Saçlarını avuç içiyle topladı. Sınıfı ortaladı. Tek eliyle gözlüğünü çıkardı ve usulca bir masaya yaslandı. Ciddi bir konuşma yapacağı zaman hep böyle davranırdı.
-Arkadaşlar, çağdaş yaşamda masallara, efsanelere yer yoktur. Modern yaşam, somut düşünür ve kesin sonuçlara dayanır. Onun için konuşurken, düşünürken bilimsel olun. Kulaktan dolma bilgiler ve kültürel alışkanlıklar, modern dünyada veri olmaktan çok uzaktır. Neyse, konumuza dönelim, yaşamda asıl olan, hazzın devamlılığıdır. İnsanlar hazlarını tatmin etmek için yaşarlar. Bu gerçekten kaçmak mümkün değildir. Haz, ihtiyaç duyduğumuz yaşamsal gıdanın ta kendisidir.
Bayan hocanın sözleri henüz bitmişti ki hemen bir itiraz geldi. Ön sıralarda oturan Fatih ismindeki öğrenciydi söz isteyen.
-“hocam, yaşamda asıl olan haz duymaktır dediniz.”
-“evet”
-“Zevkleri için yaşayan insan tabiri çok çirkin bence. Bu sözleri duymak bile beni rahatsız ediyor ”
-“bak, işte şimdi bile haz arayışındasın. Seni rahatsız eden, kendini kötü hissetmene sebep olan sözlerimi değiştirmemi bekliyorsun. Sözlerinle üstün gelip zevk duyacaksın. Sen de hazcısın.”
-“ama…”
Fatih sadece ama diyebilmişti. Bayan hocanın tebessümü altında ezilmişti adeta. Hiç beklemediği bir cevapla itiraz ettiği şeyle itham edilmişti. Önce duraksadı sonra da sözü tekrar aldı. Bu kadar çabuk yenilgiyi kabul etmek doğru olmazdı.
-“ama hocam, sözlerinize katılmadığımın nedeni; iddianızı yanlış bulmamdır. İnsanın basit bir zevk küpü olarak tanımlanmasına katılmıyorum. Bu nedenle hazzımın sesine değil aklımın sesine kulak veriyorum.”
Bu sözler, fısıltıların dolaştığı sınıftan küçük bir alkış toplamıştı. Hoca bozulmuşa hiç benzemiyordu. Rahat tavırları vardı. Belli ki kendisine güveniyordu. Fatih’in sözlerini alaycı bir edayla cevapladı..
-“aklının sesi hangi çağa ışık tutuyor Fatih. Karşı söylemin nedir? Terk ettiğin hangi zevkin var?”
Sınıfta bu defa gülüşmeler vardı. Fatih, iyi bir örnekle sıyrılabilirdi bu zor durumdan.
-“Hocam, mesela; sıcak yaz gününde son paramla bir dondurma almak varken, o parayı dilenciye vermeyi konuşalım. Dondurmayı yemek yerine, o zavallının ihtiyacını görecek parayı vermek yapabildiğim bir şeydir. Sizin düşüncenize göre; hazzımın sesini dinleyip o parayı dilenciye vermemeliyim. Dondurma alıp yemeliyim. Hazzı burada yenerek insani bir sorumluluğumu yerine getirmiş olmaz mıyım?”
“-Yine hazzın yönlendiriyor aslında. Dondurmadan daha fazla zevk aldın o parayı dilenciye vermekle. Çünkü o zavallıyı gördüğünde içinde oluşan acıma duygusu yenmek ve daha önceki öğrendiğin “sevaptır” mantığı seni; sahip olduğun bozuk parayı dilenciye vererek mutlu olacağın inancına götürdü. Gördün mü?”
“-Peki hocam, sevap mantığında yaptığımda somut bir şey elime geçmez. Eğer dondurma almış olsaydım zevkimi tatmin etmiş olacaktım.”
