Gerek parlamentoda gerekse basında dozu artan tartışmalara Beyanül Hak’da bir makalesiyle Elmalılı Hamdi Efendi de katılır. Elmalılı Hamdi Efendi 1 Mart 1909 tarihin Beyanül Hak’da “İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye” adlı bir makale kaleme alır. Elmalılı bu makalesinde çok cesur ve ucu açık yorumlar dile getirir. Şeyhülislamın meclise gelmesine karşı çıkanları şiddetle eleştirir. Bir meşrutiyet fanatiği olarak Antalya’dan mebus olan Elmalılı Hamdi Efendi Murad Beyin ifadelerine çok bozulmuştur.
Elmalılı Hamdi Efendi makalenin girişinde dahi eleştiri dozunu çok yüksek tutar ve ucu alabildiğine açık ifadelere yer verir:
“Mizan gazetesinin 76 numaralı nüshasında “Şeyhülislam Meclis-i Mebusan’a gelmeli mi, gelmemeli mi? ünvanlı bir bend görüldü.
Şeyhülislamın kabineye dahil olamayacağı, yalnızca halifenin vekili ve İslam Cemaatinin başkanı olduğundan dolayı kabinede geçici olarak yani şer-i mahkemelerin hüküm işlerinin tamamen Adliye nezaretine teslim ve şeyhülislamlık dairesinin hükümet işlerinden el çektirilinceye kadar dahil olabileceğini ve bunlardan dolayı meclise gelmesi gerekliliği hasıl olmuştu. Bahsi geçen düşüncede, Osmanlı Hükümetinin idare şekli meşrutiyet olmakla adeta İslami Hükümet olmaktan çıkmış olacağı, bundan dolayı İslam’ın yeni (Avrupa) medeniyet ile meşrutiyet usulünce uyuşamayacağı söyleniyor. Ve Hilafete ve Şeyhülislamlığa adeta bir ruhaniyet havası getiriliyor.” (21)
Yeni düzen eskisinden farklı işleyecektir ve artık Makam-ı Meşihat yani Şeyhülislam hükümet işlerine karışmayacaktır ve bu sebepten şeyhülislamdan gerekli izahatı yapması ve şeyhülislama gerekli talimatların verilmesi için meclise gelmelidir. Bu tartışmalar ileriki süreçte şer-i mahkemelerin Adliye Nezaretine bağlanmak istediği parlamento oturumlarında çok tartışılacak ve bu tartışmalarda sessiz kalan ulema kesimi ve özellikle Mustafa Sabri Efendi çok mücadele edecektir. Elmalılı Hamdi Efendi Şeyhülislamın dolayısıyla dinin devlet işlerinden elinin çektirilmesinden de bahsederken, ileriki süreçte devletin laikleşmesini de üstü kapalı ima etmektedir.
Dikkat edilirse Elmalılı Müslüman düşüncesinde hiç olmayan başka bir tartışmayı da gündeme taşır. Bu da; “İslam’da ruhaniyet” meselesidir. “İslam’da ruhaniyet vardır” diyen herhangi biri olmamasına rağmen, “İslam’da ruhaniyet yoktur” demek anlaşılması zor olan gereksiz çıkışlardan birini teşkil etmektedir. İslam düşüncesinde tartışılmamış olan bu dinde ruhaniyet tartışmaları, Müslümanların gelecekteki düşüncelerinde ele almak zorunda kalacakları başka bir mesele olarak kendisini gösterecektir. Özellikle ruhaniyetin olmadığını ileri sürenler için kullanışlı bir kavram olarak öne çıkacak olan bu ifade alime, ulemaya, ilim ehline, hocaya, bilenlere karşı pervasızca saplanmak için cahillerin elinde kılıç kalkan işini görecektir. “İslam dininden ruhaniyet yoktur” diyerek öne çıkanlar, aslında gerektiğinde yaptıkları kötülüklerde, kendilerine emr-i bil maruf düsturuna karşı emri vaki yapacak olanların sözünü bitirmeleri için kullanılacaktır.
