22 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte hemen hemen her şey yerinden oynadı. Birçok kadim unsur yüzyıllarca varlığını sürdürdüğü mevki, makam ve konumundan başka bir yere taşındı. Devletin, toplumun, erkeğin, kadının, eğitimin, alimin, talebenin, akla gelebilecek onlarca unsur var oldukları ve kabul görüldükleri yerlerini değiştirmek zorunda kaldı. Kurulan yeni düzen, kendisinin ithal edildiği Avrupa’nın iteklemesi ve yerli işbirlikçilerinin de gayretiyle, kendi beka sorununu çözmek için bunları mecburiyet olarak dayattı.
Bu süreç içerisinde yerinden olan/edilen en önemli unsurlardan biri de şüphesiz ki ulema sınıfı oldu. “Millet-i Hakime” kavramının Meclis-i Mebusan’a atfı ile meclis devlet hiyerarşisinde en üst yere çıktı/çıkarıldı. “Millet-i Hakime” kavramının modern söylemde yerin alan “Milli Egemenlik” kavramının o günkü kavramsal karşılığı olarak değerlendirilmesi sonucunda, hesap verilecek tek merci olarak meclisi mebusan ete kemiğe bürünerek varlığını, müstekbir edasını da takınarak hissettirmeye başladı. Artık itaat edilmesi gereken, son sözü söyleyecek olan meşrutiyet yönetiminin meclisi mebusanıydı. Kimse meclisin üstünde olamaz, olmamalıydı.
Osmanlıda bu durum ne devlet geleneğinde, ne toplumu inşa eden fıkhi gelenekte, ne örf ve ananede karşılığı olmayan yeni bir kurguydu. Yeni meclis mebusanda, dinin vela, bera, velayet, kâfirlerle dostluk, kâfirlerin devletin hangi kurumlarında nasıl görev yapabileceği gibi dine dayalı hiçbir endişe yer almamaktaydı. Zira 17 Aralık 1908 tarihinde açılan Meclis-i Mebusan’da Müslüman vekillerin dışında, Ermeni, Rum vekiller bulunmakta, yasama organı olan mecliste söz sahibi durumundadırlar.
17 Aralık 1908 – 18 Ocak 1912 arası faaliyette olan parlamentoda birçok gayrimüslim mebus olarak bulunmaktadır.
Bunlardan bazıları Kozan mebusu Hamparsum Boyacıyan, İzmir mebusu Aristidi Paşa, Emanüel Emanüelidi, İstepan Efendi, Nesim Mazliyah Efendi, Pavli Karolidi Efendi, Bağdat mebusu Sason Efendi, Muş mebusu Kigam Efendi, Limni (Ege’de Yunan adası) mebusu Mihalaki Efendi, Midilli mebusu Panayot Bostani Efendi, Mihalaki Salta Efendi, Rodos mebusu Teodor Konstantinldi Efendi, Gelibolu mebusu Dr. İstefani Narlı Efendi, Tekirdağ mebusları Agop Babikyan Efendi ve Agop Boyacıyan Efendi, Erzurum mebusu Varteks Efendi, Halep mebusu Artin Boşgezenyan Efendi, İstanbul mebusları Halaçyan Efendi, Alber Feraci Efendi, Konstantin Konstanidi Efendi, Pandelâki Kozmidi Efendi, Kirkor Zöhrap Efendi, Niğde mebusu Yorgaki Efendi, Piriştine mebusu Sava Stepanoviç Efendi, Üsküp mebusları Aleksandır Parliç Efendi ve Pavlof Efendi, Manastır mebusları Dr. Dimitroviç Efendi, Pançedoref Efendi, Trayan Nali Efendi, Serfiçe (Yunanistan bölgesinde) mebusları Koço Drizi Efendi, Haris Vamvaka Efendi, Yorgi Boşo Efendi, Selanik mebusları Yorgaki Artas Efendi, Emanüel Karasu Efendi, Yorgi Honeos Efendi, Dimitri Vlahof Efendi, Siroz mebusları Hristo Dalçef Efendi, Dimitri Dinga Efendi, Trabzon mebusu Matyo Kofıdi Efendi, Van mebusu Vahan Papasyan Efendi, Ergiri mebusu Mamopulo Efendi, Yanya (Yunanistan bölgesi) mebusları Dimitraki Kingos Efendi, Konstantin Surla Efendi, Çatalca Sancağı mebusu Dimitri Zafiropulos Efendi, İzmit Sancağı mebusu Anastas Efendi, Karesi Sancağı mebusu Konstantin Savapulos Efendi. (1)
