“Kâinat boşluk kabul etmez.” Bunu bazen müşahede ederek bazen de yaşayarak öğreniriz. Ağaçların, binaların, çiçeklerin, şehirlerin ve devletlerin bir kaderi bir ömürleri vardır. Kıyameti kopan ardına bakmadan gider, yerine yenisi gelir. Bunun gibi her doğum bir ölümün habercisi, her ölüm de yeni bir doğumun ayak sesidir. Ve kâinat bu döngü içinde hiçbir vakit boş kalmayacak kadar aktiftir.
Kâinat dediysek kelimenin içini, sadece ayak basıyor olduğumuz Dünya, Güneş, Ay, Gezegenler, uzay sistemi ve daha nice sistemler manzumesi ile kuru kuruya doldurmayalım. İnsan, kâinatın bizzat kendisidir. Hatta her insan başlı başına bir kâinattır… Kâinat mefhumundan zerrece altta kalır yanı olmayacak kadar sistemli; her bir uzvunun, dimağının, sadrının ve ruhunun boşluk kabul etmediği, ömür ve ölüm silsilesi yaşayan insanın da boşluk kabul etmesi mümkün değildir. O boşluklar dolup doyum yaşamadıkça da sistemi hata vermektedir.
Bugün bizler hız çağında yaşıyoruz. Değişen şeyleri takip etmekte zorlanıyoruz. Her şey o kadar hızlı değişiyor, gelişiyor ve akıyor ki biz bir şeyleri tutmakta, zamana ve olaylara tutunmakta, bu hıza kapılmamakta âdeta gelen bir çığa karşı durmakta zorlanıyoruz. Ve bu çığ gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Vücudumuzu bir süre sonra o çığın içinde savrulurken buluyoruz ve bu birçok defa kaçınılmaz oluyor.
Örneğin, önceden dört mevsime özel, dört farklı giyim tarzı olurdu. Şimdi her hafta hatta her yeni gün karşımıza farklı bir giyim tarzı çıkıyor. Reklamlar, afişler, önümüze sürülen modeller bizi tek tipleşmeye itiyor. İlk anda karşı çıkıyoruz ama sonra alışıyoruz. Karşı çıktığımız birçok şeyi yaparken buluyoruz kendimizi ve nasıl olduğunu hiç anlamıyoruz.
Gözümüze takılan, duyduğumuz her şeyden bu kadar hızlı etkilenirken ve etkilendiklerimiz bizi dönüştürürken, hiç kelimelerimizin bizi ne denli etkileyip dönüştürebileceğini düşündük mü? Her insanın kelimelerle konuşup, kelimelerle düşündüğünün, bu nedenle de aslında kelimeleri kadar bu hayatta yeri olduğunun bilincinde miyiz? Kulağımızın işittiği veya ağzımızdan çıkan tek bir kelâmın ne denli büyük yapım yahut yıkıma, güven ya da güvensizliğe neden olduğunu bilsek kelimelerimizi cımbız ile seçerdik.
Burada bir kıssa anlatmak isterim ki hissemizi alalım. Vaktiyle bir fabrikada elektrik üreten devasa bir buhar kazanı varmış. Bu kazan ürettiği buharla jeneratörleri çalıştırıyor ve fabrikaya elektrik sağlıyormuş. Bir gün buhar kazanı arızalanmış. Fabrikada bir anda elektrik kesilmiş ve üretim durmuş. İşçiler çalışmayan fabrikada niye dursun? Başlamışlar bir bir işi bırakmaya. Tüm fabrika çok kısa bir sürede kargaşa alanına dönmüş.
