Sıcak bir gündü. Arabamla, geniş bir ovayı bölen asfalt yolda ilerliyordum. Tek başınaydım. Radyoda sevdiğim bir türkü çıkmıştı. Türküye eşlik etmeye başladım. Boğazımın kuruduğunu fark edip bir yudum su içtim. Pencereye uzanıp azıcık açtım. Pencereden içeriye gürültüyle dolan temiz ancak sıcak hava keyfimi bozmadı. Klimadan savrulan buz gibi havayı ancak bu sıcak hava ile dengeliyordum.
Navigasyon ikaz sesi duydum. Yunus Emre’nin mezarının olduğu söylenen bölgeye yaklaşmıştım. Önümde geçmem gereken bir tek köy kalmıştı. Köyden 5 km sonra türbede olacaktım. Ancak türbeye geçmeden önce köye uğrayıp biraz dinlenebilirdim. Ayrıca birileriyle konuşup biraz da bilgi alabilirdim. Zira Yunus Emre’nin gerçek mezarının burası olup olmadığı bilinmiyordu. Ben de bu konuyu araştırmak için uzun bir yoldan geliyordum.
Asfalt yoldan çıkıp tozlu köy yoluna girdim. Aman Allahım, nasıl bir toz kalkıyordu arkamdan. Kıraç toprağı yakıp kurutan kızgın güneş, tam tepemde idi. Havada rüzgardan eser yoktu. Durgun havada arabanın tekerlerinin arasından fışkıran toz bulutu havada asılı kalıyordu sanki.
Toz bulutunu arkamda bırakarak köye girdim. Doğrudan yolun beni götürdüğü yere gittim. Kimsecikler yoktu. Kedi, köpek, koyun, kuzu bile yoktu. Belli ki öğlen güneşinden hepsi kaçmıştı. Sadece birkaç tavuk gördüm; onlar da çöplüğü eşelemekle meşguldüler. Beni fark etmediler bile. Yolun sonunda köyün meydanı olduğunu tahmin ettiğim bir yere geldim. Geniş bir meydandı. Tam ortasında devasa bir söğüt ağacı vardı. Dalları her bir yanı sarmıştı. Ağacın gölgesi altında onlarca kişi vardı. Önce şaşırdım, bir sorun, kavga ya da cenaze olduğunu düşündüm. Ancak köylülerin sakin bakışlarını fark edince, burasının normal bir köy kahvehanesi olduğunu, öğlen sıcaktan bunalan köyün erkeklerinin çay içip sohbet ederek vakit öldürdükleri bir yer olduğunu anladım.
Arabamı bir kenara park edip onlara yaklaştım. “Selamun aleykum” dedim. Bütün gözler beni takip ediyordu. Ancak sinek vızıltısı kadar “aleykum selam” sesi duyuldu.
Şaşırmıştım. Bir genç duvar dibinde oturduğu tabureden kalkıp bana yer gösterdi. Kapısı açık çay ocağına gidip bana çay getirdi. Hiç bir şey demeden masaya bırakıp başka bir köşeye çekilip oturdu. Gençlerin çoğu duvar diplerine çömelmişlerdi. Yaşlılarsa söğüt dibinde taburelere yerleşmişlerdi. Hemen herkesin bir elinde tesbih, diğerinde çay ya da sigara vardı. Eller ve ağızlar o kadar meşguldü ki sanki bu yüzden konuşmuyorlardı. Sanki bıkmışlardı birbirleriyle konuşarak. Ya da bir cenaze sonrası suskunluğu vardı. Duyulan tek şey parmaklar arasında dolaşan tesbih tanelerinin ve çay ocağında yıkanan bardakların şıkırtısı idi. Sigaranın zaten sesi yoktu, köylünün de… İşin daha ilginç yanı benim gibi köy dışından bir yabancı gelmesine rağmen istiflerini bozmamış olmalarıydı. Neden geldiğimi, kim olduğumu hiç soran olmadı. Yıllardır onların tanıdığı biriymişim gibi gelip aralarına dalmıştım. Çaylarından bir yudum alıyorlar, ardına sarma tütün olduğu belli olan sigaradan bir nefes çekiyorlar, sonra da uzaklara bakarak düşünüyorlardı. Sırtımı yasladığım taş duvardan ileri doğru eğilerek bu sahneyi test etmek istedim. Evet, genç yaşlı eksiksiz bu sahne tekrarlanıyordu. Çok istisna olmak üzere tek cümlecik bir fısıltı geliyor sonra kısa bir cevapla son buluyordu. Bir gencin yanında oturan arkadaşına şöyle dediğini duydum;
-Bu kış askere gidecen mi?
-Yohh, yaza gidecem. Babam, “abin İstanbul’dan inşaattan dönsün, öyle git” dedi
Yine dikkat kesilip bir ihtiyarın yanındakine;
-“Hüsnü Ağa, belim ağrıyor” dediğini işittim. O da cevap olarak sadece şunu demişti.
-“Benim de Osman ağa.”
Sabredip bekledim. Konuşup bir şeyler sormak istiyordum ama ortamı bozarak kötü duruma da düşmek istemiyordum. Sanki konuşunca bir ahengi bozacaktım. Ortam sessizdi belki ama düşünceler birbirini eziyor olmalıydı. Gençler askerliği, evliliği, geçim derdini, gittikçe kuruyan toprağı düşünüyorlardı herhalde. Yaşlılarsa bitip tükenen ömürlerini, kaybettiklerini, anılarını…
Bu sessizlik iyi miydi kötü müydü bilemedim. Aralarında kendimi suçlu gibi hissettim. Bir süre daha şaşkın şaşkın onları izledikten sonra, tabureden kalkıp çay ocağına girdim. Çaycı, ocak başında sık sık terini sildiği kirli havlusu ile bana bakıyordu.
-“Borcum? Bir bardak çay içtim” dedim.
-“Borcun yok. Yolcudan para alınmaz.”
-“Ama olur mu?”
-“Olmasa, aşk olmazdı, Lokman Hekim ölmezdi, dert yürek yakmazdı, bu laf bana kalmazdı. Şimdi, yürü git işine beyim, yolun açık olsun”
…