“Millet-i Hakime” olan parlamentonun toplamı içerisinde bulunan kafir mebuslar, dönemin meclis-i mebusan zabıtlarına bakıldığında çok aktif bir rol oynamakta oldukları görülmektedir. Böyle bir idari yapı, ne devletin geleneksel yapısında ne de toplumun idare algısında mevcut değildir. Dolayısıyla söz sahibi olmaları, yasamada bulunmaları, müslim – gayrimüslim ilişkilerinin yüzyıllardır zihinlerde kabul gördüğü ilişkileri de dumura uğratmıştır. Tabi bu yapı içerisinde aynı zamanda dönemin ulema kısmının hemen hemen hepsine yakını da ya mebus olarak ya da ayan olarak yerlerini almıştır. Parlamento yapısı ilginç bileşenleriyle modern bir görünüm olarak Avrupalı şeklini almıştır. Artık söz parlamentonundur, zira parlamentoda bulunan mebuslar milletin temsilcileridir, milleti temsil ettiklerinden dolayı hiyerarşik yapıda en üst yerde konumlanmıştır. Gerektiğinde herkes gelip bu millet-i hakimeye hesap verecektir.
Dönemin ulema kesimi Abdülhamit’e karşı II. Meşrutiyetle birlikte İttihatçıların safında yer aldığından artık, muhalefeti kurup örgütleyecek ve yönetecek olma sıfatını kaybetmiştir. Kadim dünya tarihinde iktidarların her zaman kendilerinden çekindiği ulema, Meşrutiyetle birlikte edilgen duruma düşmüş, kurup yöneten olmaktan, buyrulan, yönetilen sınıfına dahil hale gelmiştir. Bu iddia en azından Meşrutiyetin ilanı ile birlikte ilk yıllara bakıldığında doğruluğunu teyit edecektir. Daha sonra hata yaptıklarının farkına varan bu sınıf muhalefette yerini alacak, lakin imkânsız olanın telafisi mümkün olmayacaktır.
O dönemde Millet-i Hakime, ilerleyen süreçte ‘milli egemenlik’in karşılığı olan parlamento iş başındadır ve herkesten hesap sorabileceğini buyurgan yapısıyla göstermek istemektedir. Dönemin hemen hemen bütün ilmiye sınıfını parlamentoya ya mebus ya da ayan olarak dahil eden yeni düzen, herkesi aynı çatı altında toplamayı başarmıştır. Fakat yeni düzenin hiyerarşik yapısının üstünde olan biri vardır, o da şeyhülislamdır. Şeyhülislam her ne kadar meclisi mebusanın açılışına padişahla birlikte icabet etmiş olsa bile, gerek dönem itibarıyla hukuki yapısı, gerek şer’i durumu gerekse halkın nazarında örfi durumu, şeyhülislamı parlamentonun üstünde göstermektedir. Parlamentonun açılışına Padişahla birlikte katılan şeyhülislam, padişahın açılış nutkunun okunmasına rağmen hiç konuşmamıştır. (2)
Şeyhülislamın parlamentoya karşı tavrı soğuktur. Ümmetin halifesi sıfatıyla padişah bile sadrazamla birlikte meclis açılışına katılmış, mecliste açılış nutku okunmuştur. Halifenin dahi açılışını yapıp nutkunun irad edildiği parlamentoda Şeyhülislam herhangi bir açıklama yapmamıştır. (aynı zabıt) Parlamentonun açılış tarihinde şeyhülislam Cemaleddin Efendidir (1848-1919). Ümmetin halifesi olan padişahın dahi gelip nutuk irad edip yeni düzenden memnuniyetini bildirdiği parlamentoda, şeyhülislamda memnuniyetini bildirmelidir. Değil mi ki millet-i hakime olan meclisi mebusan devletin en üst yapısıdır. Öyleyse herkes buranın saygınlığını kabul edecek, herkes buraya itaat edecektir.
