Şeyhülislam Mecliste
Meclis 1. İçtima senesini doldurup kapanır ve 1 Teşrinisani 1325-4 Kasım 1909 tarihinde yeni içtima senesine başlar. Yeni senenin 1 Aralık 1909 tarihli 9. birleşiminde, Halep mebusu Ali Cenani ve Gümülcine mebusu İsmail Beylerin şer-i kadıların durumunu düzenleyen mazbatanın yerine getirilmemesi üzerine makam-ı meşihattan-şeyhülislamlıktan açıklama istenir. (32) Bu arada şeyhülislam Ziyaeddin Efendi gitmiş yerine Sahip Molla Efendi Şeyhülislam olmuştur. Meclisin 4 Aralık 1909 tarihli 10. birleşiminde şeyhülislam Sahip Molla Efendi meclise gelir ve içlerinde onlarca gayrimüsliminde olduğu vekillere hesap verir. (33) Yaklaşık bir yıl aradan sonra Millet-i Hakime emelini gerçekleştirmiş, şeyhülislamı meclise, hesap vermek üzere getirmiştir. Şeyhülislam Sahip Molla Efendi gayet nazik olarak mebuslara uzunca izahatlar da bulunur. İzahatın sonunda, “başka soracağınız var mı efemdim” diyerek sözlerini bitirir. Manzara gerçekten ilginçtir ve Osmanlı devlet geleneğinde olmayan bir şey olmaktadır. Mecliste ilmiye sınıfı da hazır bulunmaktadır.
İlmiye sınıfından Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi yine sahnededir ve şeyhülislam sert bir tavırla, “Şunu sual edeceğim ki, Meclisin küşadı 20 gün kadar oldu. Bunu Hoca Efendi ne sebebe mebni buraya bildirmediler” (34) diye sual eder. Laikleşmenin ilk adımları olan bu hadise, bir bakıma tarihi bir hadisedir. Şeyhülislamın şahsında bütün ulema hem de kendilerinin gayretiyle siyasetin karşısında mağlup edilmektedir. Tartışmaya Sinop vekili Hasan Fehmi dahil olur ve uzun açıklamalarda bulunarak makam-ı meşihatın aleyhine sözler söyler. Şeyhülislam Hasan Beyi yalanlayınca, mebus olan Hasan Bey bozulur ve “Bir memleketin namusuna, hamiyetine, haysiyetine itimat ile intihap ettiği bir mebusun sözüne yalandır demeyi katiyen reddederim” (35) diyerek karşılık verir. Hasan Fehmi Efendi meşrutiyetin bir mebusudur ve kendisinin de dediği gibi halkın seçtiği biridir.
Mecliste tartışmalar büyür ve uzar. Meclis Şeyhülislam Efendiden söylenenlerin tatbik-i icrasını isterse de şeyhülislam efendi tamamıyla icrasını kabul edemeyeceğini ifade etmesi üzerine, Karesi mebusu Ali Galip Bey, “Meclisin kararına Şeyhülislam Efendimin ittiba-ı mecburidir. Kabul etmiyorsa çekilmesi lazımdır” diyerek cevap verir. Şeyhülislam sert tavırlar karşısında tedirgin olarak, “Bendeniz Heyeti muhteremenin kararına muhalefet edip etmeyeceğime dair şimdilik bir söz söylemedim ve söylemek de benim için mutasavver değildir” (36) diyerek aşağıdan alır.
Hükümet memuru olmaktan başka bir şey olmayan şeyhülislam meclise gelmiştir ve Millet-i Hakime önünde hesap vermektedir, vermiştir ve bundan sonra surda açılan gedik onarılamayacaktır. Bu tartışmalarda ne hikmetse Elmalılı hiç müdahil olmamaktadır ya da mecliste bulunmamaktadır. Şeyhülislamın meclise gelmesine sert muhalefet eden Derviş Vahdeti 31. Mart vakası nedeniyle suçlu bulunup 19 Temmuz 1909 tarihinde asılmıştır ve artık hayatta değildir.
