SİSTEM NEDİR?
Sistem, devlet ve rejim kavramları birbirlerinden bağımsız olmamalarına karşın birbirleri ile aynı anlama gelmemektedir de kuşkusuz. Bu üç kavram da birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Biz bu kavramların mahiyetini daha iyi kavrar ve zihnimizde düzgün bir yere oturtabilirsek dünya konjonktüründe sistemleri ve onu işleten devlet aygıtlarını daha iyi çözümleyerek bize kurmuş oldukları tuzaklara düşmemiş oluruz. Niçin böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulmuştur? Refah Partisi iktidarı ile başlayan sistem, devlet ve rejim algısındaki kırılmalar AKP iktidarı ile zirveye ulaştı. Bu algı yanılmasının temel sebebinin devlet, sistem ve rejim kavramlarının doğru bir zemine oturtulmadığından ileri geldiğini düşünmekteyiz. Sistemi bir örnekle izah edecek olursak bir bina inşa etmek istediğimizde binanın plan ve proje çizimi yani mühendislik kısmı sistemi oluşturur. Zemin seçimi, binanın hangi kolonların üzerinde yükseleceği, kat yüksekliği vs. işler tamamen sistemi ilgilendiren kısımlardır. Devleti müteahhit olarak düşünebiliriz. Sistem net olarak belirlendikten sonra iş uygulama aşamasına gelir ki burada müteahhit sorumluluğu üzerine alır ve binanın inşası ile doğrudan sorumlu hale gelir. Rejim ise taşeron firmadır. Müteahhit binanın yapımında birçok taşeronla görüşür ve uygun gördüğü bir taşerona bu görevi verir. Ama ne taşeron ve ne de müteahhit kendisine çizilen plan ve projenin dışına çıkamaz. Eğer çıkacak olursa sistem gereği proje dışı olan şeyler yıkılır ve projeye uygun şekilde yeniden imar edilir. İşte yönetmenin üç sac ayağı olan bu kavramları doğru zemine oturtursak algı kırılmalarımızın önüne geçebiliriz.
Sistem: Parçaları, ögeleri arasında karşılıklı ilişki, etkileşim, bağlantı ve bağımlılık bulunan tutarlı bir bütün içinde birlikli hale getirilmiş nesneler toplamı.
Bu tanımlamadan yola çıkarsak devletlerin ideoloji olarak neye yaslanacağını net olarak belirleyen birincil unsur sistemdir. Devlet inşa aşamasında öncelikle sistemini belirlemek zorundadır. Sistemi belirlenmemiş bir devlet/otorite anlayışı olamaz. Rejim ise sistem belirlendikten sonra sistemin gidişatına ve ihtiyacına binaen bir yönetim ve düzenleme şekli olarak karşımıza çıkar. Devlet ise belirli bir sistem içinde halkını birtakım yönetim usulleri ile yönetmeyi bilen bir güçtür. İşte bizler bu kavramlar arasındaki ilişkiyi doğru okuyabilirse bugün devlet ve rejimle olan mesafelerimizi koruyabilir ve onlardan ayrışarak kendi sınırlarımız içinde Kur’an’ın vazettiği naslarla İslami mücadelemize devam edebiliriz. Aksi takdirde alan açma adı altında siyasetin merkezine doğru yol alır ve kendimizi bir anda iktidarla kol kola görebiliriz. İşte o vakit kendi sınırlarımız dışına taşarak başkalarının varlık sahasında kendimize yabancı bir şekilde mücadele etmiş oluruz ki bu durum bizi kendi ilkelerimizden, değerlerimizden koparır. Bugün birçok adı İslami olan yapıların içine düştükleri kötü durum tam da bu anlatmak istediğimizdir. Bundan sakınmamız gerekiyor. Ve şunu zihnimize hiç çıkmayacak şekilde kazımalıyız ki yeryüzünde iki sistem mevcuttur: İlahi sistem ve Beşeri sistem. Konu aşağıda ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
REJİM NEDİR?
Sözlükte “rejim” ne demek?
1. Yönetme, düzenleme biçimi, düzen; akarsu debisinin yıl boyunca gösterdiği değişikliklerin tümü.
2. Perhiz, diyet.
3. Bir devletin yönetim biçimi rejim
Yönetme, düzenleme biçimi, düzen gibi anlamlara gelen Fransızca’daki “regime” kelimesine dayanan bir kavram. Örneğin “ithalat rejimi” ve “ihracat rejimi” kavramları, ithalat ve ihracatı düzenlemek üzere hükümetin aldığı kararları ifade eder. Bunun gibi döviz kurlarının tabi olduğu esaslar da ülkenin “kambiyo rejimi”ni oluşturur. Rejim kelimesi ülkenin yönetim sistemi için de kullanılabilir. Ama rejim ifadesi daha yoğunluklu olarak Aristo’dan bugüne devleti yönetme biçimi olarak algılanmıştır.
