler, tarikatler ve ideolojilerin, çok değişik ırklardan insanları bir çatı altında toplamasını, onlara güçlü bir bağlılık ve birliktelik ruhu vermesini sebebe bağlı asabiye olarak almaktadır. fiia, Haricilik, Mutezile, Nakşilik gibi fırkaları yaşatan, yayılmasını sağlayan bu asabiyedir demektedir.
Cahiliyyenin kabile asabiyyeti ise günümüzde ırkçılık olarak kendini göstermiştir. Irkçı ideolojiler eliyle milletler uluslara bölünmüştür. İslam ümmeti yerinde artık, bölünerek çoğalma süreci hala devam eden, çok miktarda ulus devlet bulunmaktadır.
Modernizmin taassupları da tam kendine özgüdür: Tepeden bakıcı, küçümseyici, kutsalı tamamen dışlayan, kendine haddinden çok güvenen bir taassup. Modernizmin bağnazlıklarından biri, “bilimcilik” (scientisizm)dir. Bilim her şeyin ölçüsüdür; laboratuvarda test edilemeyen, rakamlarla ifade edilemeyen; kısaca, ‘bilimisel’ etiketini taşımayan her şey rahatlıkla hurafe kapsamına dahil edilebilmektedir.
Modernizm, put üretmeye devam etmektedir. Cinsellikten futbola; tüketimden zayıflamaya; tüketimden imaja birçok konu, çağdaş/modern bir put olarak yüceltilmektedir. Örneğin futbol fanatizmi artık, tıpkı antik mitolojideki tanrılara kurban sunulması gibi, kurbanlarını da alarak, kitlelerin yeni dini olmaya aday olduğunu kanıtlamıştır. Çünkü hiçbir dini motifin, kendi mü’minlerini, futbolun seyircisini heyecanlandırdığı kadar heyecanlandırdığı (din felsefesindeki adıyla, “nihai ilgi”nin odağı olduğu) görülmemiştir.
fiüphesiz bütün fanatizmlerin tedavisi İslam ile mümkündür. İslam’la fanatizm birbirinden yüzde yüz uzaktır. İslam, kendisini dayatmamaktadır. Kur’an, dine davetde zorlama olmadığını çok açık bir şekilde açıklamıştır.(2/256) Üstelik de Kur’an, hiçbir amentü esasının doğmatik olarak, dayatmacı bir eda ile zorla kabulünü talep etmemektedir. Kur’an bütünlüğü gözönünde bulundurulduğunda, insanların, “iman ediniz; çünkü şundan dolayı…” şeklinde düşündürme, akletme çağrısıyla imana davet edildiği görülecektir. O, mütemadiyen tefekkür etmeyi, akletmeyi, tedebbürü, yer yüzünde gezip dolaşıp ibret almayı salık vermektedir. “Dinde zorlama yoktur”un gerekçesi bile bunu doğrulamaktadır: Çünkü artık hak ile batıl, doğru ile yanlış birbirinden iyice seçilip ayrıştırılmıştır! İşte bütün bu çağrılar, kendine yüzde yüz güvenen bir zatın sesidir. Bu ses, insanoğlunun, tefekkür ve ta’akkul çağrısına uyduğu taktirde, mutlaka Allah’ın gücünü keşfedeceğine olan güvenden neş’et eden tok bir sesdir.
Dolayısıyla böyle bir dinde taassubun yeri olmadığı açıktır. Öyle ki Kur’an, imanın ana konusu olan Allah’ın varlığını bile tartışmaya açmakta; sadece “inanın” demekle yetinmemektedir. Örneğin, “birden fazla ilah olsaydı, evrende nasıl bir sonuç doğardı?” sorusunu ortaya atmakta, peşinden, kendine ait cevabı da vermektedir. Ayrıca, sivri sinekten devenin yaratılmasına, arının bal yapmasından, rüzgarın sürüklediği bulutlardan yağan yağmura; ayın, dünyanın ve güneşin hareketlerine varıncaya kadar yığınlarca örneğe dikkat çekilerek, Allah’a imanın bunları düşündükten sonra olmasını talep etmektedir. Eğer, peygamber’e indirilen vahiyden kuşku duyulmaktaysa, o vahyin bir benzerini; en azından bir suresinin, bir ayetinin benzerini getirmeye davet etmektedir. Bütün bunlar, fanatizmi kökünden sarsan bir İlahi Kitab’ın çağrılarıdır. İşte fanatizm, bu çağrının tam tersi bir tutum olarak görülmelidir.
Her şeye rağmen burada önemli bir noktanın altını da çizmekte yarar vardır. “Dinde zorlama yoktur” diyen bir dinin mensupları zaman içerisinde, mürtedin öldürüleceğine dair bir kanaate sahip olabilmişlerdir. Emevi-Abbasi hanedanlarının çokça işine yarayan böyle bir hüküm Kur’an’a ait değildir. Kur’an dine zorla inandırmayı talep etmiyor ki, imandan çıkanı öldürmeyi emretsin. Ancak Kur’an, meşru islami otoriteye isyan edenlerin cezalandırılmasını emreder ki, bu da tamamen başka bir bağlama aittir.