Mizancı Murad Efendi (1854-1917) de İttihat ve Terakkiye olan muhalefetinin bedelini ağır bir şekilde ödedi. İktidardaki İttihat ve Terakki Fırkasına şiddetle muhalefet edince gazetesi kapatıldı. Daha sonra, Otuzbir Mart Vakasının tahrikçileri arasında bulunduğu ileri sürülerek müebbet kalebentlik cezasına çarptırıldı ve Rodos’a sürgüne gönderildi. Bir süre Rodos’ta, bir süre de Midilli’de kaldı. 1913’te çıkan af üzerine İstanbul’a döndü. Hayatının son yılları tam bir yalnızlık ve sefalet içinde geçti. 15 Nisan 1917’de Anadoluhisarı’ndaki yalısında öldü ve Anadoluhisarı Mezarlığı’na defnedildi. (37)
Abdülhamit’in istibdadından kurtulmak isteyen herkes, İttihatçı taifenin karşı konulmaz istibdadıyla yüzleşti ve İttihatçılar kendilerine muhalefet eden her kesi ve her kesimi müdahil olmaktan bertaraf etti. Yeni düzenin söz sahipleri amansız bir istibdad yönetimi uygulamaya başladı. Kamuoyunda kendi iktidarlarına karşı etkili muhalefette bulunan iki önemli muhaliften, birini idam ederek, birini de sürgüne gönderip kürek çekmekle cezalandırarak, muhalefet imkânının şartlarını ağırlaştırdı. Artık yeni yönetime muhalif olmak ve eleştirmek, ya çok temkinli olmayı gerektirecek ya da mütefekkir kısmı siyasete karşı söz söylemesi imkânından vaz geçecektir.
Nitekim Otuzbir Mart Vakasından sonra bu ortaya çıkıyor ve dönemin bütün muhalif basını susuyor veya susturuluyor. Yeni meşruti yönetimin uygulamalarını eleştirenler, siyasi eleştirilere teğet geçerek bu görevini yapmaya çalışıyor. Bu vakadan sonra yayın hayatına devam eden etkili iki ana akım neşriyat hayatını sürdürme imkânı bulabiliyor. Bunlardan birisi ulemanın cemiyeti olan Cemiyet-i İlmiyenin basın gücü olan Beyanül Hak, diğeri de yine birçoğunun ilmiye sınıfı mensubu olduğu Sıratı Müstakim yayın hayatına devam eder. Beyanül Hak siyasi iktidara muhalefet eder ve hükümet uygulamalarını eleştirirken, siyasi çıkışlar yaparken, sürekli bir denge gözetmeye dikkat eder. İttihatçıları eleştirirken, meşrutiyete olabildiğince sahip çıkar.
Sıratı Müstakim ise siyasi muhalefete girmemeye dikkat eder. “Biz siyasi işlerden anlamayız” diyen mütefekkirler makaleler yazarak, toplumsal konuları, olumsuzlukları, iktidarın yanlış uygulamalarını teğet geçerek ele almaya özen gösterir. Sıratı Müstakim İttihatçıların kongrelerini, beyanatlarını, kamuoyuna duyurmak istediklerini mecmualarında neşrederek, bir bakıma onların millete dediklerine ve demek istediklerine aracı olur. Bunalım döneminde Beyanül Hak ve Sıratı Müstakim çizgisiyle ortaya çıkan bir denge vardır ve İttihatçılar bu dengeyi de kullanmayı iyi becerir. Beyanül Hak çevresinin pasif muhalefetine ses çıkarmadıkları gibi, Sıratı Müstakimin siyasetten ari neşriyatını da metih etmezler.
Şeyhülislamı meclise getiren yeni düzen bundan sonra yakasını bırakmayacak, şeyhülislam şahsında sarıklılar diye anılacak olan ulema, siyaset karşısında itibarını yavaş yavaş yitirecektir.
3 Mayıs 1910 tarihinde Kanun-i Esasinin 5. ve 8. maddesinin tadil tartışmalarında konu mecliste gündeme gelir.
Kanun-i Esasinin değişikliğinde önce 5. Maddesi şöyledir:
“Zatı Hazreti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür.”/ “Padişahın zatına ait olanlar, mukaddestir ve hiçbir şeyden mesul değildir.”