Aristo iyi olan üç rejimin yanında bunların kötü uygulanması sonucu kötü olan üç rejimin ortaya çıkacağını varsaymıştır. İyi olan siyasi rejimin ilkini tek bir adamın iradesine dayalı olan krallık olarak belirtir. Krallığın yoldan çıkmasıyla kamu yararının değil bireysel çıkarların görüldüğü bir rejime dönüştüğünde ise tiranlığın ortaya çıkacağını söyler. İyi olan ikinci rejim türü birden çok ehil ve asil kişinin idaresine dayalı olan aristokrasidir. Aristokrasinin yozlaşması oligarşi rejiminin doğmasına sebep olur. İyi olan üçüncü rejim türü ise politi’dir. Çoğunluğun yönetimi olan politinin bozulmasıyla da demokrasi rejimi ortaya çıkar ki üç iyiye karşılık üç kötü rejim böylelikle ortaya çıkmış olur. Aristo bu rejim türleri içinde birden çok filozofun birlikte yönettiği politi rejimini en doğru rejim türü olarak kabul eder. Bugün demokrasiyi bir sistem olmaktan öte rejim olarak değerlendirmek durumundayız. Çünkü demokrasinin tarihsel köklerine bakıldığında nasıl ki burjuvanın hükümran olmasına imkan tanıdıysa bugün de kapitalist sistemin ayakta durmasının teminatı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizmi veya Komünizmi bir sistem olarak ele alabiliriz ama onları ayakta tutmaya yarayan tutamakları rejim olarak değerlendirmeliyiz. Bu tutamakları liberalizm, anarşizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik, sekülerizm, hümanizm, Marksizm vs. olarak çeşitlendirebiliriz.
DEVLET
Devlet, ilk çağ felsefe tarihinden itibaren tartışılan bir meseledir. Platon, devleti en yüksek amaç gibi görmüş ve ailesiz bir devlet anlayışını ortaya atmışken öğrencisi Aristo aileyi önemseyen bir devleti anlamlı bulmuştur. Aristo’ya göre insan ancak devlet düzeni içinde tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir ve kendi doğasına uygun olan amacı ancak devlet ve toplum içinde gerçekleştirebilir. Devletin varoluş sebebi Aristo’ya göre insanın mutluluğundan başkası değildir. Aristo’ya göre:
1- Devlet de tıpkı doğada varolan şeyler gibi doğal bir varlıktır çünkü insanın doğal ihtiyaçlarından ve eğilimlerinden doğmuştur.
2- İnsan doğası gereği toplumsal ve siyasi bir hayvandır. İnsan doğduğunda ailesi içinde iyi bir amaca dönük olarak yaşar ama iyi olanı yalnız başlarına gerçekleştirmek zor olacağından aileler başka ailelerle bir araya gelerek birleşirler sonrasında aileler köyü, köyler birleşerek siteyi meydana getirir. Böylece devlet ortaya çıkar.
Aristo’nun ideal devletinde altı sınıf vardır: 1- Çiftçiler 2- Zanaatkarlar 3- Askerler 4- Zenginler/tüccarlar 5- Din adamları 6- Yargıçlar. Aristoteles, bu sınıfları ideal bir toplumun olmazsa olmazları olarak kabul etse de çiftçilerin gerekli boş zamanı edinemeyeceklerini, zanaatkarların ve tüccarların yaptıkları iş gereği erdeme yatkın olmadıklarını savunarak bu üç sınıfın yurttaşlık hakkından mahrum bırakılmalarını savunmuştur. Askerler, yargıçlar ve din adamları ise sitenin gerçek anlamda parçalarıdır ve bu nedenle ülke yönetiminde söz sahibidirler.
Kuşkusuz her ideoloji “Devlet”i kendi bakış açısına göre tanımlamıştır. Farklı ideolojik kimliklerden devlet tanımına bakacak olursak şunları diyebiliriz: Marksist bakış açısına göre Devlet; “İdarenin/hükümet etmenin aygıtı” veya “meşru şiddetin tekeli” olarak tanımlanır. İktisadın yeniden üretimine ve özellikle bireylerin formasyonuna, aile yapılarına ve genelde özel hayatın tüm alanlarına müdahale eden bir kurumdur. Dolayısıyla eğitim, hukuk, mülkiyet ve ticaret modern devletin merkezi yapısına bağlanmış durumdadır. Liberal anlayışa göre devlet halkın güvenlik ihtiyacı dışında işlevi olmayan bir yapı, yapısalcılara göre ise toplumu bir arada tutmaya yarayan bir teşkilatlanma vs. Devlet, içinde yaşadığımız modern topluma göre ise “ulus”a atfedilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağa hakim zihniyet ulus devlet anlayışı olduğundan konuyu daha ziyade bu bağlamda ele alacağız.
Tabi burada ulus devlet nasıl oluşmuştur sorusunu yanıtlamış olmamız gerekiyor ki sözümüz daha iyi anlaşılabilsin.
Tasarruf ve ticaret yolu ile zenginleşen burjuva sınıfı iktisadi zenginliklerinden faydalanarak ülke yönetimlerinde kralların önemli dayanakları haline de gelmiştir. Avrupa toplumlarının sınıfları arasında kurduğu ilişkilerle saygın, etkili ve güçlü bir sosyal sınıf olarak doğmuştur. Bunun yanında dönemin düşünürlerini, bilginlerini, fikir ve aksiyon adamlarını yetiştiren ve koruyan burjuva sınıfı, Avrupa’da sanayi devrimine giden yolun sosyal, siyasi ve teknolojik şartlarının da hazırlayıcısı olmuştur.
Özgürlük ve ticaret zenginliklerinin karşılıklı etkileşimleri devleti güçlendirmiş, bu ortamda burjuvazi sınıfının daha da güçlenmesi mümkün olmuştur. Ekonomik bir güç olan burjuvazi, ilerleyen dönemde siyasal iktidarda da hak iddia etmeye başlayacaktır. Avrupa’da değişik gruplardan oluşan burjuva sınıfının, güçlü bir hiyerarşi duygusuna sahip olmasına karşın evrensel bir doktrin kurmaya çalıştığı ve kendi davasını insanlığın davası ile aynı gösterebilme becerisine sahip olduğu görülmüştür.
