Müslümanlar olarak içinden geçtiğimiz dönemde acilen atmamız gerekli iki adım olduğu kanaatindeyim.
1-STK formatından cemaat formatına geçmek.
2- İslami çalışmalarda halihazırda yaygın durumda olan kilise formunu terk edip, mescid formuna geçmek.
İlkiyle kastım; mevcut durumdaki sosyal-kültürel çalışmalar ve eğitim etkinliklerini eksene alan mücadele yaklaşımını aşıp, Nebiler (a.s.) gibi öncelikle ve doğrudan egemenlik ilişkilerini sorgulayan, küresel ve yerel sömürü çarklarına, ifsad odaklarına itirazı yükselten, yeryüzünde ancak Âlemlerin Rabbinin hükümlerinin hâkim olmasına razı olacak bir bilinci öne çıkaran merkezi dâvet eksenli bir mücadeleye yönelmektir.
İkincisiyle kastım ise; haftada birkaç kez belli etkinlikler için bir araya gelmeye dayalı birliktelik ve çalışmalar yerine, kurumlarımızı, dernek ve vakıflarımızı vakit namazlarımızı cemaatle ikame edeceğimiz mescidlere dönüştürmek ve çalışmalarımızı da mescid formatına uygun hale getirmektir.
Öncelikle genellikle yanlış değerlendirilen bir hususu tashih etmekle başlayalım: STK veya cemaat olmak; sanıldığının aksine vakıf veya dernek olup olmamakla ilgili değildir. Sahip olunan ilkeler ve istikametle ilgilidir.
Dernek ve vakıf kurmayı resmiyetle ilişkisini gerekçe göstererek doğru bulmadıkları halde, mücadele algısı ve alanları olarak tam anlamıyla bir STK olma durumuna düşen yapılar olduğu gibi, diğer yanda dernek ve vakıf hüviyetinde olup da, tevhidi eksene sahip İslami bir mücadele sürdüren yapılar da söz konusudur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir yapının STK mı, İslami mücadele çerçevesindeki bir cemaat mı olduğu, sahip olduğu ilkeler ve bu ilkeler çerçevesindeki mücadele algısı ve pratiğiyle ilgilidir.
STK nedir, sorusunu doğru cevaplamak için öncelikle “sivil” ne demektir, bunu doğru anlamak gerekir. Sivil kelimesinin kapsamı, genelde zannedildiği gibi “asker olmayan, askerlik dışı” tanımıyla sınırlı değildir. Sivillik, “siyasetle ilişkili olmayan, yönetim işlerinin dışında” anlamını ifade etmektedir.
İşte bugün, özellikle de 28 Şubat süreci sonrası devlet ve onu yönetenlerin İslami yapılar için öngördüğü ve dahası dayattığı STK formatı bunu ifade etmektedir: Siyaset ve yönetim işlerine müdahil olmayan, bu alana dair bağımsız bir duruşu ve iddiası bulunmayan, siyaset ve siyasetçilerin bir astı ve yardımcı kuşağı olarak, toplumsal alandaki sorunların çözümü konusunda siyasete destekçi olan ve bunun ötesine geçip siyasete alternatif bir duruş veya söylem üretme “hadsizliğine” yönelmeyen bir mücadele anlayışı.
Nitekim son dönemlerde devletlulardan sıkça duyduğumuz ve son olarak siyonist rejime yönelik eleştirileri sebebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İHH’yı hedef alarak dile getirdiği bir söz var: “Herkes haddini bilecek.” İşte STK olmak, bu “haddini bilmek” durumuna tekabül etmektedir. Nitekim İHH işittiği bu azarın ardından STK olmanın belirlenmiş sınırlarına daha fazla dikkat etmeye başlamış ve söz konusu meşum anlaşma TBMM’de ve Beştepe’de onaylanırken kısık bir ses bile çıkarmamaya özen göstermiştir.
STK olmakla cemaat olmanın temel ayrım noktası, mücadele hattımızı egemenlerin çizdiği hududların mı belirleyeceği, yoksa Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın hududlarının mı esas alınacağı hususudur. Şayet ilki olacaksa bir STK yapılanmasından, ikincisi ise cemaat yapılanmasından söz etmek gerekir.
Şayet Rabbimizin çizdiği hududlar belirleyici olacaksa, A’râf Suresi 54. Ayet-i kerimede ifadesini bulan “…Yaratmak da, emretmek de Allah’a aittir…” şiarı gereği İslami mücadelenin temel ekseni, yeryüzünde cahiliye hükümlerinin hâkimiyetine son verip Allah’ın hükümlerinin hâkim kılınması hedefi olmak durumundadır.
Bu ekseni temel almayan, sosyal-kültürel çalışmalarla, yardım faaliyetleri ile, eğitim çalışmaları ile sınırlı kalan, küresel ve yerel cahiliye iktidarlarına karşı Kur’an ile büyük cihadı
[1], açık ve net tevhidi dâveti terk eden, ihmal eden, geriye atan her türlü çalışma STK’laşma haline duçar olmuş demektir.
Bugünün Müslümanları olarak bu konuyu ciddiyetle gündeme almak ve STK’dan cemaate giden yolu yeniden inşa etmeye koyulmamız gerekmektedir.
Yine bu konuyla da irtibatlı olarak, kurumlarımızın ve bu kurumlarda gerçekleştirdiğimiz İslami çalışmaların haftanın belli zamanlarında bir araya gelinen kilise formatına kayması sorunuyla da yüzleşmemiz ve bu sorunu da çözmemiz gerekir. İslam’ın kurumsallaşma ve birliktelik formu mescid formudur ve mescid formu vakit namazlarına dayalı bir birlikteliği öngörmektedir.
Kilise formunda insanların insiyatifine bırakılmış İslami mücadele algısı, haftada bir Müslümanlarla bir araya gelmekle sorumluluklarını yerine getirdiğini vehmeden bir keyfilik söz konusu iken, mescid formunda Rabbimizin belirlemiş olduğu vakitlerde Müslümanlarla bir araya gelerek, bu konuda nefsi terbiye eden bir istikrarla mescide dönüştürmemiz gereken kurumlarımıza devam etme kararlılığı göstererek hem ibadetlerimizi anlamına kavuşturmuş, hem de hayatı ibadet kılma yolunda önemli bir adım atmış oluruz.
Mevcut kilise formunda haftada birkaç kez ders yapmaktayken, mescid formuna geçtiğimizde inşallah her namazın ardından, değilse en azından birkaç vakit namazın ardından okunan ayetler üzerinde müzakerelerde bulunarak, okuduğumuz ayetlerin hayatla bağını gündem ederek derslerimizi de bereketlendirmiş oluruz.
[1] Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) büyük bir cihad ver.” (Furkân, 25/52)