sinin “kültürel” alanda tecesssüm ettiğini biliyoruz. Ama
kadın-erkek ilişkilerinin, esasta maddî târihsel işbölümünün fonksiyonu olduğunu düşünüyorum. Kültür antropologlarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla ana örüntüler anaerkillik ve ataerkilliktir. Aşılmış anaerkillik daha çok göçebe; yaşayan ataerkillik ise daha çok yerleşik hayâtın işbölümlerine karşılık geliyor.
Maddi işbölümü elbette ki tek başına kalmıyor ve kültürel alana sıçrayarak çeşitli rol dağılımlarına bürünüyor. Erwing Goffman’ın sosyolojik teorisine dayalı olarak belirtecek olursak, maddî alan “sahne arkası” ise, kültürel alan “sahne”dir. Sahne göz önünde olduğu için, herşeyin “sahnede” olup bittiği, hattâ sahneden ibâret olduğu sanısı yaygındır. Hâlbuki her sahne, arka sahnenin bir kurgusudur. Oyunun değişmesi ve rol dağılımın dönüşmesi, arka sahnede olup bitenlere bağlıdır.
Cârî ve muhtemel dönüşümlerin niteliklerine bakmayı ihmâl etmemek gerekir. Bir defâ dönüşümlerin bir çırpıda mümkün olamayacağını görmeliyiz. “Tiyatro olarak tiyatro ile dünyâ tiyatrosu (theatrum mundi) arasında bir fark var. Tiyatro olarak tiyatro”, yâni temsil olarak tiyatro, “dünyâ tiyatrosu”nu zihinsel olarak kurgular ve tutarlı bir metin(script) disiplinine oturtur. Çünkü dünyâ tiyatrosunda olup bitenlerin, ne metin ne de roller düzeyinde bir tutarlılığı vardır. Pek çok oyun, belki daha başlarken, orijinalitesini kaybeder başka oyunlara dönüşür; roller ise birbirine karışır. Sahne arkasında kaleme alınmış ve rolleri yeniden dağıtan metinler bizzat sahneden direnç görür.
Tiyatro olarak tiyatroda, perde açılır ve kapanır. Tiyatrocuların pek sevdiği “Perde kapanmaz” aforizması, iki oyun arası düşünülerek söylenmiştir. Tiyatro olarak tiyatroda yeni bir oyun yazmak, yeni bir rol dağılımı yapmak için zaman vardır. Yâni oyunları keyfinizce değiştirebilirsiniz. Ama dünyâ tiyatrosunda iki oyun arası boşluk yoktur ve perde asla kapanmaz. Orada ara verilmez. Yazılan yeni oyun, yeni metin ve rol dağılımı, bizzat sahnedekiler tarafından eş anlı bir disiplinle kabûl görmez. Bâzıları yeni rolleri hevesle benimserken, başkaları eski metinlerin rollerini oynamakta direnecektir. Tiyatro olarak tiyatro ne kadar ünisonik veyâ polifonik bir tutarlılığa sâhipse; dünyâ tiyatrosu, oyunların ve rollerin o nispette kakofonik tutarsızlığını sürdürecektir.
İkincisi, en başarılı olduğu düşünülen dönüşümlerln bile, arzu edilen hedeflerden şu veyâ bu derecede sapmalarla gerçekleşeceği de tahmin edilebilir. Daha berrak koymak gerekirse, dönüşüm ile dönüşümden umulanların pek de çakışacağını zannetmiyorum. Her târihsel dönüşüm kendi sorunlarıyla birlikte yaşanır ve mutlak değildir. Dünyâ tiyatrosunda ara durumlardır yaşanan. Ara durumlar ise büyük hayâllerle hayâl kırıkılıklarının örtüştüğü trajik anları hediye eder bizlere.
Evet kadınlar, toprağa dayalı üretim ve mübadele tarzlarında eve kapatıldı ve ikincil rollerle donatıldı. Bu işbölümü, adâlet tartısında tartıldı. Adâlet, eşitlik demek değildir. Bir ilişki âdil olup eşitlikçi; veyâ tersinden, eşitlikçi olup ama âdil olmayabilir. Kadınların geleneksel dünyâlardaki ikincil konumu, en başta bâzı fiziksel farklılıklara dayalı olarak, fıtraten “âdil” bulunuyordu. Yine adâlet gereği, erkeklere düşen onları himâye etmek, şefkâtli davranmaktı. Mühim gördüğüm diğer husus, bu işbölümünde kadının erkeğin namusunun nesnesi kılınmasıydı.
Sınâî işbölümünde ise kadınlar emeği ile evden çıkarılıp kamusal alana sürüldü. Bu erkekle eşitlenmesi manâsına gelmiyordu. Kadın emeği her şart altında erkek emeğinden ucuzdu. Diğer taraftan bu alanda kabûlü ve dikey mobilizasyon elde etme kapasitesi erkekleşmesi şartına bağlandı. Yâni modern toplumda, erkek kadın ile erkekleşmesi pahasına eşitleniyordu. Diğer taraftan evdeki sorumluluklarını da devâm ettirmesi isteniyordu. Hâsılı, modernlik kadına yaramadı. Eskinin dezavantajları, yeninin dezavantajlarına eklemlendi.
Kamusal hayâtın tüketime açılması, hattâ onunla özdeşleşmesi durumu daha sorunlu hâle getirdi. Erken modern toplumda, kamusal hayâtta erkekleşmek, evde ise dişileşmek zorunda bırakılan kadın, tüketim kamusallığında, yeni işbölümleri üzerinden elde ettiği yeni pozisyonların avantajlarıyla bu çelişkiyi aşmak için eşitlik talebini keskinleştirdi. Dişiliğini mahrem dünyâsından çıkarıp kamusal alanlara taşıdı. Kadını mahrem dünyâsında anjelizm, kamusal dünyâsında ise diyabolizm nesnesi yapan erkekler bu yeni durumlarla baş edemez hâle geldi. Kadına yönelik şiddetin tırmanması bu bîçareliğin fonksiyonudur. Buna, erkeklerin metroseksüalite üzerinden kadınlaşması eşlik ediyor. Maçoizm ne kadar erkeğin duruma isyanıysa; metroseksüalizm de buna teslimiyeti oluyor.
Kadının yeni konumu onu kurtarır mı? Buna da evet demek zor. Kadın hareketlerini gelenekseli ve moderniyle erkeklere duyduğu târihsel hınç yönetiyor. Erkeklerin kötü sicil kaydı silinmiyor. Bu durumda kadınların stratejileri erkekten daha da erkekleşerek ondan intikam almak veyâ erkeksiz bir dünyâyı düşlemek arasında savruluyor.
Dünyâ tiyatrosu bu… Arası olmayan ara durumların tiyatrosu… Finali meçhûl epizodik bir tiyatro…