Servetin kaynağının topraktan ticarete geçmesi, pazarların büyümesine, para dolaşımının artmasına ve sömürgelerden yapılan ticaret ile Avrupa’ya zenginliklerin akmasına neden olmuştur. Topraktan çözülmenin etkisiyle sürekli büyüyen kent yapıları, bununla paralel iş yaratamamış ve kentsel sefaletin de aynı düzeyde büyüdüğüne şahit olunmuştur. Asillerin ekonomik güçlerini kaybetmeleri kralların, tüccarların parasal desteğine ihtiyaç duyar hale gelmelerine neden olmuştur. Yükselen burjuva sınıfı, feodalizmin parçalı iktidar yapısını temsil eden Katolik kilisesine karşı Protestan reformunun ulusal kiliselerini; feodalizme karşı da merkezi otoriteleri destekleyerek ulus devletlerin kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Katolik kiliseleri Avrupa için ümmet olma halini temsil ediyordu. Protestan kiliseleri ise modern ulus devlet anlayışını temsil ediyordu. Yani ümmet olma halinin terk edilmesi hadisesiydi olanlar.
Avrupa’da önemli bir güce ulaşan burjuvazi kendi gelişimini sürdürmek için bir yandan üretimde ve ticarette serbestlik talep etmiş, diğer yanda ekonomik gücünü siyasal güce dönüştürmenin yollarını aramıştır. Bu arayışta “doğal haklar” prensibinden yararlanılması, liberalizmin varlık bulmasında büyük bir role sahip olmuştur. Mülkiyet hakkı ve girişim özgürlüğünün korunmasının burjuvazi için özel bir anlam ifade ettiği ancak Fransız ihtilali sonrasında yapılan düzenlemelerin emeği değil mülkiyeti koruyacak şekilde geliştiği görülmüştür.
Sermaye sınıfının hiçbir sınırlama olmaksızın bol emek gücünü kullanma hakkı, kısa sürede büyük bir istismara ve sömürüye dönüşmüştür. Liberal yaklaşımların özgürlükler ve zenginleşmeye yönelik belirledikleri kuralların bu zenginliğin dağıtımı noktasında büyük bir adaletsizliğe dönüştüğü görülmüştür. Ortaya çıkan zenginliklerden en düşük pay emek kesimine düşerken, bu zenginliklerden en çok yararlanan grup ise burjuva sınıfı olmuştur.
Burjuva sınıfının bu seçkinci yaklaşımı modern devlet anlayışında elit teorisi olarak tanımlanan yeni teorileri beraberinde getirmiştir. Wifredo Pareto ve Gaetano Mosca tarafından geliştirilen bir siyaset teorisine değinecek olursak: Mosca’ya göre bütün toplumlar yönetici ve yönetilen sınıf olmak üzere ikiye ayrılır. Yönetici sınıf azınlıkta, yönetilen sınıf ise çoğunluktadır. Ancak yönetici sınıf üstün yeteneklere sahip, toplum içinde etkinlik kazanan seçkin kişilerden oluşmaktadır. Bu nedenle de yönetici vasfına sahiptirler. Yönetici sınıf kitleleri hükmü altında tutmak için baskı, inandırma, hile ve şiddet kullanabilir. Ancak yönetici sınıfın yönetilen sınıf üzerinde mutlak hakimiyeti söz konusu olamaz. Yönetici sınıftan gelecek itirazlara karşı açık ve buna göre bu itirazlardan ve taleplerden bağımsız da hareket edemez.
Pareto’ya göre ise yönetici sınıf içinde iki ayrı elit grup vardır. Bunlar; yönetici seçkinler ve yönetici olmayan seçkinlerdir. Yönetici elitler doğrudan iktidarı elinde tutanlardır. Yönetici olmayan elitlerde siyasal iktidar içerisinde yer almayan ama onu kuşatan seçkinlerdir. Askeri elitler, dini elitler, işadamları eliti, aydınlar eliti buna örnektir.
Charles Wright Mills’in bakışına göre iktidar; askeri elitler, işadamı elitleri ve siyasal elitlerce yönetilir ve bunlar iktidar üçgenini oluştururlar. Tarih boyunca sürekli varolan üçlü yönetim anlayışı burada da kendini göstermektedir; FİRAVUN, BELAM ve KARUN.
Klasik liberal düşüncenin her türlü devlet müdahalesini reddeden ve piyasayı temel belirleyici kabul eden anlayışı, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan ekonomik olumsuzluklar, büyüyen işçi sınıfı ve onun temelini oluşturduğu Marksist ve kollektivist hareketlerin etkisiyle yeni bir yapılanmanın içine girmek zorunda kalmıştır. Klasik liberalizmin uygulama sahasında, yeni alt sınıf olan işçilerin ağır çalışma koşullarında olumsuz hayat şartlarına maruz kalmaları, korunmaları ve sisteme katılımları sorunlarını gündeme getirmiştir.
Neo liberalizm, liberal gelenekteki “sosyal liberalizm” ve “refah devleti” sapmalarına karşın, liberal tezlerin yeniden canlanmasını ifade etmektedir. Bu canlanma, serbest piyasanın işletilmesi ve toplumdan bireye yöneliş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle neo liberalizm, iktisat teorisinin bir restorasyonu ve aslına dönüş hareketi olarak da görülebilir. Ancak bu süreçte devletin rolü, klasik işlevlerin yanında eğitim ve sağlık gibi başka alanları da kapsayacak şekilde genişlemiştir.
