Bir toplum içinde bireylerin yapmış olduğu salih ameller o toplum tarafından çok fazla görülmez. Aynı şeyi işlenen kötü ameller için söylemek çok zordur. Bir insan düşünün: Bu kişi komşu haklarını bilen, akrabalık bağını gözeten, yalan söylemeyen vb. gibi vasıflara sahip. Bu insanın yapacağı bir hata önceden yaptığı ve sonradan yapacağı salih amelleri toplum nezdinde silip süpürebilir. O insan iyi insan olma vasfını kaybedebilir. Yani bir toplumda bireylerin güvenini kazanmak zor bir durum olup, topluma verilen güven çok kolay kaybedilebilir. Hz. Muhammed(sav) bu sosyolojik duruma rağmen yaşamış olduğu topluma güven vermiş, bu durumu ömrü boyunca devam ettirmiştir. Peygamberin risalet öncesi dahi bu eminliği onun ne denli bir ahlaka sahip olduğunu bize gösteriyor.
Toplum tarafından sevilen, sayılan, değer verilen, güvenilen bir insanın daha sonradan nefret edilen, yerilen, dışlanan, yalancılıkla suçlanan bir konuma düşürülmesi nasıl açıklanabilir? Bu durumda akla gelecek ilk şey, o insanın daha önceden yapmış olduğu erdemli davranışları terk etmesi, daha önceden sahip olduğu ahlaktan yoksun kalması vb. gibi şeyler olacaktır. Risalet ile birlikte Peygamberin şahsına çirkin misyonlar yüklenmiş övülen bir insan iken yerilen bir insan konumuna düşürülmüştür. Acaba, peygamber risaletle birlikte bu konuma düşürülürken doğru sözlü olmaktan, adil olmaktan taviz mi verdi? Ya da sıla-i rahmi mi kesti, yaptığı iyilikleri başa mı kaktı, misafire ikramı mı kesti, aciz ve garipleri görmezdin mi geldi? Vs. Bu sorulara Hz. Muhammed’i az çok tanıyan herkesin vereceği cevap kocaman bir ’’hayır’’ olacaktır. Kaynaklar bize Peygamberin sahip olduğu güzel ahlaktan hiçbir zaman yoksun kalmadığını hatta risalet ile birlikte bu güzel ahlakı kat ve kat arttırdığını söylüyor. Peygamberin güzel ahlakı risalet ile birlikte öncekine nazaran daha fazla anlam kazanıyor.
Hz. Muhammed’in risalet öncesi nasıl bir ahlaka sahip olduğuna kısa da olsa değinecek olursak şunları söyleyebiliriz: Kendisine risalet geldiğinde bu durumu Mekke toplumuna duyurmak için Mekkelileri Safa Tepesi’nin etrafına toplar ve şöyle seslenir: ‘’Şu dağın ardında size saldırmak üzere tetikte bekleyen bir süvari birliği olduğunu söylesem, sözlerime inanır mısınız?’’ demişti. Onlar: ‘’Evet’’ demişlerdi. Peygamber inanılması güç bir durumdan bahsetmesine rağmen Mekke toplumunun bu konuda peygambere inanması onun risalet öncesi ne kadar doğru sözlü olduğunu bize gösteriyor. İlk gelen vahiy ve vahiyle birlikte gördükleri şeyden insan olması sebebiyle korkan ve yüreği titreyen peygamberi Hatice Annemiz teskin ederken ona: ‘’Allah seni asla zor duruma düşürüp hüsrana uğratmaz. Çünkü sen sıla-i rahmi gözetir, aciz ve gariplerin derdiyle dertlenerek yüklerini yüklenirsin; yoksullara kol kanat gerer, misafirlere ikramda bulunursun.’’ demiştir. Peygamberin bu vasıfları onun risalet öncesi dahi yüce bir ahlaka sahip olduğunu bize kanıtlıyor. Yine Kâbe’nin inşasında Haceru-l Esved’in taşınması sırasında kabileler anlaşmazlığa düşmüş ve bir sonuca varılamamıştır. Kabe’ye girecek ilk kişiyi hakem yapma kararı almışlar ve Kabe’ye ilk giren kişi Hz. Muhammed olmuştur. Onu görünce gergin ortam yumuşamış, kalpler ferahlamıştır. Çünkü o, adil ve doğru sözlü bir insandı. Vereceği karar ile bütün kabileleri tatmin edecek bir kişiliğe sahipti. Peygamber beklentileri boşa çıkarmamış adil ve takdire şayan bir şekilde kabilelere yol göstermiş ve Haceru-l Esved olması gereken yere taşınmıştır. Ona Muhammedu-l Emin (Güvenilir Muhammed) lakabını veren yine Mekke toplumuydu. Bu lakabın ona verilmesi yine onun risalet öncesi nasıl bir ahlaka sahip olduğunu özetlemektedir.