Dönem olarak ne şer’i ne hukuki ne de örfi anlamda Şeyhülislamı parlamentoya getirmenin meşruiyetini sağlayacak herhangi bir durum da yoktur. Bir sebep bulunup şeyhülislam meclisi mebusana getirilmelidir. Bunun en meşru yolu ise, Şeyhülislamı zorlamayla getirmekten öte, bir hesap sorma babından meclise davet edilmesidir. 17 Aralık 1908’de açılan parlamento, 9 Şubat 1909 tarihli yirmi beşinci birleşiminde konuyu gündeme getirir. Akkâ Mebusu Sait Efendi kadıların ve müftülerin nasıl seçildiklerine dair bilgi vermesi için Şeyhülislam’ın parlamentoya davet edilmesini teklif eder. (3) Akka mebusu Said Efendi meclis başkanlığına uzunca bir gerekçe sunarak, “Şeyhülislâm Hazretlerine Meclise gelmek üzere bir gün tayini zımnında işbu takririm takdimine mübaderet kılındı” diyerek, acilen Şeyhülislam Efendinin meclise gelip izahatta bulunması gerektiğini söyler. Said Efendinin bu girişimi yeterli elin kalkmamasından dolayı meclis tarafından kabul edilmez. (4)
11 Şubat 1909 tarihinde meclisi mebusanın 26. birleşiminde bu kez Konya Mebusu Vehbi Efendi ve arkadaşları “kadı tayinlerinde gerekli vasıflara riayet edilmemesine, hakimlerin suiistimal edilmesine, şeri mahkemelerin durumları, meşihat makamındaki bazı durumlar hakkında meclise izahta bulunması için Şeyhülislam Efendinin davet edilmesine” diye meclis başkanlığına bir önerge verir. (5) Mehmed Vehbi Efendi ulema kısmından olup Konya mebusu olarak meclise girmiştir. 1911-1915 yılları arasında “Hülasatül Beyan Fi Tefsirel Kur’an” tefsirini yazmıştır. (6) Müfessir sıfatı olduğu gibi fıkıh geleneğinin içinden gelen biridir ve Şeyhülislamın meclise gelip hesap vermesini istemektedir.
Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları Şeyhülislamın meclise gelmesini gerektirecek uzun bir zaruret listesi beyan ederek sonunda; “Şeyhülislâm Efendiden istizah etmek derece-i vüeuba gelmiş olduğundan, bu bapta Heyeti Muhteremenin basireti kâmile ile maksadı izah ve istizahı nazarı dikkate almalarını istirham eyleriz” diyerek beyanını sonlandırır. (7) İstanbul mebusu Mustafa Asım Efendi önergenin kabul edilmesine dair bir şeyler söylemek istediğini belirtir. Bu arada söze Tokat mebusu İsmail Paşa girer. İsmail Paşa, böyle bir gerekçenin Şeyhülislamı çağırmak için uygun olmayacağını, gereksiz olduğunu söyleyerek, “Efendiler, her şeye el vurmayalım, biz mebusuz çoluk çocuk değiliz. Şeyhülislam hazretleri izahat istenen hususlar hakkında gerekli izahatı Babıali’ye yapmıştır. Şeyhülislam hazretlerini meclise davet uygun değildir, çünkü gerekli izahlar yapılmıştır” (8) der. İsmail Paşanın beyanından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam sorumlu olduğu halifeye, konu ile ilgili izahta bulunmuştur, lakin parlamento bunu yeterli görmediğinden olsa gerek, şeyhülislamın gelmesinde ısrarcıdır.