Modern ulus devlet anlayışına getirilen bir akım eleştirilerde vardır. Özellikle Marksist gelenekten gelen Lous Althusser’in tespitiyle devlet ideolojik aygıtları ve baskı aygıtlarıyla halkı yönetmeye, şekillendirmeye çalışır. Bir nevi halkı düşünen ve sorgulayan kılmaktan çok kitle haline getirerek kitle psikolojisi ile yönetmeye gayret eder. İngiliz sosyal bilimci Anthony Giddens’a göre ise küresel sistem ulus devletler; kapitalist dünya ekonomisi, uluslararası işbölümü ve askeri bir dünya düzeninden oluşmaktadır. Ulus devletlerin yerel, bölgesel ve uluslararası ekonomi politikalarının düzenlenmesi ve hayata geçirilmesinde önemli role sahiptirler.
Antonio Gramsci hegemonya teorisinde meşrulaştırma yönteminden bahseder. Ona göre meşrulaştırmak demek, iktidara itaat etmeyi normal, olağan, olması gereken bir eylem olarak gösterebilmek demektir. Bir iktidar kendisini ne kadar çok meşrulaştırırsa o kadar az zor kullanır. Bir iktidarın meşruiyeti ne kadar az ise o kadar çok zor kullanmaya başvurmak zorunda kalacaktır. Mevcut iktidar biçimi içselleştiğinde ve doğal-normal göründüğünde tam bir hegemonyadan söz edilebilir. İşte kapitalizmin doğurduğu modern ulus devletler tam da bu işlevleri yerine getirmektedir.
Modern devleti belirleyen dört unsur vardır:
a) Vatan/Sınır (Teritoryal):
Devletin siyasal gücü sınırsal özellik taşır. Hakimiyetin belirli sınırlar içinde olması, hudutların kesin olarak ortaya çıkması ve ulus devletin, önceliği insana değil de teritoryal olana vermesi ile başlar. Milliyetçiliğin esası da buna dayanır. İnsandan önce vatan vardır. Oysa din farklı bir yol ve yöntem izler. Kendisine inananların meydana getirdiği ümmette hakimiyet kendisinin koymuş olduğu kurallar bağlamında sürecektir. Bundan dolayı o, olaylar objeler ve ilişkileri ayrı ayrı tanımlar, adlandırır, statülerini belirler ve sürdürülecek ilişkilerin yol ve kavramsal araçlarını verir.
Dinin insanların kalpleri ile kurduğu ilişkiyi ve hakimiyeti, ulus-devlet toprağı teritoryalleştirerek elde etmek ister. Fakat bunun karşılığında –dinden geri kalmamak üzere- yeryüzünde cennet vaadinde bulunacaktır. Teritoryalliğin özünde mekanı kurumlaştırma isteği yatar. Bu rasyonelleştiren yani sekülerleştiren bir zihnin de özelliğidir. “Vatan sevgisi imandandır” hadisini modern ulus devlet bağlamında yeniden düşünmek gerektiği kanısındayım.
b) Demografik Özellik (birey-vatandaş/ulus):
İslami bir terminoloji içinde ifade edilirse ümmet olma özelliği taşır. Bu özellik reformasyon ile beraber başlayan büyük dönüşümlerin yaşandığı süreçlerde değişime uğrayarak parçalanmış olur. Bu parçalanmanın içinden çıkan ve dinin kendisine yüklediği sorumlulukların bir kısmını reddederek özgürleşmeyi deneyecek insan, aynı zamanda seçme özgürlüğünü elde ettiği için de bireye dönüşecektir.
Bu insan kendisini artık dinin onu tanımladığı bir kimlikle görmemekte, görmek istememektedir. Özellikle bu birey kendi örgütlenmesine –ulus devlet kurma süreci- başlar başlamaz tarihten/dininden gelen ve doğarken hazır bulduğu sorumlulukların büyük bir kısmını süreç içinde üstünden devrederek özgürleşeceğini varsayar. Sorumlulukların devri yeni kurumsal yapıların oluşturulması ile gerçekleştirilmiş olur.
Sorumluluğun kurumlara devri sadece kuracağı devleti güçlendirmemiş ya da karmaşık/bürokratik hale getirerek zaaf sahibi/kırılgan yapmamış aynı zamanda insanın – yalnız toplumsal düzen içinde değil- kozmik düzen içindeki tabiatını, misyonunu ve sorumluluklarını da unutmasına sebep olmuştur. Kendilerini bir ulusun üyesi olarak algılayan bireyler, vatandaş kimliği ile toprağa ve biyolojik bir içeriği olan belirli bir ırka ait kılarak sınırlamak zorunda kalacaklardır. Bu rasyonel örgütlenmenin seküler içeriği sebebi ile toplumu meydana getiren tüm insanlar Allah’ın kulu olmaktan çıkartılarak –ya da gönüllü olarak çıktıklarından dolayı- seküler aşkınlığın somutlaşmış sahibi ve temsilcisi olarak, ulus devletin vatandaşına dönüşmüş olurlar. Bu yeni kimlik bir yaratılmış olarak insanı “göklerden” kendi “biyolojisine”, sonra da coğrafyaya göbeğinden bağlamış olur. Bu coğrafya önce “ana” olacak, yanına da “vatan” eklenecektir; anavatan. İslam’a göre ise “ana” kökünden gelen ümmettir. Modern ulus devlet anlayışında ümmet bu vasfını insan iradesinin dışında, kendisini varedene değil kendisi gibi yaratılmış bir varlığa devreder.