‘’İnsan başıboş bırakılacağını ve dilediği gibi hareket edeceğini mi sanıyor?’’(Kıyamet-36) ayeti Allah’ın kulları yarattıktan sonra onları kendi haline bırakmadığını, yapılan şeylerden haberdar olduğunu yani kitap ve elçi göndererek insanlığa bazı sorumluluklar yükleyip, imtihan ettiğini bize gösteriyor. Bazen insanoğlu şeytanın vesvesesiyle heva ve hevesinin göstermiş olduğu batıl istikamete doğru yol alır ve sorumluluğunu görmezden gelir. Birilerinin çıkıp bu tip insanlara sorumluluklarını hatırlatması o insanları derinden sarsar. Bunun sonucu olarak bu davetten ya kaçılır (gözler kör olur, kulaklar işitmez olur) ya da bu davet yok edilmeye çalışılır. Buradaki amaç bütün bedeni kuşatmış olan isyanı ve zulmü ya unutmak ya da meşrulaştırıp vicdanı rahatlatmaktır. Vicdan rahat olmadan insanoğlu yaşayamaz, hayata tutunamaz. Bu durumda ya yanlışlardan vazgeçilip doğruya yönelinir ya da yapılan çirkin işler meşrulaştırılmaya çalışılır. İnsanoğlu genelde yanlışlardan vazgeçmek yerine yanlışları meşrulaştırma yolunu tercih etmiştir.
‘’Ey bürünüp, örtünen! Kalk ve uyar.’’(Müdessir-1, 2) ayetiyle peygamberin güzel ahlakı farklı bir boyut kazanmaya başlıyor. Bundan sonra sahip olduğu güzel ahlakı kendisiyle sınırlı olmayacak, bu ahlakın topluma hakim olması için mücadele edecekti. Yani ferdi olan bu güzel ahlak toplumsal ahlaka dönüşmeliydi. Bu emri yerine getirmek için yaşamış olduğu topluma sorumluluklarını hatırlatacak, toplumu uyarıp, korkutacaktı. Bunun sonucu olarak diğer peygamberlerin başına gelen Hz Muhammed’in de başına gelecek; iftiraya maruz kalacak, dışlanacak, vatanından uzaklaştırılacak, ölümle tehdit edilecekti.
Beşir b. Hasasiye anlatıyor: Ben biat yapmak üzere Allah Resülü’ne gittim ve neyin üzerine benden biat alacaksın diye sordum. O da elini uzatarak Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek ve Allah yolunda mücadele etmek üzere senden biat alacağım buyurdu… (Ahmet b. Hanbel, Taberani) Bu rivayet, ferdi olarak Allah’ı birleme onun elçisine iman etme, namaz, zekat, oruç, hac gibi ibadetleri ifa etmek peygamberin kendisine yapacağımız biati kabul etmeyeceğini gösteriyor. Peygamberin bizden istemiş olduğu yukarıda saymış olduğumuz ibadetleri hem yapmak hem de insanlığın yapması için mücadele (cihad) etmektir. Aksi bir durum belki de yaşamış olduğumuz toplumu razı edecektir ama Allah’ı razı etmeyeceği kesindir. Allah bizden tevhid inancını, kıldığımız namazı, verdiğimiz zekatı v.s. ‘’Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.’’(Nahl-125) diyerek bütün insanlığa hakim kılmak için mücadeleye çağırıyor. Bütün konunun özeti mahiyetinde olan bir rivayet ile yazımı bitirmek istiyorum: Müslümanlar Mekke’de işkencelere maruz kalırken Hz. Ebubekir birtakım müslüman ile birlikte Habeşistan’a hicret için yola çıkmış el-Ğımad’a ulaştığında İbnu’d-Duğunne ile karşılaşmıştı. İbnu’d-Duğunne Hz. Ebubekir’i himayesi altına almak istemiş Hz. Ebubekir bu teklifi kabul etmişti. Birlikte Mekke’ye geri dönmüşler ve İbnu’d- Duğunne Mekkelilere Ebubekir’i himayesi altına aldığını duyurmuştu. Kureyşliler bu durumu kabul etmek için İbnu’d-Duğunne’ye birkaç meselede şart koşmuşlardır. Kureyşliler: ‘’Ebubekir’e emret, Rabbine evinde ibadet etsin, orada namaz kılsın ve dilediği kadar dilediğini okusun. Fakat ne bununla bize rahatsızlık versin ne de bunu açıktan açığa yapsın. Çünkü biz, kadınlarımız ve çocuklarımızın aklını çelmesinden korkuyoruz.’’demişlerdi. (Ebubekirler kimsenin etine buduna karışmadığı müddetçe toplum nezdinde iyi insanlar olabileceklerdi. Aksi bir durum Ebubekirleri yerinden, yurdundan hatta canından bile edebilirdi.) İbnu’d-Duğunne de bunu Hz. Ebubekir’e aynen söylemiştir… Vesselam.