Elmalılı Hamdi Efendi makalesinde ruhaniyet meselesini uzun uzun anlatır. Ruhaniyet meselesinden sonra daha sıkıntılı konulara giren Elmalılı, alabildiğine cesur davranmaktan kaçınmaz. Şeyhülislamı ruhaniyet yoktur diyerek etkisizleştiren Elmalılı, halifenin de nerede durması gerektiğini, yerinin neresi olduğunu belirler:
“Halife bir taraftan kendisine bey’at eden ümmetin vekâletini taşırken, diğer taraftan kendisinin de vekâlet veren ümmeti gibi uygulamak ve uymak zorunda olduğu kanunların sorumluluğunu taşır, yasa koyucunun da koyduğu yasalara hiçbir zaman şahsi olarak itiraz edip karşı gelemez. Eğer yasa koyucunun koyduğu yasalara karşı gelirse, Hakimiyet-i Millet gerekli olanı yapar. Bundan dolayı İslamiyet’te Hilafet, şer-i kanunun uygulayışından başka bir şey olmadığı gibi, ruhani bir başkanlık değildir. Hilafet bir Hükümet-i Meşruta-i İslamiye Reisi demektir. Bunun için yabancı memleketlerdeki Müslümanlara velayet hakkı yoktur. Fakat Müslümanlar manevi duygularla halifeye bir bağlılık duyarlar. Baskı ve musallat olma manalarına gelen saltanat anlam itibarıyla baskıyı içinde barındırdığından, artık hürriyet devrinde hilafetin manasını meşrutiyetin icap ettirdiği şekilde tanımak zaruridir.” (22)
Elmalılı Hamdi Efendi bu ifadeleri ne fıkıh geleneğinden gelen bir fakih olarak, ne Medrese geleneğinden gelen bir müderris olarak, ne İslam düşünce geleneğinden gelen kelamcı olarak ne de tefsir geleneğinden gelen bir müfessir olarak söylememektedir. Elmalılı Hamdi Efendi Antalya’dan meşrutiyetin bir mebusu olarak bu ifadeleri zikretmektedir. Şeyhülislamın parlamentoya gelip gelmemesi meselesini çok farklı yerlere taşımakta, önüne geçilemeyecek tartışmalara kapı aralamaktadır. Çok ilginçtir ki Halifenin yabancı memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayetinin olamayacağını ifade ederken, aynı zamanda Halifeyi kurulan meşrutiyet idaresinin başkanı derecesine indirmektedir. Hiçbir yaptırımı olmayan, sembol niteliğine indirdiği halife, sadece meşruti idarenin başkanıdır ve parlamento ne karar verirse onu tasdik edecektir.
Elmalılı’nın ortaya attığı diğer bir kavram “Hâkimiyet-i Milli” dir. Yabancı memleketlerdeki Müslümanlara bir velayeti olmayan halife, meşruti hükümetin başkanıdır ve parlamento hâkimiyet-i millidir. Hâkimiyet-i Milli ise halkı temsil eder. Eğer halife başkanı olduğu parlamentonun yasamasına karşı gelir, çıkan yasalara uymazsa, hâkimiyet-i milli gerekeni yapmaktan çekinmez. Nitekim sonuçta da öyle olmuştur. Dönemin şeyhülislamının yazmadığı “hal fetvası” nı Elmalılı Hamdi Efendi parlamentonun isteği üzerine yazmış, Abdülhamit bu fetvayla “hal” edilmiştir.
Elmalılı makalesinin sonunda asıl tartışma konusu olan şeyhülislam meselesine döner.
“Cemaati İslamiye reisi Hükümet-i İslamiye reisinden başka bir şey olamaz. Hükümeti bu şekilde tefrik etmek, hükümet içinde hükümet demek olur. Madem öyledir, şeyhülislam herhalde millet meclisine karşı mesul ve ledel-iktiza cevap ve izahat vermeye mecburdur. Hatta nazar-ı İslam’da en büyük mesuliyet ulemaya teveccüh eder. Şeyhülislamların meclise gelmesi bir vakit icabat-ı İslamiyete muhalif değildir. Belki ihmal edilerek en büyük bir daireyi yed-i istibdadda bırakmak suretiyle su-i istimale meydan verilmesi makamın papalık gibi la-yuhitlik ve mukaddesiyet muamele görmesi, şeriat-i İslamiyenin hikmet-i asliyesine mugayirdir. Şeriatın halifeye bile hakim gösterdiği kuvve-i umumiye-i milleti sıfat-ı hilafetin bir cüzüne vekil olan zat hakkında küçük göstermek hiç caiz olamaz. Velhasıl şeyhülislam hükümet memuru olmaktan başka bir şey değildir. Ve bu sıfatla meclise gelir. Makamına layık bir zat ise olduğu kadar hem makamı ve hem şahsı itibarıyla alkışlanır. Değil ise yalnız başına ait olmak üzere hükümetten sakıt, belki nakizane layık olur. İşte halifesini fakir ve vazi bir tebasıyla seviyyen muhakeme eden İslamiyet’in hükmü budur. Maadası hurafattır.” (23)
Antalya mebusu olarak parlamentonun bir üyesi olan Elmalılı Hamdi Efendiye göre, şeyhülislam “hükümet memuru olmaktan başka bir şey değildir, dolayısıyla gelip meclise hesap vermeye mecburdur.” Elmalılı farkında olmadan ya da farkında olarak şeyhülislamın şahsında bütün ilmiye sınıfının altını oymaktadır.