Modern ulus devlet anlayışı İslam toplumlarına da sirayet eder. Böylece aydınlar İslam tarihinde ilk defa Pakistan ve İran örneğinde olduğu gibi din üzerine oturmuş bir ulusçuluğu ve onun devletini tecrübe etmiş olurlar. Bundan dolayı “vatandaş” olmanın zorunlu şartı olarak onun Müslüman olması istenir. İnsandan içerikte seküler, formda Müslümanlık beklenmektedir. Diğer bir ifade ile onu vatandaş yapmanın/saymanın ilk şartı onun Müslüman olmasıdır; fakat yerine getirilmesi istenen rol ise mümin olmaklık değil, vatandaşlıktır. Bütün bu inşa sürecinde önemli, güçlü ve ortak aracın dil olduğu açıktır. Dolayısıyla ulusçuluğun esas merkezinde dil bulunur.
Diğer yandan ulus devletin içe kapalı ve dışlayıcı özelliği aynı zamanda onu demografik artış yönünden tek seçenekle karşı karşıya bırakmıştır. Bu da kendisinin biyolojik temelli olmasının bir neticesidir. Bu sebepten dinlerin aksine çoğalma ulus devlette sadece “üreme” ile mümkündür. İslam’da ise ümmet iman ile çoğalır.
c) Totaliter:
Modernite insanı “yaratılış” temelinden “varoluş” temeline indirdiği için varlık dünyası, farklılıkların reddedilerek eşit/homojen bir düzlemde yeniden konumlandırılmaya ve anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Jean Paul Sarter’e göre varlık özden önce oluşur. İnsan amaçsız biçimde doğar doğduğunda bir hiçtir. Doğduktan sonra kendi iradesiyle almış olduğu iyi ya da kötü kararlar neticesinde özü oluşur. İslam ise özün varlıktan önce oluştuğunu söyler. Kur’an’daki şu ayetler bu söylediklerimize örnektir: 21/16, 44/38, 38/28, 3/191. İşte modern devletlerde insanın amaçsız olduğunu düşünerek ona dinden ayrı vatandaşlık özü yükler. Bu öz tamamen dinden bağımsız hatta onun karşısındadır. Varlık dünyasının tüm nesneleri varoluş temelinde kimliklendirildikleri için farklılıkların kabul edilmesi, bu rasyonelleştirme sebebiyle mümkün olamaz. Oysa din insanları –aynı zamanda da varlık dünyasını- farklı bir temel üstünde örgütler ve buna da bir birim olarak cemaat/millet/ümmet ismini verir. Bundan dolayı kimlik insanların kendi imkanları içinde olan bir tercihle belirlenir.
Fransız devriminin içi boşaltılarak sekülerleştirilmiş bir kavramı ile eşitliğin ne anlama geldiğine ilişkin cevabı, uzun bir tarihsel tecrübenin sonunda hala verilmiş değildir. Evet din eşitlikçi değildir. Eşitlik/eşitleştirme modern zihnin bir ürünüdür. Çünkü din için önemli ve temel olan bütün bu farklılıkların –ki Allah’ın ayetlerindendir- muhafaza edilmesi gerekir. Bu ise ancak adaletle mümkündür. Modern dönem adalet kavramını sekülerleştirip eşitliğe indirgeyerek, bunun eşitlikle sağlanacağını ummuştu. Modern ulus devlet anlayışı totaliter bir duruşla toplumu homojenleştirme yani tek tipleştirme yoluna gider. İspanyada Avrupalıların Hristiyan olmayan herkesi öldürmesi ya da sürgüne zorlaması gibi. Ya da Kuzey Amerika’da Kızılderililerin dinlerinin, dillerinin zorla değiştirilmesi gibi. Ya da içinde yaşadığımız modern dünyada Orta Doğu’ya demokrasinin kanla ve işgallerle inşası gibi. Vs. vs.
d) Uluslararası İlişkilerde Ulusal Çıkarın Belirleyiciliği:
Modern devlet anlayışında siyaset kendi kendini yönetmek isteyen insanların ortak çıkarlarını ifade ettikleri, koruyup ve kolladıkları bir alan olarak dinden arınarak ortaya çıkar. Dün “dış politika” olarak kendi dinini ifade etme, şimdi ulusun çıkarını temsil ve ifade etmeye dönüşür. Dolayısı ile uluslararası ilişkiler “dış” devletler bağlamında yapılan çalışmalarda ihtisaslaşma olarak görülür. Bu da ulusun çıkarları kavramı üstüne oturtulmuştur. Bu nedenle devletler sisteminde her ulus sadece kendi çıkarları peşinde koşan, kendinden menkul ve gücünü kendinden alan bir birimdir. Ama her devletin çıkarları iç ve dış demografik, askeri, ekonomik ve siyasal çerçevedeki değişikliklere göre, yeniden tanımlanır.
İslam açısından ümmetin bulunduğu yeri İslam şeriatının yürürlükte oluşu belirler. Toprağın modern anlamda vatana dönüştürülmesi söz konusu olamaz. Birliği sağlayan vatanın örgütlendirilmesi değil, müminlerin din tarafından tanımlanmış ilişkileridir. Allah yeryüzünü temiz kullarına miras kılacağından (21/105), Allah’ın arzı geniş olduğundan ve Allah yolunda yurtlarından göçenlerin, yeryüzünde barınacak birçok yer bulacağından (4/100) her zaman aynı yerde kalması istenmemiş, çok zaman da gerek olmamıştır. Toprağın vatana dönüştürülmesinin şüphesiz iki önemli sebebi vardır; bunlardan birisi otoritenin tesisi, diğeri ise, yeryüzü cennetinin “ümmeti” olan ulusa bir kimlik bulma çabasıdır. Demografik özellikte ise öncelikle belirli bir nüfuz hacmine sahip olmak ulus devlet için bir meşruiyet kaynağıdır. Ümmet için ise böyle bir çoğunluğa ihtiyaç yoktur. Çünkü Hz. İbrahim’in “kendi başına bir ümmet” olması ümmet olmaya yetmektedir.