İsmail Paşa’nın sözünü keserek araya giren Manastır mebusu Pançedoref Efendi Paşaya hitaben, “vekil misiniz?” diyerek müdahale eder. İsmail Paşa söz devam ederek, “insaf edelim insaf, makamı düşünelim” diyerek sözünü bitirir. (aynı zabıt) İsmail Paşa makam-ı meşihatı dokunulmaz olarak görmekte ve öyle kalmasını istemektedir. Meclis Reisi Ahmed Rıza kabul edenlerin ellerini kaldırmalarını ister ve bu kez Şeyhülislamın meclise gelmesi için davet edilmesi kabul edilir. Şeyhülislam gelip meclisi mebusana hesap vermelidir. Aslında mesele Şeyhülislamın meclise hesap verme meselesi değildir, asıl mesele itaati sağlama meselesidir. Bu tartışmalar yapılırken, Mustafa Sabri Efendi ve Elmalılı Hamdi Efendi de meclisi mebusandandır ve tartışmalara şahittir.
Meclisi Mebusanın açılışından sonra Kamil Paşa (1832-1913) tarafından 7 Ağustos 1908 tarihinde kurulan hükümet dağılır ve 13 Şubat 1909 tarihinde Hüseyin Hilmi Paşa tarafından yeni hükümet kurulur. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa Hükümetinde şeyhülislam Ziyaeddin Efendidir (1847-1918). 13 Şubat 1909 da kurulan hükümet programının okunması için 4 Şubat 1324-17 Şubat 1909 tarihinde parlamento otuzuncu birleşiminde toplanır. Hükümet programının okunmasında dönemin şeyhülislamı Ziyaeddin Efendi de meclisi mebusana gelir. Bu olay tartışmaları da beraberinde getirir. Asıl tartışmaları ateşleyen sebeplerin başında ise şeyhülislamın meclise gelmesi olduğu kadar, Hilmi Paşa’nın hükümet programında, hükümet olarak yapmak istediklerini zikretmesidir.
Hüseyin Hilmi Paşa mecliste hükümet programını okurken:
“Dahili işlerimizden yapacaklarımız için öncelikle kurumların idaresinde meşrutiyete ve esas olarak ilerleme yolunda yeni kurulan heyetin ihtiyaçlarına uygun olarak gerekli dönüşümleri sağlamaya çalışmak olacaktır. Sizlere sunacağımız kanun ve nizamların hakikaten bu düşünceye uygun olması için, diğer memleketlerin kanunlarını da detaylı olarak tetkik ederek, bunlardan lazım olanların yasalaştırılmasında kusur etmeyeceğiz. Avrupa devletlerinden bazılarının gelmiş olduğu mükemmel siyasete ulaşmaktan evvel, ilerleme yolunda kat edeceğimiz merhaleler olduğundan dolayı, her millete kendi istediğine göre işe başlayarak, kanunların ve nizamın bu hal üzere yapılmasına çalışmak olacaktır.” (9) der sözlerine devam ederek programını izah eder.
Meclis reisi Ahmed Rıza Efendi program okunmasının ardından kabul edenlerin ellerini kaldırmalarını isterken, söze İstanbul Mebusu Mustafa Asım Efendi müdahil olur. Reis engellemeye çalışsa da Mustafa Efendi itirazını dile getirir.
“Programda yasama hususunda açıklama yaparken dediler ki, bütün yabancı memleketlerde gerekli olan her türlü kanuni meseleleri araştıracağız. Bu konuda yeterliliği dünyaca takdir edilmiş olan ahkam-ı şeriyeden hiç bahsedilmedi. Ancak bu bahis herkesin aklında zaten böyle olduğu bilindiği için söylemek lüzumu hissedilmemiş olabilir. Yani herkes bilir ki Devlet-i Osmaniye’nin esas kanunları, Fıkıh merkezlidir. Bunda bulamadığımız çözümleri, zamana uygun kararlara tesadüf edemediğimiz taktirde başka yasalara, kanunlara ihtiyacımız olduğunda, yabancıların yasalarını tetkik edeceğimizi kastediyorsa, bunu Sadrazam Paşa Hazretlerinin ağzından duymak isteriz.” (10)
Mustafa Asım Efendinin bu müdahalesine Hüseyin Hilmi Paşa, sözlerinin yanlış anlaşıldığını belirtmek için söz alır ve asıl kastettiğinin de Mustafa Efendinin söylediğinin olduğunu ifade eder. Bu tartışmaların yaşandığı sırada mecliste şeyhülislam Ziyaeddin Efendi de bulunmaktadır. Mustafa Asım Efendinin müdahale ettiği programa şeyhülislam sessiz kalmıştır.