Tamirciler gelip gidiyor, mühendisler araştırmalar yapıyor lakin kazandaki arızayı bulamıyorlarmış. Müşterilerin şikâyetleri artıyor, dağıtım ve pazarlamacıların sinirleri geriliyormuş. Yönetici ne yapacağını bilemez hâlde tüm yardımcılarını çağırmış. “Ne yapın edin, şu işe bir çare bulun!” emrini vermiş. Yardımcısının biri, falanca yerde bir tamirci olduğunu, o da yapamazsa kimsenin yapamayacağını, on binlerce liraya kıyıp yeni kazan almak gerekeceğini söylemiş. Yönetici, “Her ne olursa olsun gerekeni yapın!” demiş.
Tamirciyi bulup getirmişler. Adam gayet sakin ve emin adımlarla arızalı kazanın yanına gidip kulağını doktorun hastasını dinlemesi gibi kazana dayamış ve onu dinlemiş. Az sonra çantasından çekicini alıp kulağını tekrardan dayayıp bir noktayı tespit ettikten sonra tek bir çekiç darbesiyle kazanı çalıştırmayı başarmış. Tabii herkes şaşkın, onlarca tamirci ve mühendisin yapamadığını, tamirci tek bir darbe ile halletmiş. Her şey eski hâline dönmüş, işçiler tekrar çalışmaya sevkiyatlar yapılmaya başlanmış. Daha sonra yöneticiye bir fatura gelmiş ve tamirci 10.000 TL istediğini belirtiyormuş. Yönetici arayıp bunu çok yüksek bir meblağ olduğunu, tek yaptığının bir çekiç darbesi vurmak olduğu söyleyince, tamirci: “Efendim, siz açıklamayı okumadınız galiba. Çekiçle vurmak 1 TL, nereye vuracağını bilmek 9999 TL” demiş.
İşte biz nereye vuracağımızı bilirsek hayatımızdaki o problemli kazanların bir anda çalışmaya başlamasına vesile olabiliriz. Küçük dokunuşlar bazen çok büyük sıçramalar yapabilir. Bazen kullandığımız bir kelimeyi bazen de dilimize yerleşmiş bir cümle yapısını değiştirmek, bir ifadeyi yeniden çerçevelemek…
İnsan da aslında fabrika gibidir. Buhar kazanlarımız var; ailemiz, okulumuz, işimiz gibi… Bunlardan biri bozulduğunda tüm kazanı söküp atmak yerine, sadece hatalı yere küçük bir dokunuş her şeyi baştan başlatabilir. Benim için o küçük dokunuş kelimelerdir. Efendimiz “Sözün beyanında sihir vardır”1 buyurur. Sözün sihir olarak nitelenmesi aslında gücünün ne kadar büyük olduğunu göstermez mi?
Aynı yere vardıran biri çakıl taşları ve dikenlerle dolu diğeri çiçeklerle döşenmiş iki yolu düşünelim. Çakıl taşları ile dolu olan yolu değil, çiçeklerle kaplı yolu tercih ederiz, değil mi? Yolun sonunda bedenimiz de kıyafetlerimiz de zarar görmemiş olacaktır. Ve bir de üzerimize sinen çiçek kokuları sayesinde etrafımıza da çiçek kokuları yayabiliriz. Cansıza dahi hürmet ve güzellikle muamele İslâm’ın özündendir. Cemâdata verilen bu kıymetin yanında, eşrefi mahlûkat olan insan daha mı değersizdir ki sözümüz ve özümüz güzel olup bizi güzel eylemesin?
Biz medeniyet tasavvurunda Osmanlı gibi bir ecdada sahibiz! “Seslerini değil, sözlerini ve kelimelerini yükseltip o denli yükselen bir medeniyettir.” Osmanlı… Hayatlarının her alanını ilim, irfan, hikmet ve zarafetle bezeyen Osmanlı’nın kullandığı dil de bu hikmetten nasibini almıştır. Bu zarafet ve nezaketin ortaya çıkardığı kültürün kaynağı ise İslâm ahlâkının ortaya koyduğu akîdeden gelir. Osmanlı’nın bu akîdeye tam uyup itaat etmesi, devleti bu hâl ile şereflendirmiştir.