Elmalının Beyanül Hak’daki makalesine karşılık Derviş Vahdeti Volkan Gazetesinin 4 Mart 1909 tarihli 63. sayısında “Ruhbaniyet Ruhaniyet” adlı bir itiraz makalesi kaleme alır. Elmalılı Ruhbaniyeti ve Ruhaniyeti birbirine karıştırmaktadır. Vahdeti aynı makalesinde şeyhülislamın meclise giderse nasıl ve kimlerle birlikte bulunabileceğini de belirtir. Eğer mecliste sadece ulema sınıfı bir araya gelecek ve aralarında münazara yapacaklarda, şeyhülislamın o vakit meclise gitmesinde bir sakınca yoktur:
“Beyanül Hak refikamızın son nüshasında ‘İslamiyet, Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye’ ser levhalı bir makalede iki şey nazar-ı dikkatimizi celb etmiştir. Biri ruhbaniyetle ruhaniyet bir gösterilmiştir. Biri de ruhun maddi olmadığının sabit bile değildir’ denilmesidir.
(…)
Ulema-i İslam’a gelince din-i mübinimiz hem dünyaya hem de ahirete taalluk ettiğinden, bunun gibi ne yalnız cismani denilebilir ne de ruhani. Her ikisine de cami olan şeyhülislamlıktır.
Şeyhülislamın meclis-i mebusana gidip gitmesi cihetine gelince, meclisi mebusan azaları arif-i ulemadan olmak üzere içtima ederlerse şeyhülislamın, izahat için meclisi mebusana gitmesinde beis yoktur. Lakin umumi olarak vaka olacak bir istizah mahzurdan salim değildir. Bu sebepten şeyhülislamın gidip gitmemesi en mühim bir mesele hükmündedir.” (24)
Bu tartışmalara dönemin İslami basınından olan İttihad-ı İslam Mecmuası da katılır. 5 Mart 1909 tarihli 12. sayısında “Meşihat Meselesi, Hilafet ve Saltanat” başlıklı bir makale yer alır.
“Şeyhülislam heyet-i vükelanın azay-ı faaliyesinden midir? Yoksa mecliste sus kabilinden bulunur vazifesiz, mesuliyetsiz bir kimse midir? İşte birkaç gündür bazı gazetelerimizde bu meseleden bahis olunuyor.” (25) der ve gelecek nüshada bu bahse aid birkaç söz yazacaklarını ifade eder. İttihad-ı İslam’ın bu konu üzerine bahsine daha sonraki nüshalarında rastlayamadık.
Abdülhamit hal’inden önce olup bitenleri yıldızda seyrederken 11 Mart 1909 günü Ali Cevat Beye endişelerini dile getirerek şunları söyler:
“Bir de Şeyhülislam Efendiyi sual ve cevap için Meclise getireceklermiş. Bu iyi değil. Çünkü Makam-ı Meşihat şayan-ı hürmet bir makamdır. Onu oyuncak yapmamalıdır. Şeyhülislamı zorla getirebilirler. Fakat patrikleri çağırırlar da gelmezlerse ayıp olmaz mı? Burasını düşünmüyorlar mı? (26)
Gerçekten de Abdülhamit’in dediği gibi, meclis şeyhülislamı hesap vermeye getirmek için olanca gayretini sarf ederken, diğer dinin temsilcileri hususunda kimseden ses çıkmamaktadır. Ne Elmalılı, ne de şeyhülislamın hesap vermesi gerektiğini savunan ilmiye sınıfının diğer mensupları bu hususta herhangi bir talepte bulunmazlar.