“-Kutsal dinlerde bile, ruhun huzuru bir çeşit hazdır. Cennet beklentisi de bir haz arayışıdır. Üstelik dünyadaki haz arayışında sınırlar varken; cennette haz noktaları sınırsızdır. Hazzın kendisinden ziyade beklentisi insanı mutlu eder. Onun için cahil kimseler ya da dindarlar daha mutludur. Somut değil soyut bir haz umarlar. Ölünceye kadar var olan cennet beklentisi, onlar için bitmeyen mutluluk kaynağıdır. Yoksa tarlada, güneş altında elinde çapayla çalışan kadın neden şikâyet etmesin. Eline geçen bir kuru ekmeğe şükreden amele neden razı olmasın. Ancak bu şekilde açıklayabiliriz bütün bunları. Hazlarına sınır konulan ve bundan haberi olmayan halk mutlu olduğunu sanır ve başka haz arayışlarına girer. Bu bir kandırmacadır.”
Ders yoğun tartışmalarla geçiyordu. Hoca, iddialarından emindi. Verdiği örneklerle, çiftçinin tırpanla yonca biçtiği gibi itirazların önünü kesiyordu. Sınıf üç gruba ayrılmıştı; hocayla bir düşünenler, hocanın fikrine kayıtsız kalanlar ve ısrarla itiraz edenler.
Bayan hocanın ismi Sevgi idi. Sevgi hoca, orta yaşlarda bir bekârdı. Yalnız yaşıyordu. Hayatı okullarda ve yurtlarda geçmişti. Küçük yaşta ailesini kaybeden sevgi hoca, akrabaları tarafından devlet yurtlarına teslim edilmişti. Yetiştirme yurdundaki birçok öğrenci arkadaşının yapamadığını yapmış ve başarı basamaklarını hızla tırmanmıştı. Hırslı ve titizdi. Genç yaşta üniversite hocalığına başlamış ve akademik kariyerleri birer birer elde etmişti. Uzmanlığı ile ilgili alabileceği her eğitimi almış, birçok araştırma yapmış ve kendisini iyi yetiştirmişti.
Sınıfa bir sessizlik çökmüştü. İddialar öğrencilerin birçoğu için ciddi ve çok yeniydi. Daha önce ismi bile çirkin kabul edilen hazcılık herkesin üzerine yapışan bir itham olmuştu. Bu küçük düşürücü duyguya cevap bulunamıyordu. Bazı öğrenciler hazcılık fikrine alışıktı aslında. Ama hazcıyım diyen de olmamıştı doğrusu.
Sevgi hoca halinden memnun görünüyordu. Öğrencilerinin tabularını teker teker yıkıyordu. Yıllarca sınırlanan ve eski zamanlarda olduğu gibi fizikötesi şeylerle korkutulan bir nesli gerçeklerle yüzleştiriyordu.
Biliyordu ki herkes hazzı için yaşıyordu. Hatta buna ikna etmeye çalıştığı öğrencileri bile. İnsanların bir kısmı, (adlarını bilmeseler bile), hedonist olarak bedensel hazzı yaşarken bir kısmı da epikürist olarak ruh hazzını yaşıyordu.
Bir derste konuyu bu noktaya getirebilmek iyi bir başarıydı. İtirazlar azalmış kafalar karışmıştı. Herkes içinde olduğu durumu sorguluyor ve istemese de Sevgi hocaya hak veriyordu. Zira fikri bir cevapları kalmamıştı. Vicdanlarına da sorduklarında, onlara; “hazlarının peşinde koştuklarını” söylemişti. Öyleyse yaşamın bir gerçeğiydi bu. Demek ki yaşamaktan amaç haz arayışıydı.
Her şey bitmiş sayılırdı. Cevaplar tükenmiş, sinirler gerilmişti. Son bir çırpınış geldi kenar sıralardan.
“-Hocam, eğer dediğiniz gibi insan sadece hazzını tatmin etmek için yaşıyorsa..”
“-Evet, aynen öyle” dedi Sevgi hoca.
Sözlerin sahibi elif isminde bir arkadaştı. Sözlerin arkasını getiremeyecek diye korktuk. Sesi titriyordu. Zor da olsa itiraz etmeliydi. Sesini biraz daha yükselterek;
“-Peki bunun için mi yaratıldık? Bunun için mi”?
“-Yaratılmak mı? Sen hala Adem ile Havva’ya mı inanıyorsun? Hala cennet beklentisi? Hala geçmişin masalları..”