Osmanlı insanı güne sabah namazı ile başlar, bir daha da uyumazdı. Sabahın nuru ile güne başlar, dükkânlarını Besmele ile açarlardı ki Allah Teâlâ işlerini bereketlendirsin. “Sabah şerifiniz hayırlı olsun.” der, güne hem şeref hem de hayır yüklerlerdi. Yolları süpüren Ahmet amcaya “Efendi”, yeni yetişen bir kıza da “Hanım” ifadesiyle hitap ederlerdi. Böyle olduğundan “Hanımefendi” ve “Beyefendi” libasına layık olmaya çalışırken güzelleşti insanlar. Alışverişin sonunda “Allah bereket versin.” ve “Bereketini gör.” denirdi. Şimdi dilimizden de düştü bereket…
Kızgınlık anında belli olurdu karakter. Osmanlı insanı öfkesini de Allah’a arz ederdi. “Hasbunallahu ve ni’mel vekil”in serinliğine sığınırdılar. Dergâh kapıları “Hoş gör ya hû” dedi, hoş gördü insanlar. Hoşça baktılar, hoşça kaldılar. Hayretleri bile zikirdi, “Subhanallah” dediler, Subhan olanı yücelttiler.
Güzellikleri, geçmişte kalıp gitmiş ve tekrarı mümkün olmayan şeylermiş gibi düşünemeyiz. Müslüman ümitvâr olandır. Güzele tutunandır. Girdiği yer güzel olmasa da çıkarken güzel yapandır. Gün gelecek dünya çiçek kokacak ve o çiçeğin aslı biz olacağız. Kelimelerimiz ile…
Dipnot:
1 Ebu Davud, Edeb 95, Tirmizi, Edeb, 63
Dünya Bizim / Hatice Hümeyra Bal
Sayın yazar,
gerçekten istifade ettik, ağzınıza yahut, kaleminize yada şuur-idrak merkezinize sağlık.
Ancak bir hususa açıklık getirmenin faydalı olacağı kanaatindeyim. O da; akıcı ve faydalı bir yazı sonunun Osmanlı ecdadımıza bağlanmasından biraz rahatsız oluşumdur. Sonra neden rahatsız olduğumu düşündüğümde ise geçmişimizi ne kötülemek ne de kusursuz addedip kutsamadan yapılan yanlışlardan ders çıkartıp ibret almanın gerektiğine inanan bir kimse olarak hatırıma şu sorular geldi:
Osmanlı, gerçekten Rabbimizin gönderdiği İlâhi Vahye göre mi idare ediliyordu? Osmanlı yöneticileri, insanlığa örnek olan Resûl’ün taşıdığı İlâhi Mesaj’ı, eğitim ve yaşam örnekliği temelinde halkına sunmuş muydu? İnanç ve yaşam biçimini İlâhi Kaynak’tan almadan kendini İslâm’a nisbet etmek gerçek bir İslâm idaresi yahut hakiki Müslüman olmak için yeterli midir?
Bu ve benzer sorulara maalesef olumlu cevap veremediğim için sizin bahsettiğiniz Osmanlı ecdadımız zamanındaki hayran olduğumuz o güzel uygulamaları; yüce Dînimizden sadece yansımalar olarak ve örf-âdet-gelenek-görenek olarak değerlendiriyorum.
Bunu, yanlış, eksik, hatalı bir yaklaşım olarak görüyorsanız lütfen Vahiy kaynaklı kanıtlarla bizi bilgilendiriniz ki, biz de yanlışımıza tövbe edip doğruya yönelelim.
Rabbimiz bizleri insaflı eylesin yani haktan ve hakikatten haberdar olduğumuzda kabul edenlerden eylesin, âmin!
Tasavvuf İslam’ın özü olarak anlaşılırsa, Osmanlı toplumunun da bütün hurafelere rağmen örnek alınması gereken bir toplum olduğu iddia edilebilir