Meclisi mebusandaki tartışmalar ve şeyhülislamın mecliste bulunması kamuoyuna da yansır. Şeyhülislamın meclise gitmesine “Şeyhülislam Meclise gelmeli mi, gelmemeli mi?” gibi tartışmalar başlar. İlk dönemlerinde İttihat ve Terakki yanlısı olan fakat Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki’ye karşı sert muhalefet getiren Mizan Gazetesinde, (11) gazete sahibi Murat Bey, “Şeyhülislam ve Meclis-i Mebusan” başlıklı bir makale kaleme alır. Murat Bey Şeyhülislamın meclise gitmesini uygun görmez.
Murat Bey söz konusu makalesinde şöyle demektedir:
“… Şeyhislâm Efendi Meclisi Mebusan’a gitmeli mi, yoksa gitmemeli mi? Yahut Şeyhülislâm Efendi kabine azasından bir rüknü mesul müdür değil midir?
Şu mesele zihinleri epeyce işgal etmektedir. Bu baptaki fikrimizi halisane izah edelim: Teşkilâtı adliyemizden önceden beri mahkemeler meşihata bağlı idi. Bugün o hal baki olmuş olsa Şeyhülislamı kabine erkânından saymak için tereddüde mahal olamazdı. Çünkü bir hükümeti medeniyenin üç kuvayi esasiyesinden birini teşkil eden bir idarenin, hem de ahali ile en ziyade temasta bulunan bir idarenin, milletin teftişi haricinde bırakılması Meşrutiyet ile tevfik edilemez. Bugün bir Teşkilâtı Adliyemiz var. Mahakim mesul olan Adliye Nazırına tâbidir. Lâkin tamamen değildir. Çünkü meşihattan nasp ve tayin olunan hükkâmı şeri, Mahakimi Adliyeye de riyaset ediyorlar. Hiçbir yerde mevcut olmayan bu hal dahi müvakkat bir şey olsa gerektir. Aksi halde mahakimde ittirat temin edilemez.
Muvakkat olan şu halden dolayı Şeyhülislâm Efendi dahi Adliye Nazırı gibi Millet Meclisi önünde mesul olup hini davette icabet ile Meclisi Mebusana gitmeli mi, gitmemeli mi? Bize kalırsa gitmemelidir. Çünkü bizce Şeyhülislâm mesul olan kabineye adî vekili devlet sıfatıyla dahil değildir. İptidayi emirde Sadrâzam ve Şeyhülislâmın intihabı ve tâyini Padişahın hukuku cümlesindendir. Dünyanın her tarafında meşrûtî bir hükümdar kabine teşkil etmek üzere yalnız birini intihap eder. Bizde iki olmasına başka sebep aramalıdır.