Küçümseyen alaycı bakış buz gibi esti sınıfta. Elifin dizleri kırıldı ve yavaşça sıraya oturdu.
Sınıf bir inkâra ve iddiaya yenilmişti. Memnuniyet havası bir kısım öğrencinin yüzünden okunuyordu. Ama çoğunluk mağlup olmuş askerler gibiydi; boyunları bükük ve ruhları teslim.
Ders zili çalmak üzereydi. Arkalardan önce bir el sonra da elin sahibi yükseldi. Herkes dikkat kesilmişti. Çünkü elin sahibi dilsiz dense yalan olmayacak bir öğrenciydi. Pek konuşmaz ve derslere çok katılmazdı. Şimdi ne diyebilirdi ki? Böyle bir konuda söyleyecek ne sözü olabilirdi?
Tek bir kelime bekliyordu herkes. Ne diyecekti tüm bu konuşulanlara.
“-Zil çalmak üzere, önümüzdeki derste bir şey sormak istiyorum hocam” dedi sakin bir edayla.
Sevgi hoca “olur” anlamında başını salladı. Belli ki o da şaşırmıştı sınıfın en sessiz öğrencisinin konuşmasına.
Zil çaldı. İlk ders bitmişti.
….
Ders arası beklenenden uzun sürmüştü. Heyecanlı bekleyiş zamanın akışını yavaşlatmıştı sanki. Öbek öbek gruplar olmuş ve tartışmanın kritiğini yapmışlardı.
“Sevgi hocaya katılmamak elde değil, her şeyi keyfimize göre yaşıyoruz.”
“Tarih bile bu sahnenin tekrarından ibaret. Zira tüm krallar ülkelerini keyiflerine göre yönetmişlerdir.” “Bizim görev ve sorumluluk dediğimiz şeyler de toplumun hazzına hizmet ediyor.”
“Hazzımız için yaşasak bile bu, yaratılış gerçeğini değiştirmez, bence bir yaratan vardır.”
“Bence de bir yaratan var, o da bizim zevksiz, acı dolu bir yaşam sürmemizi istemezdi herhalde.”
“Ama arkadaşlar, bir yaratan varsa, evrenin ilk gününden beri neyi bekliyor. Bizi yaratıp, unuttu mu sonra da?”
“Sevgi hoca çok haklı.”
Bu sözler dillerde gelişigüzel dolanırken, dilsiz lakaplı öğrenci, iki elinin parmak uçlarıyla tuttuğu kalemi çeviriyordu. Gözleri kaleme kilitlenmişti. Bir düşünceye odaklanmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Bu dikkati dağıtacak bir olay da olmadı; kimse ne diyeceksin diye sormadı.
Sevgi hocanın ayak sesleri koridorda duyulabiliyordu. Sıralarına, hiçbir uyarıya gerek kalmadan yerleşen öğrenciler, ciddi bir boks maçını izleyecek gibi heyecanlılardı. Bir tarafta çok güçlü delilleri, ilmi, tecrübesi olan işinin uzmanı Sevgi hoca; diğer tarafta sessiz sedasız gizemli bir rakip. Sevgi hocaya direnemezse gülünç duruma düşecekti ve iddiayı kaybedecekti. Yaratılış gerçeği değil hayatın doğası, Âdem ile Havva değil şempanzeler, din değil bilim kazanacaktı.
Sevgi hoca geliyordu ve sınıftaki heyecan zirveye ulaşmıştı.
İnsanlar bazen tarif edilemez bir mahzunluk içine düşerler. Sessizliklerine rağmen zihinlerindeki isyan, damarlarında gezinir homurdanarak. Ama çaresizlik kıskacında, nefes alamayanların ruhu, yüzlerinden okunur. İşte, bir önceki dersin itirazcılarından; Elif ve Fatih’in yüzlerinden de bu ruh hali kolayca okunabiliyordu. “Savaşacak güç yok bende, pes etmek de inancıma aykırı.”
Kapı açıldı. Sevgi hoca içeri girdi. Elindeki eski deri çantayı masaya bıraktı ve yüzünü sınıfa döndü.
-Evet arkadaşlar devam edelim.