Bununla beraber, İslam imanının, düşmanları tarafından bilinçli bir şekilde “taassup” olarak adlandırılması sözkonusudur. Oysa bu çağdaş inkarcıların suçlamalarına cevabı Kur’an, bin dörtyüz sene önce vermişti: Onların, kendileri hiçbir şey yaratamayan, taştan ya da ağaçtan yonttukları tanrı tasarımlarına inanmaları taassup olmuyor da, alemleri yaratan Allah’a iman etmek mi taassup olacak?
İslam düşmanlarının bu tür psikolojik savaş tekniklerinden etkilenen kimi gayretkeşler, İslam’ın taassup olmadığını kanıtlamak için birtakım konsiller tertip ederek, oralarda, mutaassıp müşriklerin sözcülüğünü yapmaktadırlar. Mutaassıp müşrikler, İslam’ın ahmak dostlarının boyunlarına astıkları davulu kendi ellerindeki çomakla çalmaktadırlar. İslamın, taassup olmadığını ispat etmek için, artık, İslam akidesi ile, muharref dinlerin akideleri aynı kefeye konmaktadır. Yine aynı saiklerle İslam çoktan, siyasi özelliğinden soyutlanmış, sadece bir manastır dini seviyesinde takdim edilmeye başlanmıştır.
Laikleştirme politikaları sonucunda dil bilgisini de yitiren, anormal derece kavram kargaşasına maruz bırakılan Türk toplumunun kimi fertleri, ne acıdır ki, taassup sözcüğünü dindarlık anlamında kullanmaktadırlar. Müslüman ailelerin ahlak, edep, iffet ve namus kurallarına sadakatleri mutaassıp yaftasıyla ifade edilmektedir.
Elbette insanların yüzde yüz benimsedikleri, uğrunda ölmeyi bile göze aldıkları değerleri olmalıdır. Bu, taassupla karıştırılmamalıdır. Taassup, inanç ya da kanaatleri, düşünceleri körü körüne sürdürmektir. Taassupta kavim, kabile, ırk, ülke, takım, grup ya da üstad, ağabey, önder gibi “değerler”in, doğrunun, adil olanın, hayırlı olanın, ilmi olanın, ahlaki olanın önüne geçmesi sözkonusudr. İnsanın değiştirmesi teklif bile edilemez değerleri, doğru, adil, hayırlı, ilmi, ahlaki gibi kriterlerin süzgecinden geçtikten sonra bulunmalıdır.
Kur’an, çok sevdikleri ülkelerini imanlarına feda eden Rasuller’in hicretlerine şahitlik etmektedir. En yakın ana-baba, eş ve kardeşin bile, iman karşısında rahatlıkla feda edilebilecekleri, bu örnekte vardır. Üstad, ağabey, şeyh, önder, lider gibi insanları doğrunun tartışmasız kaynağı gibi kabul etmeyi ise, Allah’ın dışında rabler edinmek telakki eder. Mü’minler mü’minlerin velisidirler ama rableri değildirler. “Allah’dan başka ilah yoktur” kelime-i tayyibesindeki “ilah” kalıp sözcüğünün “tahtında müstetir” listesi içerisinde vatan, ırk, kabile, devlet, takım, milli şef gibi kavramlar da pekala bulunmaktadır.
Kısacası, Allah’a iman, asla taassup bağlamında ele alınamaz. Çünkü Allah gerçektir; Allah’a iman da doğrudur. Allah’ın afaktaki ve enfüsteki ayetlerini doğru okuyabilen herkes, Allah’ın varlığının kainatın her zerresine damgasını vurduğunu görecektir. Özellikle bu konuda, muarızlarına sayılamayacak kadar işaretden, ayetten bahseden iman sahipleri, nasıl taassupla suçlanabilirler? Bilakis, imanın anlamsız olduğunu, iman etmemek gerektiğini dayatmacı bir üslupla insanlara anlatan, diretenler taassupkar görünmeye daha layıktırlar.
“Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum; ben gaybı da bilmem; bir melek olduğumu da söylemiyorum!” diyen Elçiler mi mutaassıptırlar, yoksa, onları cinlenmiş olmakla, meczuplukla suçlayan, “söyletmeyin yakın” diyenler mi mutaassıptırlar?! Elçiler ne kadar kendine güvenen, tartışmaya açık, delillerle konuşan; muhatabını tefekküre, kurallı tartışmaya çağıran kişiler ise, düşmanları da o kadar zorba, baskıcı ve zalimdir.
“Taassup temeddün ve terakkiye manidir” sözü bir özdeyiş haline gelmiştir. Gerçekten de taassubun olduğu yerde müzakere ve münakaşa yoktur. Orada kavga vardır. Tıpkı Kabil’in tavrı gibi silahların çekilmesi vardır. Mutaassıplar tartışamadıkları için silahlara sarılmaktadırlar. İnsanların düşüncelerine prangalar vurmak istemektedirler. Modern şehirler, düşünen insanları cezalandırmak için inşa edilmiş modern hapishanelerle meşbudur. Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı vasatlarda elbette ki “temeddün ve terakki”den bahsetmek imkansızdır. Çünkü orada toplumsal insicamdan, kardeşlikten bahsetmek mümkün değildir. Gerçek kardeşlik de sadece İslam’la kurulabilir.