Sebep meydandadır: Şeyhülislâm vükelâyi devletten değildir. Halife vekili, şeriat memurudur. Şeyhülislâm meclisi hasda hazır bulunur; derdesti müzakere olan işler hakkında ciheti şer’iye itibariyle rey verir. Kabinenin sair harekâtından münasebatta müştereken mesul değildir. Müştereken mesul olamayınca Meclisi Mebusan ile teması resmide de bulunamaz. Denilirse ki Şeyhülislâm yalnız şeriat noktai nazarından meclisi hasda rey vermekle iktifa etmez, koca bir daire-i idarenin reisidir, o riyaset hakikaten meclisin kontrolü altına girmelidir. Biz o fikirde değiliz. Çünkü Şeyhülislâm, cemaati îslâmiyenin reisidir. Sair cemaat rüesasının maiyetlerindeki idareden fazla bir şey varsa, yani idare-i hükümete umuru mezhebiyeden gayri suretle müdahalesi görülürse, işte o müdahalesi tabiî bir şey değildir. Muvakkattir, bir gün evvel her şeyin mihveri matlûba ircaı lâzımdır. O vakta kadar meşihat umuruna ait olan istizahlar ya sadarete, yahut mezahip müdüriyetine tevcih olunmalıdır. Hasılı Şeyhülislâm Efendinin istizaha cevap vermek üzere Meclisi Mebusan’a gitmesine taraftar değiliz.” (12)
Murat Bey, yeni düzenin asıl niyetini açık etmektedir, o da şeyhülislamlık makamının meclisin kontrolü altına girmesidir. Zira millet-i hakime, her şeye hakim olmak istemektedir. Murad Bey özetle, Şeyhülislamın konumunun farklı olduğunu ve meclis-i mebusana gitmemesi gerektiğini, zira Şeyhülislam’ın statü olarak meclisin üstünde olduğunu dile getirmektedir. Murad Bey aslında dikkat çekici bir noktaya işaret ederek, “Şeyhülislâm, cemaati îslâmiyenin reisidir” der. Murad bey ileri sürdüğü bu düşüncesinde, İslam Fıkıh geleneğinden farklı bir gerekçe öne sürse de haklıdır. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, Meşrutiyetin ilanıyla birlikte Meclis-i Mebusana Ermeni, Yahudi, Hristiyan vekiller girmiş ve mecliste sayıları az da olsa söz sahibi konuma gelmiş olmalarıdır. Bunun ötesinde Ermeni, Yahudi, Hristiyan olmasa da, bunlara hayranlık duyan vekiller ağırlıktadır. “Cemaati îslâmiyenin reisi” olan Şeyhülislam, meclise hesap vermeye geldiğinde, bu gayrimüslimlere de hesap verecek, onların baskısıyla karşılaşacaktır.
Tartışmaya müdahil olan diğer bir isim Derviş Vahdeti olur. Vahdeti şeyhülislamın meclise gitmesini iki yönden eleştirir. Birincisi bulunduğu makam itibarıyla yerinin meclis olmadığı yönünden, diğeri Hüseyin Hilmi Paşa’nın hükümet programına sessiz kalmasından dolayı sert eleştirilerde bulunur.
“Herkesin bildiği gibi, Şeyhülislamlık makamına tasarruf ve bu makama getirilme hakkı sadece halifeye aittir. Makamın ismi de şeyhülislamlıktır. Derece olarak Sadrazamla aynı derecededir. Manevi olarak da İslam aleminin müftüsü, temsilcisidir.
Kendisinde olan bu kadar hakkı takdir edemeyip de Meclis-i Mebusana sadrazamla birlikte katılmak ve hükümetin programına itiraz etmemek, hem bulunduğu makamın kıymetini bilmemek, hem de şer-i şerife karşı tavizkar davranmaktır.
“Bulunduğu makamın kadrini bilmemektir çünkü sizi tayin eden Hilafet makamı olduğu halde, Meclisin de güvenini kazanmak istediğiniz anlaşılıyor ki, orada bulunuyorsunuz. Bundan başka şer-i şerife karşı tavizkar davranıyorsunuz ki, sadrazamın hükümet programında açıkça zikrettiği, ‘Tanzim edeceğimiz kanunlar ve nizamlar için yabancı milletlerin kanunlarını da inceleyeceğiz, bunlardan lazım geleni de alacağız’ dediği halde itiraz etmediğiniz anlaşılıyor. Bereket versin ki mecliste bulunan mebus Mustafa Efendi, ‘Osmanlı Memleketinin kanunları şer-i şeriftir, bunda bulunmayan kanunlar olursa o zaman başka yerden alacağız’ demiştir de, kabinenin ve milletvekillerin huzurunda bu ifadelerin tekrar edilmesini sağlamıştır.” (13)
Dikkat edilirse Vahdeti’nin ifadelerinden mecliste ne olursa dışarının haberinin olduğu anlaşılmaktadır. Meclis zabıtlarında kaydedilenler birebir Vahdeti’nin satırlarında yerini bulur. Vahdeti “gerekirse başka milletlerin kanunlarından da tercümeler yapacağız” diyen hükümeti de çok sert bir şekilde eleştirir. Böyle bir şeye İttihad-ı Muhammedi olarak müsaade etmeyeceklerini ifade eder. (14) Vahdeti, İslam hukukuna bütün dünyanın hayran olduğunu da sözlerine eklerken, ‘böyle bir kanunlar manzumesi dururken başka kanunlara ne hacet vardır’ der.