Tüm yüzler arka sıraya döndü. Dilsiz ayağa kalktı.
-Hocam çok güzelsiniz.
-Anlamadım!
-Çok güzelsiniz.
Sınıfta güçlü bir şok dalgası yayıldı. Sevgi hoca da şaşırmıştı;
-Teşekkür ederim ama bunu mu diyecektin?
-Hayır hocam, bir şey soracaktım.
-Evet, sor!
Ders arası elinde çevirdiği kalemi göstererek;
-Bu kalemle sizi, sizin güzelliğinizi çizebilir miyim?
-Çizebilirsin ama resim asla, tam ben olmaz. Genel hatlar çizilmiş bile olsa rengimi yansıtamazsın. Saç kıvrımları kalemle çizilemeyecek kadar incedir. Dudaktaki çizgiler, gözdeki fer, tırnaklardaki kıvrım resme tam olarak yansıtılamaz.
Sınıfta herkes tırnağına bakıyordu.
Dilsiz tekrar konuştu ama kimse bir şey anlamadı.
“-Doğru hocam, resim, asıl olmaz. Başka sorum yok!” dedi ve oturdu.
Sevgi hoca, bir tuzağa düştüğünü anlayıp gerilmişti. Bu konuyu burada kapatamazdı. Tuzağı deşifre ederek bir an önce kurtulması gerekiyordu bu kıskaçtan. Devamının nasıl geleceğini bilmiyordu. Tedirgin bir gülümsemeyle:
“-Az önce ne demek istediğini açıklar mısın bize”
Dilsiz tekrar ayağa kalktı:
-Resim asıl olmaz hocam. Sizin bir önceki derste çizdiğiniz resim ne kadar ustaca olsa da, hayatın manası olamaz asla.
-Sen de bir resim çiz bakalım.
-Resim çizmek ressamın işidir hocam. Ben Müslüman’ım ve ben resmi inançla çizerim. Yaşayarak çizilir, yaşayarak okunur bu resim.
-Yani?
-Hayatın resmine bakarak hayatın manası anlaşılamaz. Siz yaşadığınız hayatta haz arıyorsunuz. İnsanlık âleminin büyük kısmı da nefsini ilah edinerek keyfince bir yaşam sürmek istiyor. İşte bu arayış sahte bir resimdir. Montajdır hocam, fotomontaj. Acıların ve cennet umudunun insanları kandırdığını söylemiştiniz. Lütfen, vicdanınıza sorun ve sizi neyin kandırdığına bir bakın.
-Bizi bir kandıran olmadığına emin olun arkadaşlar. Ben bilime dayanarak..
-İşte itiraf ettiniz sizi kandıranı hocam. Sizin “sabit kuralları var ve bunlar değişmez” dediğiniz bilimin, yaz günü bir çocuğun elindeki dondurmanın ömrü kadar kalıcılığı yoktur.
-Bilimi bu kadar hafife alamayız arkadaşlar. İnsanlığın ortak kazanımıdır bilim.
-İnsanlığın ortak kazanımı bilim olamaz hocam. Bilim dediğimiz her zaman zan taşır. Bu onun doğasıdır. Sürekli değişmeye ve tanımlarını düzeltmeye ihtiyaç duyar. İnsanlığın ortak kazanımı hapishaneler, hastaneler, silahlar, idamlar, sınırlar, ilaçlar, bakımevleri ve atom bombalarıdır.
-Hep olumsuz örnekler veriyorsun ama!
-Çünkü olumlu saydığınız her şey hazzınıza hitap ediyor.
-İşte ben de bunu demek istiyorum. Biz hazzımız için yaşıyoruz.
-Öyle zannediyorsunuz hocam. Haz dediğimiz, kahvenin dibindeki telvenin ağzımızda bıraktığı hoş lezzettir en fazla. İlk öğünde yediğimiz ekmekle değişir telvenin tadı. Onun yerini ekmek ve su alır. Sonra yorgun düşen gözlerimiz uykuda bulur huzuru. Uyandığımızda annemizin sıcak ellerini yanağımızda hissetmeyi umarız. Ya da çocuğumuzun kokusu mutlu eder bizi. Biz insansız ve ihtiyaçlarda, eksiklerle, muhtaçlıkla yaşarız. Yaratılışımızın keyfi budur.