8. maddesi şöyledir:
“Devleti Osmaniye tabîyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise bilâ istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.” / “Osmanlı Devletinin idaresi altından bulunan fertlerin tamamı, hangi din ve mezhepten olursa olsun, istisnasız ‘Osmanlı’ olarak tanımlanır. Osmanlı sıfatı kanunen belli olan duruma göre meydana gelir.”
Bu maddeler üzerine süren tartışmaların merkezinde Sadrazam ve Şeyhülislam yer alır. Sadrazamın ve Şeyhülislam’ın padişah tarafından atanması ve meclisten bağımsız olmaları mebusları sıkıntıya sokmuştur. Elmalılı Hamdi Efendi Kanun-i Esasi Tadilat Encümeninde yapılan değişiklikleri yazan muharrir, yazıya geçirendir. Encümenin içinde Mustafa Sabri Efendi de bulunmaktadır. Mebuslar sadrazamın ve Şeyhülislamın kendilerinin güvenini kazanması gereken kişilerden olmasını istemektedir. Meclisin üstünde bir statüde olmaları mebusları rahatsız etmektedir.
Kastamonu mebusu Ahmet Mahir Efendi söz alarak şunları söyler:
“Meclisi Mebusanın itimadını haiz bir Sadrazamın tayiniyle onun Şeyhülislâmdan mâada teşkil ve arzedeceği memuriyetler yazılıdır. Hâlbuki Şeyhülislam, Sadrazamla beraber bir Kabinenin sukutunda sakıt olur. Amma tarafı hükümdârîden ifa olunur. O halde, ibareden, Şeyhülislâmın kimin tarafından nasp ve tayin olunacağı Kabine ile beraber sakıt olup olmayacağı anlaşılıyor. O halde, Meclisi Mebusanın itimadını haiz olacak bir Sadrazam ve Şeyhülislâm tayini ile Sadrazam tarafından teşkil ve arzolunacak Vükelânın tasdiki memuriyetleri diyerek tasrihi lâzım gelir.” (38)
Kastamonu mebusu Ahmet Mahir Efendi şöyle demektedir:
(Kanun-i Esaside) Meclis-i Mebusanın güvenini kazanmış sadrazamın, Şeyhülislamın dışında oluşturacağı memuriyetlerin neler olacağı yazılıdır. Halbuki Şeyhülislam bir kabinenin düşmesi halinde sadrazamla birlikte oda düşer. Ama hükümdar tarafından onaylanır. O halde Şeyhülislamın kimin tarafından göreve getirileceği ve tayin olacağı, kabineyle beraber onunda görevinin sona erip ermeyeceği belirtilen maddeden bellidir. Bu durumda Meclis-i Mebusanın güvenini kazanan bir sadrazam ve Şeyhülislamın atanması ile Sadrazam tarafından oluşturulacak ve meclise bildirilecek bakanların ‘tastiki memuriyetleri’ diyerek açıkça belirtmek gerekir.”
Ahmet Mahir Efendi, Sadrazamın da Şeyhülislamın da Bakanlar kurulu tarafından seçilmesi gerektiğini ve devlet memuru olarak algılanmasını istemektedir.
Ahmet Mahir Efendiye Elmalılı Hamdi Efendi yanıt vererek şöyle der:
“Zaten şu cümle, Sadrazamın teşkil edeceği Vükelâ meyanına Şeyhülislamın girmediğini, yoksa Şeyhülislâm Kabine erkânından olacağı ve Kabinede bulunacağı mevaddı âtiyeden muayyendir. Aşağıda tasrih edilir. Burada şu (mâdâ) kelimesini kullanmaktan maksat, Şeyhülislam, doğrudan doğruya Sadrazam gibi, tarafı Pâdişâhîden tayin olunacağından, Sadrazam tarafından teşkil edilecek Vükelâ meyanına girmeyeceğini göstermekten ibarettir.” (39)
Anlaşılır bir şekilde sadeleştirirsek;
“Zaten bu cümle, sadrazamın oluşturacağı Bakanların arasına Şeyhülislamın girmediğini, eğer girerse Şeyhülislamın kabineden biri olacağı ve Kabinede bulunacağı adı geçen maddeden bellidir. Aşağıda açıklanır. Burada –maada- kelimesini kullanmaktan maksat, Şeyhülislam, doğrudan doğruya Sadrazam gibi padişah tarafından atanacağından, Sadrazamın oluşturacağı Bakanlar arasına Şeyhülislamın giremeyeceğini göstermekten ibarettir.”