Derviş Vahdeti’nin makalesinden bir gün sonra 7 Şubat 1324-20 Şubat 1909 tarihinde meclisi mebusan 32. birleşiminde bir araya gelir. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları şeyhülislamı meclise getirmekte kararlıdır. Meclisin 26. oturumunda şeyhülislamın meclise gelip açıklama yapması için verdikleri önerge kabul olamamıştır. Aynı önergeyi tekrar meclis başkanlığına sunarlar. (15) Meclis başkanı Ahmed Rıza Efendi, Şeyhülislamlık makamından bir izah yazısını geldiğini ve gerekli açıklamaların yapıldığını ifade eder ve meclise bu cevapla yetinilip yetinilmeyeceğini sorar. Zabıtlarda adı zikredilmeyen bir mebus bunun kabul edilmeyeceğini ve gelip cevap vermesinin gerektiğini belirtir. (16)
Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey söz ister ve meclisin davet ettiği birisinin ya kendisinin gelmesi gerektiğini ya da makamından birini göndererek meclise izahatta bulunmasının zaruri olduğunu ve bundan sonra kâğıtla yapılan izahların kabul edilmemesi gerektiğini söyler. (aynı zabıt) Başkan bu talebin sahibi kimse bu isteği onun yapması gerektiğini ifade etse de, Yusuf Kemal Bey, “Rica ederim Reis Bey, Meclisin kararına itiraz ettiği için, hak hepimizindir. Yalnız onların değil. Umuma taalluk eder” (17) diyerek bir bakıma herkesi meclisin kutsiyetini takdire davet eder. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları kâğıtla yapılan izahı kabul etmezler ve şeyhülislamın meclise gelmesi için yeniden davet edilmesi kararlaştırılır.
Meclisin şeyhülislamı tekrar davet etme hamlesine karşı Derviş Vahdeti 24 Şubat 1909 tarihli volkan Gazetesinin 55. sayısında bu kez “Meclis-i Mebusan Riyaset-i Aliyyesine” diyerek bir makale kaleme alır. Daha önceki makalesinde şeyhülislama seslenen Vahdeti bu kez meclise söz söylemektedir.
“Meclisin makam-ı meşihata gönderdiği davette, şeyhülislamın meclise gelerek bir vekil gibi meclise izahatta bulunması lüzumunun kendilerine bildirilmiş olduğunu öğrendik.
Şeyhülislamın halife tarafından tayin olunması, bulunduğu makam itibarıyla meclise gelip izahatta bulunmasını olanaksız kılmaktadır.
Şeyhülislam, şeyhülislam olması hasebiyle mecliste bir vekil gibi bulunması, görüşülecek meselelerde Muhammedi şeriata muhalif bir şeyin meydana gelmemesi gerekmektedir. Kanun-i Esasiye gelince: Şeyhülislamın vükeladan sayılması zımnen anlaşılsa da, meşrutiyet usulü idare olunan memleketlerde hiçbir reis-i ruhani parlamentoya izahat için davet olunduğu yoktur. Bu sebepten meclisin şeyhülislamı davet etme hakkı olamayacağı gibi, vakıflar bakanından da hesap soramaz. Zira mecliste bulunan çeşitli milletlerden oluşan komisyonlar, Rum, Ermeni, Bulgar vatandaşlarımızın bizim vakıflarımıza karşı bir beyanda bulunmaları nasıl mümkün olabilir? Gerek vakıflarda görevli olanların, gerekse şeyhülislamlık makamında bulunanların sahip oldukları salahiyetleri suiistimal ederlerse, o makamların haysiyetlerini muhafaza etmezlerse İttihad-ı Muhammedi olarak bu gibi Hukuk-i İslamiyeyi aramak mecburiyetini hisseder. Binaenaleyh bu iki şıkkın meclis tarafından güzelce düşünülmesini ve bu gibi makamların şereflerine uygun bir karar vermelerini cemiyetimiz namına temenni ederiz.” (18)
Vahdeti şeyhülislamın davet edilmesinin yanlışlığına dikkat çekerken, bir başka hususa daha işaret etmektedir. O da Müslümanlara ait vakıflar üzerinde gayrimüslimlerin söz hakkının olmadığıdır. Mecliste oluşturulacak komisyonlarda vakıflarla ilgili olanlara Müslümanların haricindekilerin dahil edilmemesi gerektiğini söylemektedir. Derviş Vahdeti İttihad-ı Muhammedi Fırkasının kurucusudur ve gerektiğinde İttihad-ı Muhammedinin bu hukuksuzluğun peşine düşeceğini söylemekten çekinmez.