Donakalmıştı sınıf. Bu konuşulanlara şahit olmak ayrı bir güzeldi. Konuşanın bugüne kadar susmuş olması da bir o kadar hayret verici.
Sevgi hoca etkilenmişti. İddiacı tavrını bırakmış şikâyetçi bir hal edinmişti.
-Yaratılışın keyfi mi belirleyecek kaderimizi. Kaç kişi yetiştirme yurtlarında büyüdü burada. Hepiniz bahsettiğin gibi anne kuzusu büyüdünüz. Sıcak ev ekmeği yediniz ve cam bardak çayını içtiniz. İyi karneleriniz her zaman ödüllendirildi. Dertlerinizi dinleyecek kardeşlerinize yasladınız omuzlarınızı. Sizi yaratan tüm ihtiyaçlarınızı görerek onları yanınızda yaratmış. Peki kimsesizler. Adalet bu mudur?
-…
-Kısacık bir hayatımız var. İlk yarısını, en önemli zamanlarını acılar içinde geçiren insanlar ne yapmalı arkadaşlar. Hayatın tadını çıkararak yaşamak gerekmez mi?
-Hocam mutlu musunuz?
Çok kısa ve keskin bir soru olmuştu. Sevgi hoca duraksadı. Ne cevap vermeliydi bilemedi. Tereddüt içinde kaldı bir süre.
-Samimi olacağım. Mutlu değilim.
-Yüce Allah’ımız der ki: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur, huzura erer.”(Rad/28)
-…
-Hayatın tadını çıkararak; istediklerinizi elde ederek mutlu olmazsınız hocam. İslam Peygamberi de öksüz ve yetimdi. Yaratan yarattığını unutmaz ve terk etmez hocam. Mesela siz, rüya ve hayallerinizde bile sizi koruyanı merak etmediniz mi? Kalemle öğreten ve onunla yazdıranı düşünmediniz mi? Yaşamın haz yumağından ibaret olduğunu söyleyen siz, tüm ömrünüzü okuyarak geçirdiniz. Neden?
-Cevap bulmak için.
-Neye cevap aradınız?
-Yaşamın anlamına..
-Niçin?
-Yalnızlığımı anlamak için..
-Kaybettiklerinizi aradınız. Peki, sahip olduklarınızı fark ettiniz mi? gözlerinizin yerinde olduğunu, dilinizin döndüğünü, saçlarınızın bir kadına has biçimde uzadığını, parmaklarınızın sayısını fark etmediniz mi? Ders çantanızda yıllar yılı ne taşıdınız hocam. Hazzı mı? Sevgiyi mi?
Dilsiz, farkında olmadan bir özele dokunmuştu.
Tartışmanın sözlerine adeta bağlanmış olan sınıfın dikkati çantaya yöneldi. Kahverengi deri bir çantaydı bu. Eski ama bakımlıydı. İrice yapısı büyük evrak koymaya müsaitti.
Sevgi hoca çantayı eline aldı.
-Babam bir ilkokul öğretmeniymiş. Bana kalan tek hatırası..
Sevgi hoca ağlıyordu. Yılların birikmiş acısı depreşmiş, isyan çığlıkları yerini sakinliğe ve iç dinginliğe bırakmıştı. Hiç bilimsel değildi belki bu hali ama önemsemiyordu. Çantayı kucakladı;
-“Baba mirası eski bir çantadan ibaret olan mirasçıdan daha fakir kimse var mıdır?
Cevap dilsizden geldi.
“-Benim, o fakir kimse hocam. Bana ailemden hiçbir şey kalmamış.”
Dilsiz sırasına tekrar oturdu ve bir daha kalkmadı.
Böyle sonuçlanacağını kimse beklemiyordu. O da yetim ve öksüzdü.
Bu tartışmadan kimse haz duymamıştı ama herkes dilsize hak vermişti.
Sevgi hoca gözyaşlarını silerken arka sıralara ilerledi. Gözleri dolan dilsize bakarak;
“-Peki, mutlu musun?” dedi.
…
…