Meclis-i Mebusan 28 Şubat 1324-13 Mart 1909 tarihinde 40. birleşimini gerçekleştirir. Bu birleşiminde şeyhülislam meselesi neredeyse meclisin o günkü gündemi halini alır. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendinin ve arkadaşlarının daha önce talep ettikleri izah için beklenen Şeyhülislam meclise yine gelmemiştir fakat bu kez namı yerine İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiyi göndermiştir. Şeyhülislam ilk davet edildiğinde gelmemiş, daha sonra gelmesi ve meclise izahta bulunması/hesap vermesi için yeniden davet edilmiş, o davetinde de gitmemiş fakat bir kâğıt yazarak meclise göndermiştir. Fakat bu kâğıtta kâfi gelmemiş, ya kendisinin bizzat gelmesi gerektiği ya da emiri altındakilerden birini göndermesi istenmiştir. İşte parlamentonun 40. birleşiminde meclise gelmeyen şeyhülislam Ziyaeddin Efendi bu kez yerine, “Hasan Lütfi Efendinin görevlendirildiğine” dair bir notla İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiyi göndermiştir. (27) Meclis şeyhülislamın meclise gelmesi konusundaki ısrarında başarılı olmak üzeredir.
Meclis başkanı şeyhülislam adına gelen İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiye gerekli açıklamaları yapması için söz verir. Bursa mebusu Ömer Fevzi Efendi, gelen kişinin şeyhülislamın yerini tutmayacağını ve meşihat makamında görevli olmadığından dolayı izahatının kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürerek görüşmeye müdahale eder. (28) Konuya başka vekillerde müdahil olunca oylanması istenirse de, başkan bu kez gelindiği için Hasan Lütfü Beye söz verir.
Hasan Lütfü Bey izahat istenen konularda gerekli açıklamaları yaparak, meşihat makamındaki görevlilerin, hakimlerin kadıların diğer memurlardan farklı tutulduğunu, ekonomik yönden sıkıntı çektiklerini söyler. Devamla, “hatta bizim öyle Kazalarımız vardır iki, hâkimi vardır, fakat maaşı yoktur” der. Hasan Lütfü Bey meclise karşı da mütevazi davranmaktadır. Yaşanan durumu anlatarak:
“Muhterem Mebusların daima himmetinden eminiz ve gayretlerine itimadımız berkemâldir. Bu lâyihai nizamiyenin kusurları vardır, onlar tarafı âlinizden ikmal edilecektir” (29) diyerek izahata devam eder. Şeyhülislam vekilinin istenilen konular üzerine yaptığı genel izahatı meşihat makamındaki görevli olanların ekonomik sorunlarının büyük olduğu ve hatta 21 senedir görevli olup da hiç maaş almayanların bulunduğu üzerinde sürer.
Tartışmalara şeyhülislamın meclise gelmesini isteyen Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi de katılır. Mehmed Vehbi Efendi tam bir mebus edasındadır ve şeyhülislam vekilinin yaptığı izahların gerçeği yansıtmadığını ifade eder. Bir bakıma şeyhülislam vekilinin şahsında meclise gelmeyen şeyhülislamı ezmektedir. Mecliste konu ile ilgili tartışmanın zabıt kayıtlarına göre saatlerce sürdüğü anlaşılmaktadır. Fakat “şeyhülislam devlet memuru olmaktan başka bir şey değildir” diyen Elmalılı Hamdi Efendi bu tartışmalarda yer almaz. Meclis sonuçta istediğini almıştır ve yapılan izahın yeterli olduğu üzerine karar verir.
Mecliste, kamuoyunda ve basında bu tartışmalar sürerken, 13 Nisan 1909 tarihinde 31 Mart Vakası gerçekleşir. Hadiseden sonra ortaya yıkıcı sonuçlar çıkar, Müslüman dünya günümüzde bile etkisini sürdüren “irtica” kavramıyla tanışır. 31 Mart vakasında da ilmiye sınıfı, ulema kesimi meclisin ve ittihatçıların yanında yer alır. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye olarak “Asker Evlatlarımıza” diyerek bir beyanname yayınlar. (30) İttihatçıların kısa sürede devlet ve millet üzerindeki istibdad-baskıcı politikası, 31 Mart Vakasını ortaya çıkarmış, devlet ve toplum daha büyük sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Şeyhülislamın şahsında ulema kısmını bertaraf etmeye çalışan İttihatçı taife, bu olayı fırsat bilerek, ilmiye sınıfından söz söyleyebilecek kim varsa bastırmış, yine bu olayı fırsata çeviren aynı taife, Abdülhamit’i yerinden etmiştir.