Derviş Vahdeti Volkan gazetesinin 25 Şubat 1909 tarihli 56. Sayısında meseleye yeniden değinir. “Şeyhülislam Efendi’nin Nazar-i Dikkatine” adlı bir makale kaleme alır. Bu kez makalesinde Servet-i Fünun ve Tan gazetelerinde yer alan haberlere binaen düşüncelerini paylaşır. Hüseyin Hilmi Paşanın kıraat olunan hükümet programında Osmanlı devletinin geçmişten bu yana tebligatlarında yer alan, “İnayet-i Bari ve Peygamber efendimiz” (19) cümlelerinin yer almamasıdır. Vahdeti makalesinde yeni idarenin eski istibdadın yerine bir başka istibdadı kurmak istediğini anlamış gibidir. Yapılmak istenenlerin zorlamayla, baskıyla gerçekleşemeyeceğini ifade eder.
“Bizde tesis edilmek istenen idare-i meşruta, dinden ayrı bir şekil almayacaktır. Aldırılmak istense bile bırakılmayacaktır.
Şimdi Hüseyin Hilmi Paşanın beyannamesinde iki büyük hata vardır ki: Birisi kanunlarımızı ‘milel-i muhtelife kanunlarının esasından alacağız’ demesi, biride bütün Avrupa devletlerinde bile cari olan usul-i diniye ki: Cenab-ı Hak’tan istibadad etmektir. Bu hususu katiyen nazar-ı dikkate almamasıdır.” (20)
Dipnotlar:
1- İhsan Güneş Türk Parlamento Tarihi cilt 2, sayfa 20 ve devamı
2- M.M.Z.C. 1. Birleşim 4 Kânunuevvel 1324 Perşembe, 17 Aralık 1908, 1. İçtima
3- M.M.Z.C. 25. Bileşim, 27 Kanunusani 1324, 9 Şubat 1909, 1. İçtima
4- Aynı zabıt
5- M.M.Z.C. 26. Birleşim 29 Kanunusani 1324, 11 Şubat 1909, 1. İçtima
6- Remzi Ateşyürek Mehmed Vehbi Efendi DİA cilt 28. Sayfa 540
7- aynı zabıt
8- aynı zabıt
9- M.M.Z.C. Otuzuncu Birleşim 4 Şubat 1324, 17 Şubat 1909, 1. İçtima
10- aynı zabıt
11- Abdullah Uçman Mizan DİA cilt: 30; sayfa: 213
12- Osman Nuri Ergin Maarif Tarihimiz cilt 5 sayfa 1669-70
13- Derviş Vahdeti Şeyhülislam Hazretlerine, Volkan, sayı 50, Tarih 19 Şubat 1909
14- aynı makale
15- M.M.Z. C. 32. Birleşim 7 Şubat 1324, 20 Şubat 1909, 1. İçtima
16- aynı zabıt
17- aynı zabıt
18- Derviş Vahdeti “Meclis-i Mebusan Riyaset-i Aliyyesine Volkan sayı 55, sayfa Tarih 24 Şubat 1909
19- Derviş Vahdeti Şeyhülislam Efendi’nin Nazar-i Dikkatine, Volkan sayı 56, sayfa 1, tarih25 Şubat 1909
20- aynı makale
(Bu yazı dizisi 4 bölümden oluşmaktadır)