Modern devleti oluşturan unsurlardan biri de kuşkusuz sivil toplum kuruluşlarıdır. Onun içindir ki sivil toplum kavramına da değinmemiz gerekmektedir.
SİVİL TOPLUM
Tanımlayacak olursak siyasi otoritenin baskısından nispeten uzak olan toplum modeli; toplumda varolan ve kuruluşu bir takım haklar elde etme çabasına bağlı olan demokratik yapı; toplumun kendi kendisini, devletin kurumlarından bağımsız olarak yönlendirmesi durumu. Sivil toplum kavramının yakın zamanlarda gündeme gelmesi genel bir kabul olarak, Doğu Avrupa ülkelerindeki demokratik muhalefetin ortaya çıkması ile oldu.
Otoriter devletin liberalize edilmesinde sivil toplum harekete geçmekte; entelektüel topluluklar, orta sınıf örgütleri, insan hakları kuruluşları, işçi sendikaları ve işverenler bu çabanın içinde yer almaktadırlar. Sivil toplum esasında yalnızca otoriter devlete karşı mücadele için varolmamıştır. Avrupa toplumunda başlangıçta kilise ile mücadelede de sivil toplum oluşmuştu. Şimdilerde ise kilise ya da diyanet gibi kurumlar sivil toplum kategorisinde iş görmektedir.
Sivil toplum olma halinden önce gelen ve meselenin esasını oluşturan “sivilite” mücadelesi, her şeyden önce “birey olma” hikâyesi, aynı zamanda bir özgürlük ve özgürleşme sürecidir. Eşit ve özgür vatandaş olmak, yani sivil bir kimliğe ulaşarak modernitenin öngördüğü kendi kendine yeterli, total bir varlık olmak; aynı zamanda İslam’ın öngördüğü “âlem tasavvuru” sunan cemaate ait olma halinin terk edilme hikayesi sayılır. İnsan arzularının karşılanmasına yönelik kadim Grek’ten miras alınmış “iyi bir hayat biçimi” fikrini kendine hedef edinmiş bir çabadır sivil toplum mücadelesi.
Sivil toplum veya siviliteden bahsetmek bizi; evrensellik iddiası taşıyan, fakat doğrudan doğruya Batılı insanın dini ile ilgili tecrübeyle kendilerini içeriklendirmiş birçok yeni kavramla yüz yüze getirmektedir. Bunlar; city/kent, civility/sivilite (kentle ilgili, kente ait; nezaket, kibarlık), emansipasyon/özgürleşme, civilization/uygarlık, birey, toplum ve ulus-devlet olarak ifade edilebilir. Bu yeni kavramların kendilerini “müşahhas” hale getirdikleri mekânsal temel kenttir. Modern uygarlık bu sebeple kendini “kentsel bir uygarlık” olarak tanımlar. Mevcut bütün değerlerin, normların, bireysel ve ortak kimliklerin, toplumsal rollerin, açıklama modellerinin içerik anlamlarının, muhtevalarının yeniden tanımlanması, sivil toplum olma projesinin parçasını teşkil eder. Hatta bunların yanında paranın ve iktidarın adil olmayan gücü ile otoriter/totaliter kurumların kuvvetlendirilmesi de bu projenin parçası sayılır.
Düalist bir anlayış temelinde var edilmiş “sivil toplum” tahayyülü, insanların “birey” olarak ben bilincine vardıkları; kendileri hakkında bilgi sahibi olmanın imkânı, fakat aynı zamanda da toplum aracılığı ile “insan” olmak sayılır. Eğitim ve kültür politikaları yolu ile vatandaşına kazandırmaya çalıştığı kimlikle onun (vatandaşın) farklı değerlerden elde ettiği sorumluluk ve bağlılık kültürünü en azından kamusal alanda/sivil toplum içinde ortadan kaldırmaya ve önemsizleştirmeye gayret eder. Devlet/siyasal toplum bunu yaparken dine ilişkin oldukça önemli bir amacı/beklentisi vardır. Uyguladığı eğitim politikalarının dinden kaynaklanan değerlerin göreceleşmesinde etkili olacağını düşünür ve böyle bir umut taşır.
Dinin bize sunduğu/kazandırdığı bütün değerler ve idealler demokratik/sivil toplumda özel alana münhasır kılınmıştır. Aklın hâkimiyeti altında bulunan kamusal alandan, yani sivil kültürün alanından uzak tutulurlar. Üstelik bu da devletin oluşturduğu kültür politikaları tarafından kendisinin uygun gördüğü bir şekilde yönlendirilir. Dolayısı ile dinin tanımladığı iyilik, adalet, günah, sevap, doğru, yanlış, ahiret gibi değerler ile sivil kültürün içinde yer alan iyi, kötü, doğruluk, eşitlik, ceza, mükafat gibi değerlerin içerikleri, anlamları, gaye ve referans kaynakları büyük nispette farklı hususiyete sahip olduklarından bireyde/insanda çatışma doğurur. Müminin İslam’ın ahlak ilkelerinden çok, onu “etik” hale getirerek bir “vatandaş” olarak sivil kültürü İslamileştirmesi imkan dahilindedir. Böyle bir durumda İslam artık bir kültüre indirgenmiş demektir.