Meclisi Mebusan 20 Mayıs 1326-2 Haziran 1910 tarihli 103. Birleşiminde İlmiye bütçesini görüşmeye başlar. İlmiye bütçesi görüşmelerinde konuşulan makam Bab-ı Meşihat yani Şeyhülislamlık makamı ve onun nüfuz alanı olan kurumlardır. Tartışmalı bir ortamda geçen görüşmeler yaşanır. Şeyhülislamın yerine vekilinin bulunduğu birleşimde, Şeyhülislamlık makamının kaldırılması dahi gündeme gelir. Bu görüşmelerde Mustafa Sabri Efendi ilginç bir çıkış yaparak, “Şeyhülislamlık zaruret-i hamseden değildir” (40) der. İlmiye bütçesi görüşmeleri bu oturumda bitmez. 4 Haziran tarihli 104. Birleşimde görüşmeler devam eder. Bu birleşimde Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi yine sahnededir ve meşihat makamını aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan geri durmaz. Mehmed Vehbi Efendi sürekli olarak makam-ı meşihatın-şeyhülislamlığın aleyhine konuşmakta ve ilmiye bütçesinin kısılmasını ifade etmektedir.
1326-1910 yılı ilmiye bütçesindeki hararetli tartışmaların tansiyonu, 1327-1911 yılı ilmiye bütçesinde daha da artar. Çok gariptir ki neredeyse bütün ilmiye-ulema kesimi makam-ı meşihatı-şeyhülislamlık kurumunu ekonomik yönden aşağı çekmeye çalışmaktadır. Mecliste 1327-1911 ilmiye bütçesi görüşmelerinde şeyhülislamlık makamına sürekli muhalefet eden ilmiye sınıfıdır. Meclis zabıtlarında, makamı- meşihatın tasarrufundaki kurumlarda çalışanların maaşlarını düşürme teklifleri ilmiye sınıfından gelirken, bu tekliflere gayrimüslimlerin dahi karşı çıktığı tartışmalar yaşanır. (41) Malatya mebusu Mehmed Tevfik Efendinin ettiği bir söz, Mustafa Sabri Efendinin yaklaşık bir yol önce yazmış olduğu makaleyi hatırlatır. Mehmet Tevfik Efendi tartışmalar esnasında, “Allah-u Teala Hazretleri, ilmi sarıklılardan aldı, feslilere verdi diye her yerde bunu bimahaba söylemeye mecburum” (42) der. İpek Mebusu Hafız İbrahim Bey de, ilmiye bütçesinde kısıtlamaya gidilmesini teklif edenlerdendir.
Meclisteki İlmiye bütçesi görüşmelerindeki tartışmalara hiç katılmayan Mustafa Sabri Efendi, yaşanan tartışmalardan rahatsızdır. Bu rahatsızlığını 16 Nisan 1911 tarihli Beyanül Hak’da “İlmiye Bütçesi Münasebetiyle” adlı makalesinde dile getirir. Mustafa Sabri Malatya mebusu Mehmed Tevfik Efendinin “Allah-u Teala Hazretleri, ilmi sarıklılardan aldı, feslilere verdi” sözünde çok rahatsız olmuştur. Makalesinin alt başlığına da bu sözü alır. Makalesinde hem öz eleştiri yapar hem de dönemin iktidarını kıyasıya eleştirir. Özellikle ilmiye sınıfından olup da ilmiye bütçesini ödeneğini düşürmeye çalışanlara sitem eder:
“Cenab-ı Hak ilmi sarıklardan aldı, feslilere verdi.
