Çalıştığım iş yerinin uzun ve enli iki büyük penceresi var. Bana dışarıda olan biteni izlemem için iyi bir görüş açısı sağlıyorlar. Olan biten hiçbir şeyi gözden kaçırmıyorum. Bütün boş zamanlarımı bu pencerelerin önünde geçiriyorum.
İşte yine o pencereler önünde ayakta durmuş dikiliyorum. Aslında beklediğim bir şey yok. Sokağı, sokağın kenarında boylu boyuna uzanan kaldırımları, kaldırımları kapatmış ağaç yapraklarını, onları insafsızca ayaklar altında çiğneyen insanları izliyorum. Bu izleyişe bazen öyle takılıyorum ki dışarıdan biri beni görse pencere önüne dikilmiş bir korkuluk ya da cansız manken olduğumu düşünebilir. Neyse ki öyle bir şey değilim.
Seviyorum boş bakışlarla etrafımı izlemeyi. Heyecan veriyor bana sıradan görünen şeyleri izlemek. Belki de biz sıradan sanıyoruz. Oysa, orada bir yerlerde ne öyküler var, ne acılar, ne hileler, ne entrikalar, ne günahlar var. Hayat o kadar gizemle dolu ki ve bir o kadar da açık ki, anlatamam. İzlemek lazım. Mesela söğüt ağacının, bir bahar ayında tomurcuk patlaması yaşadığını görmek lazım. Her bir yanı kızamık olmuş gibi kabarmış dallar kısa sürede hayat dolu yaprakların fışkırması altında kaybolur. Sıra sıra dizilir yeşil yapraklar. Kısa sürede güneşin ferini keser sık ve sağlam yapraklar. İnce sürgün dallar uzanır her bir yana, kapatır mahallini kocaman bir şemsiye gibi. Meyvesi yoktur ama serin gölgesi vardır yazın sıcağında, sermayesiyle dostluğu vardır garibana kışın havalar soğuduğunda. Yakacak olur biçilen dalları, ısıtır sobayı, pişirir fırında taze ekmeği. Yeni dallarından düdük olur, kaval olur kuzu çobanlarına. Dost olur, değnek olur elinden tutar beli bükük yaşlılara. Tabut olur, ömür sermayesini tüketen müflislere.
Bunları penceremden izlemiyorum tabi. Pencereden baktığımda gördüğüm ağaç belediye tarafından yurtdışından ithal getirilmiş. Memleketini bilmiyorum, gösterişli bir ağaç. Ama Anadolu havası pekiyi gelmemiş anlaşılan, ilk soğukları görür görmez hemen yapraklarını döküverdi. Ne çok yaprağı varmış hem, kaldırımı kapladı tamamen. Biraz da gurbet acısı var sanırım, bu topraklar yabancı gelmiş ona, acısını dökülen yapraklarıyla saçıyor etrafa. O yaprakların üzerinde de insanlar geziniyor, çiğneniyor acılar ve iyice bastırılıyorlar. Sonra onları ya çöpçüler topluyor ya da rüzgar uçurup uzaklara götürüyor. İnsanlar da öyle işte. Bakın şu tıraşlı, bakımlı, kravatlı yaşlı adama, nasıl da dik durmaya çalışıyor. Bükülen belini kimden saklıyor acaba. Evlat acısı mı var acaba, yalnızlık mı yoksa derdi, yoksa aç mı? Belli olmaz, belki de köpeğini kaybetmiştir. Ya şu pazarlamacı, haline bir bakın, kararsız gözlerle hangi dükkâna girsem diye düşünüyor. Yeni işe başlamış anlaşılan, çok ürkek. Çantasında acaba ne var? Ne satıyor dersiniz? Tıraş makinesi, çorap, el feneri, zor zamanlar için iğne iplik, belki de sağlık sigortası. Belki de umut. Evet, umut. Umut en kolay satılan şey bu zamanda, aradığımız şey. Kaybolan şey. Parayla bulmaya çalıştığımız saadetin cazibesi, en onulmaz hastalığın anahtarı, sevgilinin gururundaki kırılgan çatlak, bir gül, bir selam.
Sonbahar, hüznün mevsimi. Üşütmeye başlıyor insanı. Garibanı korku sarıyor; kış geliyor, haberi alındı. Yiyecek, giyecek, yakacak masrafları artacak. Doğa uykuya dalacak yavaş yavaş. Yollardan daha az insan geçecek. Yağmur ya da kar suları süzülecek kaldırımın eğimli tarafına. Ben yine burada olacağım. İzleyeceğim kaldırımları, yalnız gezen insanları, seyyar satıcıları, postacıları, siyasi broşür dağıtanları, hırsızları, yardımseverleri, delileri… Yağan yağmuru ve ithal ağacın dökülen yapraklarını… Ve düşüneceğim, köyümde unutulan söğüt ağacını, şehirde yalnızlaşan insanı… Akıp giden zaman içinde durduğum noktanın önemini, penceremin görüş açısını. Buradan her şey net görünüyor bana. Ama bir şey merak ediyorum. Şu omuzlarda taşınan tabuttaki mevtanın bakış açısını… Durdursam da sorsam mevtaya, bak şu sokağa, bana bak, gördüğümün dışında ne görüyorsun? Senin penceren ne kadar açık…