Kurum ile cemaati birbirine karıştırmakta ısrarlı görünen Müslümanın zihni; formda İslami arzu ve çabaların/arayışların oluşturduğu –dernek, vakıf aracılığı ile- bir “araya gelmişliği”, sivil olarak tanımlaması ve kavramsallaştırması izahı zor bir durum sayılmalıdır. Çünkü bir araya gelme talepleri, İslami kodlar içerisinde kendini göstermiş, ifade etmiş olsa bile, metropolün ekonomik ilişkilerinin ve hakim ufkunun tanzim ediciliğinin ötesine varamamaktadır.
Aslında uzun zamanlardan beri, fakat son yıllarda giderek artan bir tarzda vakıflaşma/dernekleşme şeklindeki kurumlaşmalar, Müslümanlar cihetinden yaşanan ciddi bir dönüşümün de habercisi sayılır. Demokratik zihniyet ve rasyonelleşmenin renk belirlediği toplumsallıklarda aynı zamanda kurumsallaşmaların çoğaldığı, toplumsal meselelerin halledilmesinde kurumların kaçınılmaz olarak görülmesi noktasına gelindiği gözlenir. İslam’ın meselelerin çözümünde ve tarihsel tecrübe içinde tercih ettiği “bire bir” yolun terk edilerek, her meseleye kurumlar aracılığı ile çözüm arama, Müslümanların aralarındaki ilişkileri kurumların dolayımı ile kurmaya başladığının bir göstergesiydi. Bu demektir ki, aynı zamanda Müslümanların hayat biçimleri kentin seküler hususiyet taşıyan ilişkileri ile beraber dönüşüm süreci yaşamakta, İslam sivil kültüre katılarak onun bir parçası haline gelmeye başlamaktadır.
Sivil toplum her şeyden önce bütün beşeri ilişkilerimizi dinin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir kurguya sahiptir. Gündelik hayatın gayba ve Allah’ın rızasına ilişkin boyutunu ihmal etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayatın her zaman inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli ima eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sabiteleri olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil toplum tahayyülü, gayb ile müşahede alanının, zahir ile batının, siyasal ile sivil toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile tabiatın, uygarlık ile barbarlığın birbirlerinden ayrıştırılması temeline dayanır.
Toplumun özel alan ve kamusal alan; siyasal ve sivil toplum olarak düalist temelde kavramsallaştırılmasına İslam’ın yaptığı itirazın, “totaliter” olarak algılanması mümkün olsa bile bunun bir meşruiyeti olduğu söylenemez. Zira İslam’ın iktidar anlayışı, onu kavramsallaştırma ve inşa tarzı, modern iktidar biçiminden farklı bir mahiyete sahip bulunmakta; bu ise toplum kavramsallaştırımı ile çatışmaktadır. Öte yandan İslam modern toplum kavramsallaştırımında eşitlik/eşitleştirmenin temel alınmasını kabul etmemektedir. İslam’a göre toplumsal ilişkiler ancak adalet üstünde inşa edilebilir. Ve ancak ondan sonra farklılıkları/çoğulluğu korumak mümkün olabilir.
Vatandaşının siyaset ile uğraşmasından hoşlanmayan bir devlet geleneğinden gelmekteyiz. Her şeyin devlet eliyle gerçekleştiği bir toplumda -ki başka türlü varolmak mümkün değildir- sivil toplumdan bahsetmek mümkün değildir. Devlet sadece burjuva sınıfını varetmemiştir, diyanet de onun eseridir aynı zamanda sendikal kuruluşlar da onun eseridir. Bu nedenle işverenin temsilcisi ile sendika temsilcisinin birlikte devletin yanında yer almaları sürpriz sayılmamalıdır.
Sivil toplum kuruluşları devletin sosyal politika uygulama alanı içerisinde yerini alır. Ayrıca devlet bu politikayı yalnızca STK’lar eliyle gerçekleştirmez kendisi de bizzat bu sürece katılır. Çünkü amacı toplumsal tabanda hem demokrasiyi güçlendirmek istemekte hem de toplumu bu kurum ve kuruluşlarla rehabilite edebilmektedir. OECD’nin raporuna göre dünyada 1,1 milyar kişinin günlük 1 Dolar’ın altında bir geçimle yaşadığı bir zaman diliminde toplumun isyanının önüne geçecek bir rehabilite edici mekanizmaya ihtiyaç vardır. Sosyal politikalar ekonomik sistemi kapitalist ekonomik sistem olarak kabul eder ve temel amacı bu sistemi sürdürmektir. Neo liberalizmin ortaya çıkışının esas nedeni klasik kapitalizmin artık isyanlara ve başkaldırılara sebep olması yüzünden toplumu rehabilite edecek yeni bir sisteme ihtiyaç hissedilmesindendir.
İslam Anlayışı İçinde Sistem, Devlet ve Rejim Konusu:
Sistemin tanımından yola çıkarak İslam’ı bir sistem olarak ele alabiliriz. Öyleyse İslam parçaları ve ögeleri açısından karşılıklı bağımlılık ilişkisi yaşaması nedeniyle tıpkı kapitalizm, sosyalizm gibi bir sistemi ifade eder. Beşeri sistemler batıl bir ilişki biçimi ile birbirlerine bağımlı iken İslam vahiyle bir bağımlılık ilişkisi yaşamaktadır. Vahyi hayatın dışına atınca İslami bir sistemden söz etmek de mümkün olmayacaktır.