İlmiye bütçesinde meclis-i mebusanda garip bir durum var. Diğer bütçe müzakereleri esnasında söylenmeyen muhtelif sözler, bu bütçenin müzakeresinde söyleniyor. Çok vakit Müslüman mebuslardan bu bütçeyi baltalamak isteyenler bulunurken, gayrimüslim vatandaşların gayretiyle bu girişimler savılır. Hele İpek mebusu Hafız İbrahim Efendi, birçok bütçede yüksek harcamaya ses çıkarmamasına rağmen, ilmiye bütçesine gelince dayanamaz.” (43)
Mustafa Sabri Efendinin özellikle vurgulamak istediği ilmiye bütçesine karşı çıkanların ilmiye sınıfından olmalarıdır. Kendi bindiği dalı kesenlere hayıflanan Sabri Efendi, bu kişilerin ilmiye sınıfına karşı olumsuz yaklaşımına dayanamaz. Mustafa Sabri Efendi makalesinde bir de özeleştiri yapar:
“Hak Teala Hazretleri ilmi sarıklılardan almıştır, teslim edelim. Fakat feslilere vermemiştir.” (44)
Sabri Efendinin makalesi uzun bir makaledir ve dertlenmiş, derdini yana yakıla dökmektedir. Dönemin idaresinin ilmiye sınıfını ve medreseleri ihmalini kalemine konu edinmiştir. Feslilik ve sarıklılık tabirlerine de uzunca değinen Sabri Efendi, sarıklıların dünyevi bir menfaat gütmediklerini ama dünyevi menfaatin her zaman feslilerden tarafta olduğunu izaha gayret eder.
Ulema siyaset arasındaki en göze çarpan diğer bir çatışma da, İttihat Terakkinin İstanbul Şehri Emini olarak görev yapan Hüseyin Kazım Efendi’nin (1870-1934) yetkisini kullanarak belediye meclisini fesih etmek istemesiyle yaşanır. İttihatçıların yakın adamı olan Hüseyin Kazım Efendi birçok görevlere getirilmiş bunlardan biri de İstanbul Belediye Başkanlığıdır. (45) Hüseyin Kazım Efendinin bu girişimi üzerine Ulema sınıfının bir kurumu olan Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye bir beyanname yayınlar. Beyanname Hüseyin Kazım Efendinin uygulamasına tepki olarak kaleme alınır ve işin yanlışlığına dikkat çekilir:
“Şehr-i emin tarafından belediye meclisini feshi hususunda ısrar edildiği görülmektedir. Meşrutiyet-i meşruanın gerçek savunucusu durumunda olan cemiyetimiz, hayat-ı meşveretin ve yasaların aleyhine olan bu sebepsiz feshe gidilmesini uygun görmemektedir. “Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye” (46)
Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye bu açıklamasıyla da kalmayarak, bir haftaki sonraki Beyanül Hak Gazetesinde bir beyanname daha kaleme alır, yayınlar. Burada da aynı ifadelere yakın düşüncelerini dile getirirken, bu beyanatında bir adım daha ileri giderek:
“Cemiyetimizin kanat-i vicdaniyesi, efkar-ı adile-i ammeye de muvafık ve meclis-i vükelanın içtihadına da mutabık düşmesi ve şehr-i eminin mecbur istifa olması, cemiyetimizin taktir ve kanaatinin isabaetine bir delil-i kat-i teşkil ediyor” derler. (47)
Ulemanın bu beyanatını siyasete müdahale olarak gören İttihatçı taife, ulema ile siyasetin arasına girmek ve iktidara gelirken kullandığı ulema kısmından kurtulmak ister. İttihat Terakki Cemiyeti Ekim 1911 başında genel kongresini yapar ve kongre sonucunu bir raporla kamuoyuna duyurur. İttihat Terakki’nin bu kongre raporunu “Ahâlî-i Osminiyye’ye Hitâben İttihâd ve Terakki Kongresi’nin Beyannamesidir, (İttihâd ve Terakkī Cem’iyeti)” başlığında Sıratı Müstakim 162, 163, 164, 165, 166. sayılarında beş bölüm halinde yayınlar. Kongre Beyannamesi uzunca izahatlar içermekte ve siyasi, askeri, toplumsal alanda genel durum hakkında bilgi vermektedir. Konu ile alakalı olarak dikkat çeken bölüm Sıratı Müstakimin 2 Kasım 1911 tarihli 165. sayısında yer almaktadır. Beyannamenin bu bölümünde Ulema kısmının kurumu olan Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin siyasete ilişkin yayınladığı beyannamesi eleştirilir ve ulema sınıfının siyasete müdahil oluşunun yanlış olduğuna işaret edilir.
“Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin geçtiğimiz günlerde bir beyannamesi yayınlandı ki, devlet siyasetine alenen müdahaleyi içermektedir. Ulema-ı kiram vicdanların birer terbiye edicisi olmak itibarıyla ümmetin manevi hakimleri olduklarından, fırkalara arası ihtilafların, seçim mücadelelerinin üstünde kalmaları, peygamber varisi olma sıfatını, siyasi mücadelelerin sonucu olan birçok olumsuzluktan uzak tutmaları kendileri için dini bir vecibedir. Bundan başka ulema sınıfı genel olarak devlet hazinesinden maaşlı birer memur olduklarından dolayı, Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete karışmaları doğru olmaz. Nihayet ulemanın Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete müdahalede bulunması, Otuzbir Mart emsali hadiselerde olduğu gibi, Vatanın zararına yol açacak sonuçların ortaya çıkması gözden uzak tutulamaz.” (48)
İttihatçılar Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye mensubu ulemanın siyasi beyannamelerde bulunmasını, mebuslar ve ayan dışında kimsenin siyaset işine karışmamasını istemektedir. Ulemanın beyannamesinden rahatsız olmuşlardır. Dikkat çekici diğer bir husus, İttihaçı taife ulemayı Elmalılı Hamdi Efendi’nin şeyhülislamı bir devlet memuru olarak görmesi gibi değerlendirmektedir. “Bundan başka ulema sınıfı genel olarak devlet hazinesinden maaşlı birer memur olduklarından dolayı, Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete karışmaları doğru olmaz.” Elmalılı Hamdi Efendinin açtığı kapıdan İttihatçılarda girmiştir. Ulema maaşlı birer devlet memurudur, dolayısıyla siyasete müdahil olamaz.
İşin rengi ortaya çıkmıştır. Artık ulema sınıfı siyasetle iştigal etmemeli, siyasete müdahil olmamalıdır. Zira en baştan onlar devlet hazinesinden maaşlı birer memurdur. Mustafa Sabri Efendi İttihatçıların bu beyanına karşı sert eleştiriler getirir. O’na göre, ulema “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” yapmakla vazifelidir. İttihatçıların raporuna karşı Beyanül Hak’ın 17 Ekim 1911 tarihli 131. sayısında, kurum olarak Cemiyet-i İlmiye, şahıs olarak da Mustafa Sabri Efendi sert açıklamalarda bulunur. Cemiyet-i İlmiye “Cevap Sevap” adlı bir beyanat yayınlar, Mustafa Sabri Efendi de “İttihat ve Terakki Kongresinde Karait Olunan Raporun Bir Noktası” adlı bir makale kaleme alır ve düşüncelerini ifade eder.
“Cemiyet-i İlmiye kısa beyanatında:
“Desatiri aliye ve ahlak-i fezail-i İslamiyenin muhafazasını ve meşrutiyet-i meşrua ile milletin saadetini yegâne maksat ve vazife ittihaz eden cemiyetimizin bazı davranışları ittihat ve Terakkinin kongre raporunda eleştirildiği, teessüfle görüldü. Bu babda cemiyetimiz serdedeceği söyleyeceklerini şimdilik sarf-ı nazar ile diyor ki: İttihat ve Terakki Cemiyeti, bulunduğu mevkii itibarıyla eleştiri makamında değil, milletin bugünkü haliyle ilgilenme makamındadır.” (49)
Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin bu beyanatını dönemin İslami gazetelerinden biri olan Ceride-i Sufiye de neşreder. (50) Mustafa Sabri Efendi de Özellikle kendilerine yönelik siyasetten uzak durmalarının gerektiği telkinin yapıldığı paragrafı ele alır ve bunun kabul edilemeyeceğini söyler.