Bu olaylardan sonra artık ulema sınıfı, Mustafa Sabri Efendinin deyimiyle, “sarıklılar” olarak anılacak ve gerek devlet kadrolarında gerekse toplumun gözünde sarıklılar taifesi hakir görülecektir. Basında sarıklılar aleyhine çıkan makale ve haberlere bozulan Mustafa Sabri Efendi, 21 Haziran 1909 tarihli Beyanül Hak’ın 30. sayısında “Menakıbımız ve Misalimiz” adlı bir makale kaleme alacak ve şahsında “sarıklılar”ı savunmak zorunda kalacaktır. Öyle görünüyor ki, Mustafa Sabri Efendi yapılmak isteneni anlamış gibidir, ama yine de durumun sıkıntılı sürecinden dolayı olsa gerek çok fazla bir şey diyemez. Mustafa Sabri Efendi başka bir şeyi daha anlamıştır, o da meşrutiyetin ne olduğunu daha kimsenin anlayıp takdir edemediğidir. Tabi burada akla gelen başka bir soru da, meşrutiyette yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, Sabri Efendinin meşrutiyetin hakkıyla takdir edilmediği yönündeki ifadesidir.
Tan Gazetesinin Selanik Baskısında Babanzade İsmail Hakkı Bey tarafından 31 Mart Vakası üzerine sarıklılara yüklendiği makalesini eleştiren Mustafa Sabri Efendi, sarıklılara büyük haksızlık yapıldığını uzun uzun anlatma ihtiyacı duyar. Sarıklıların istediğinin şeriattan başka bir şey olmadığını dile getiren Sabri Efendi, bu savunmasında meşrutiyet modeline de değinir:
“Şeriatı herkesten çok onların (sarıkların) anlaması gerekir. Meşrutiyeti ise (rica ederim) henüz bi-hakkın hangimiz anlıyor, takdir ediyoruz. Bu makalede bir taraftan itiraf bir taraftan iddia edilebilecek hakikat vardır. Sarıklılar tabakat-ı adiyesi itibarıyla saf hatta biraz gafil, iyice sadedil olduklarından bazen aldatılmak tehlikesine maruz olabiliyorlar. Fakat bunlardan hangi birinden olursa olsun suduruna ihtimal verilmeyen, hatta aldatılmak derecesinde kalarak hiçbir vakitte aldatmak, su-i niyette veyahut maddi bir menfaat takib eylemek derecelerine çıkmak imkânı yok gibidir ki buda bir şereftir. Bunun kusuru olan cihetinde ise kabahat sarıklıların değil hükümetindir.” (31)
Mustafa Sabri Efendi makalesinin ilerleyen satırlarında sarıklıların ve medresede eğitim gören talebenin istibdad döneminde dahi şimdiki durumundan daha iyi olduğunu ifade ederek, dönemin idaresine sert bir şekilde eleştirir. Mustafa Sabri Efendinin şahsında dönemin uleması her ne kadar meşruti idareyi eleştirseler de, ilginçtir ki idare şekli olarak meşrutiyetten bir türlü vaz geçemezler ve eleştirilerinde sürekli bir temkinli olma üslubu mevcuttur.
Dipnotlar:
21- Beyanül Hak sayı 22, sayfa 511 Tarih 1 Mart 1909
22- aynı makale
23- Beyanül Hak aynı makale sayfa 514
24- Derviş Vahdeti, Volkan sayı 63, sayfa 4, tarih 4 Mart 1909
25- İttihadı İslam sayı 12, sayfa 4, Tarih 5 Mart 1909
26- İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, sayfa 57
27- M.M.Z.C. 40. Birleşim tarih 28 Şubat 1324, 13 Mart 1909, 1. İçtima
28- aynı zabıt
29- aynı zabıt
30- Beyanül Hak sayı 29, sayfa 668, Tarih 19 Nisan 1909
31- Mustafa Sabri Efendi, Menakıbımız ve Misalimiz, Beyanül Hak sayı 30, sayfa 693, Tarih 21 Haziran 1909