Rejim ise sistemin içinde bir parça pozisyonundadır. Bugün mevcut sistemi kapitalizm olarak değerlendirdiğimizde bu sistemi ayakta tutacak demokrasi, teknokrasi, liberalizm, jakobenizm vb. gibi bir takım rejimlerden bahsedebiliriz. İslami sistemin içinde de bir takım rejim denemeleri olabilir. Ama bu rejim denemeleri İslami sistemden bağımsız ve o sisteme halel getirecek bir anlayışta oluşamaz. Çünkü tüm rejimler bağlı oldukları sistem ölçeğinde hareket etmek zorundadırlar. Aksi takdirde sistem dışına çıkarlar ki buna mevcut sistem asla müsaade etmez. Sistem dışılık ancak sistemle dışardan mücadele ile olmak zorundadır. İki sistemden biri diğerine galip gelmek istiyorsa bir sistem diğerinin işleyişini bozacak dışardan müdahalelere ihtiyaç duyar. Yeryüzünde gerçekleşen tüm devrimler illegal bir mücadele sonucu gerçekleşmiş devrimlerdir. Sisteme rağmen sistem karşıtlığı ile olagelmiştir.
“Devlet” kelimesi Arapça bir kelimedir. Haşr suresi 7. ayette “… zenginlik elden ele dolaşan bir devlet/baskı aracı olmasın…” şeklinde geçer. Onun dışında bir yerde geçmez. Nisa Suresi 59. ayette ise yönetimi işaret eden “Ulul Emr” ifadesi geçer. İslami anlamda devleti yani otoriteyi temsil etme anlamında örnek olarak ele alabileceğimiz Süleyman nebi, Davut nebi dışında bir de Muhammed nebiyi görürüz. Bu örneklerde de modern zihniyetin temsil ettiği devlet anlayışının izlerini orada asla bulamayız. Buradan yola çıkarak İslami anlamda nasıl bir devlet anlayışına sahip olmalıyız sorusunun cevabını nebevi sünnette buluruz.
İslami bir tanım çerçevesinde devlet bugün anlaşıldığı gibi modern ulus devlet olarak anlaşılamaz. Belirli sınırlar içinde olabilir ama belirli sınırlara bağlı kalarak yaşayamaz. Cihat mantığı içinde hareket eder ve yayılmacı olmak zorundadır. Yeryüzünde küçük bir toprak parçası da olsa (köy olabilir, kasaba olabilir, şehir olabilir, eyalet olabilir vs.)önemli olan bulunduğu yerde İslam’ın geçerli olduğu ve kendisinden başka herhangi bir iç ya da dış sisteme boyun eğmeyen bir yapıda olmasıdır. Kendi askeri, ekonomik, siyasal vs. dengelerini kurmuş kendi iradesi ile toplumunda belirleyici olmuş bir yapıda olmak zorundadır.
İslam yeryüzünde din (yani sistemin kendisi) Allah’ın oluncaya kadar zulmedenlere karşı kıtal yapılmasını emreder. Allah, Enfal 38 ve Bakara 192’de bizzat وَقَاتِلُوهُمْkelimesini kullanır. Yani öldürmek esasına dayalı bir savaş. Bizzat kılıçların çekildiği bir savaştan bahseder. Dolayısı ile devlet de rejim de İslami bir sisteme bağlı kalarak yürümek zorundadır. Bu ne demektir? İslam için aslolan devlet değildir aslolan İslami sistemin/ilkelerin ayakta tutulmasıdır. Bunun için bir otorite şart olabilir ama amaç değildir. Amaç İslami düzeni korumak ve yeryüzünde İslami sistemi inşa etmektir. Bunun için modern ulus devletlerde olduğu gibi illa sınır, sayısal çokluk ve ulus çıkarı gerekmez. Şunu unutmamalıyız ki tevhidi yaşam gayesi haline getirebilmek için vahiyden sapmadan kullanacağımız her argüman araçtır, amaç değildir. Amaç ve araç arasındaki farkı unutmadan yol aldığımız sürece sırati müstakiym üzere oluruz. Aksi takdirde araçlar amaç olursa ortada ne İslam alır ne de mümin.
İslami sistemi inşa etmeyi ıskalayanlar modern ulus devlet tapıcılığına soyunmaktadırlar. Örneğin Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını Müslamanlar adına bir kazanım saymaktalar. Oysa Türkiye dünyanın aktör ülkelerinden olmak isterken temel mantalitesi kapitalist sistem çerçevesi içinde kalmak ve yeni bir emperyal ulus devlet olmaktır. Kapitalist sistemi ayakta tutan demokrasi ve liberalizm rejimleri yine sistemi ayakta tutma kaygısıyla modern ulus devlet içinde halklara bir takım özgürlükler vermiş olması onu İslamileştirmez. Bunu Müslümanlar adına bir kazanım olarak görüp mutlu olmak yerine sisteme odaklanıp onu alaşağı etmek üzere çalışılmalıdır. İslami bir devleti/otoriteyi illa bu ülkede kurmak gibi zorunluluğumuz da yoktur. Müslümanlar otoriteyi inşa edebileceklerine inandıkları yeryüzünün herhangi bir parçasını kendilerine mesken tutabilirler. Çünkü İslam’ın vatan anlayışı Allah’ın hükmünün geçtiği/geçebildiği ve bu yolla ümmet olunabildiği her hangi bir yerdir.