“Ulemanın siyasete iştirak edip edemeyeceğinden başlayalım: Eğer ulemanın siyasete iştirakine mani olunacak olursa, bizzat onların işi olan iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek görevi ortadan kalkar ki, ulema bu hakkın kendilerinden alınmasını katiyen kabul edemez. Onun içindir ki ulema din-i siyaset ile meşgul olacaktır. İki kısmı bulunan siyasetin, adil siyaset tarafında bulunması ulemanın en önemli vazifesidir. (51)
Mustafa Sabri Efendinin bu çıkışı dönem itibarıyla kayda değer bir çıkış olsa da, ulemanın ittihatçıların iktidara gelirken ki zamanında aktif desteğinin yerini pasif muhalefete bıraktığını göstermesi açısından da kayda değerdir. Zira artık askeri ve siyasi güç, kendilerini siyasetten men etmek isteyenlerin elindedir. Siyasi ve askeri gücü elinde bulunduranlar, ulema kesiminin nerede durması ve siyasete karışacaksa nasıl karışacağına dair de karar verenlerdir. Sabri Efendi İttihatçı taifenin gizli niyetini anlamıştır:
“Burada bir tenakuz daha vardır ki, oda Cemiyet-i İlmiyenin vaktiyle İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikteyken siyasete iştiraki hak kabul edilmiş iken, kendilerinden ayrıldıktan sonra bu hak tanınmak istenmiyor. Ve hala İttihat Terakkinin Şehzade Başı kulübünde siyaset ile iştigal eden bir ilmiye heyete bulunmaktadır. Bütün bu suretle mesele, ‘Ey ulema, siz bizimle olmak şartıyla her hakkınız mevcuttur, bizden ayrılırsanız hiçbir hakkınız yoktur’ şeklini almaktadır. Velhasıl Cemiyet-i İlimyenin siyasetle iştigal hakkını inkâr etmek, bizim için kabul edilebilir değildir. Ulema siyaset ile tabi olarak iştigal eder ve edecektir. Yalnız mesele takip edilen siyasetin iyi yahut fena olmasıyla ilgilidir.” (52)
Mustafa Sabri Efendi önemli bir hususa işaret etmektedir: Ya bizden taraf olacaksınız, ya da bertaraf olacaksınız. Bu kural o dönemde öyle olduğu gibi, bu dönemde de böyledir, hep böyle olmaya devam edecektir. Bugünde siyasi, askeri, ekonomik gücü elinde bulunduranlar, kendileri gibi konuşmayanları hizaya getirmek için akıl almaz yolları takip etmekten geri durmamaktadır. Sabri Efendinin makalesi epey uzundur ve biz meramımızı anlatmak hususunda bu kadarını kâfi görüyoruz.
Dipnotlar:
32- M.M.Z.C. 9. Birleşim, 18 Teşrinisani 1325, 1 Aralık 1909, 2. İçtima
33- M.M.Z.C. 10. Birleşim, 21 Teşrinisani 1325, 4 Aralık 1909, 2. İçtima
34- aynı zabıt
35- aynı zabıt
36- aynı zabıt
37- Abdullah Uçman, Mizancı Murad, DİA, cilt 30, sayfa 214
38- M. M. Z. C. 65. oturum 20 Nisan 1325-3 Mayıs 1910
39- Aynı zabıt
40- M.M.Z.C. 2 Haziran 1910 103. Birleşim 2. İçtima
41- M.M.Z.C. 78. Birleşim 30 Mart 1327-12 Nisan 1911 3. İçtima
42- aynı zabıt
43- Mustafa Sabri, İlmiye Bütçesi Münasebetiyle, Beyanül Hak sayı 106, sayfa 1958, tarih 16 Nisan 1911
44- aynı makale
45- Nureddin Albayrak, Hüseyin Kazım Efendi DİA, cilt 18, sayfa 554
46- Beyanname, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, Beyanül Hak sayı 127, sayfa 2294, tarih 12 Eylül 1911
47- Beyan-ı Hal, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, Beyanül Hak sayı 128, sayfa 2310, tarih 19 Eylül 1911
48- Sıratı Müstakim sayı 165, sayfa 134, tarih 2 Kasım 1911
49- Cemiyet-i İlmiye İslamiye, Cevap Sevap, Beyanül Hak sayı 131, sayfa 2358, tarih 17 Ekim 1911
50- Ceride-i Sufiye de 23 Ekim 1911 tarihli 1. Cilt 6-4. Sayısı sayfa 4
51- Mustafa Sabri, İttihat ve Terakki Kongresinde Karait Olunan Raporun Bir Noktası, Beyanül Hak sayı 131, sayfa 2359, tarih 17 Ekim 1911
52- aynı makale