Şehrin birçok yönü hakkında uzun uzun konuşulabilir, konu edinilebilir ancak şehirlerin taşıdığı zihinsel kodları çözümlemek son derece önem arz etmektedir. Çünkü bu, şehirlerin ortaya koyduğu yaşam biçimini onların ne ile beslendiğini, nasıl geliştiğini ve nasıl var olduklarını belirler. Bu bakımdan şehirleri sadece birer mekân olarak tasavvur edemeyiz, onlar varlıkları ve ifade ettikleri ile baştan sona aktif ve etken yapılardır. İster ileriye doğru kendini geliştirerek değiştirsin isterse kendini bir keşmekeşin içerisinde bıraksın. Değişmeyen en önemli şey şehirlerin kimlikleridir, kimliklerini oluşturan bilinçsel izlerdir. Bir yönü ile de coğrafyayı kültürü de hem besler hem de onlardan beslenir. Onun için rahmetli Akif Emre’nin en ideolojik meslek olarak ifade ettiği “mimarlığın” yanına şehirleri de koyabiliriz. Bu yönü ile en ideolojik mekânlar olarak şehirleri gözümüzün önünde canlandırabiliriz.
Bir şehrin estetik boyutunu incelerken o şehri var eden en küçük yapı taşından en büyük eserine varana kadar onları açığa çıkartan, inşa eden ve mekânla-yaşamla irtibatlandıran dünya görüşünden bağımsız olmadığına şahit oluruz. Elbette ki karışık bir zihin için sürekli maddi boyutu ile ilgilenilen bir şehir, o zihnin bütün çatışmasını yansıtır. Oysa şehirleri ele alırken onların maddi boyutu ile olduğu kadar ahlaki, estetik ve metafizik boyutlarını da ele almak gerekir. Çünkü imar işi sadece malzeme, manzara ve konfora ya da sadece modern göstergelere indirildiği takdirde onun neyi temsil ettiği hususu merkezinden sapar. İhtişam ile ihtimam buluşmadığı takdirde sadece bir yığına sahip olunur. Sadece fayda merkezli bir tasarı ise manevi boyutun ihmalini getirir ki o zaman şehrin yaşama biçimini oluşturan değerler kaybolur, yerine yeni yaşam biçiminin çıkardığı değerler hüküm sürer.
Mekânı tasarlarken, mekânı oluşturan öğeleri birbirine bağlarken hangi dünya görüşünü ve onun referans kaynaklarını esas alıyorsanız onun yansımalarını inşa eder, ona göre bir yaşam biçimine ulaşırsınız. Mekân ve zaman kategorileri bizi şehrin içsel sınırlarına, ona dokunan şehir tasarımcılarının zihinlerine ulaştırır. Rahmetli Turgut Cansever, Osmanlı şehrinden bahsederken, “Şehir, odak noktaları etrafında oluşuyordu. Bu odak noktaları değişmez değerlere sahipti. Din temsil ediliyordu oralarda. Bütün insanlık tarihinin takip ettiği bir esas olmak üzere inanç, kültür, iktisadi ve sosyal hayat bir bütünlük teşkil ediyordu. Yani İslami manada tevhid inancının bir yansıması” olduğunu ifade ediyor. Bu da bize şunu gösteriyor, zihin hangi referans sistemine sahipse ortaya çıkan değer de ona nispet ediyor. Elbette bugün dünyanın çoğu yerinde etkisini sürdüren kapitalist düzenin tersyüz ettiği yaşam biçimleri kendine uygun, tüketime ve üretime müdahale edeceği şekilde şehirleri tanzim ediyor.
Bu tanzimin birçoğunu da inançlı insanlar eliyle yürütüyor. Muhafazakâr olarak kendilerini ifade eden insanların vasıtası ile hiçbir engelle karşılaşmadan ta hayatın ana damarlarına kadar sirayet ediyor. Bu sirayet etme işi salt bugüne ait bir şey de değil. Ne zamanki değer dünyasında değişimler başladı, o vakit hem zaman hem de mekânlar değişip dönüşmeye başladı. Kendi zihinsel gerçekliği ile çatışma önce inkârı, ardından yıkımı getirdi. Bugün halen daha bu süreç ile yüzleşilmemiştir. Ki taklit süreci çok hızlı başlayıp bugün artık kendi yolunu bulmuş durumdadır. Şehirlerin merkezine dikilen ‘AVM’ler ve bir hızla açılmaya çalışılan meydanlar ile bu kafa karışıklığı dörtnala devam ediyor. Belki de yukarıda saydığımız temel ölçülerin kaybolması bizi doğru sorulardan ve düşünme eyleminden yoksun bırakıyor.
Nasıl bir dünya kurmamız gerekir? Bu soru elbette ki başlangıç olarak bir haritaya ihtiyaç duyar. Bugün İslam mimarisi denince ya da İslam şehri vurgusu yapıldığı zaman bunu sadece birkaç tarihi esere indirgemek ve bütün meselenin ondan ibaret olduğunu düşünmek elbette büyük bir nakısalıktır. Şehirlerin varlıklarını ifade ederken en temel öğelerin başında gelen bu soruyu daha önce “dünyayı güzelleştirmek” olarak cevaplandıran düşünürlerin ortaya koyduğu bu güzellik ölçüsü artık yerini başka bir zihin dünyasının kollarına bırakmıştır. Öyle ki karşısında duran veya yanından vurup geçtiği o eserlerin oluşturduğu şehir bilinci bugünkü bilinç düzeyinin kat kat üstündedir. Özellikle Türk entelijasının zihinsel hastalığı uzun bir süre şehir üzerine zihinsel bir çabayı hep ötelemiş, ana ölçütlerin dışında birtakım taklit ölçütlere vurmuşlardır. Onun için şehirlerin naifliği, estetik değerleri kesintiye uğramıştır. Tanpınar’ın “imar etmiyor adeta ibadet ediyorlardı” diye özetlediği durum aslında bir zihni, bir şuur düzeyini ortaya koyuyordu. Lakin sürecin bir şekilde ınkıtaa’ya uğradığı aşikâr. İbadet etme şuuru ile işe koyulan birinin zihni bugün kolay kolay ortaya çıkmadığı gibi, maddi karşılıklarını da tam manası ile karşıladığı söylenemez. Yani işin hakkını verebilme sorumluluğu… Elbette bu kesintiler en çok “Devamlılık ve süreç” üzerinde etkili olmuştur. Devamlılık ve süreç dondurularak başka bir kopyalama biçimi zihinlere ve mekânlara hâkim olmuştur.
Aradaki farkı anlayabilmek için merhum Cansever’in sözlerine kulak veriyoruz. “Tanzimat’tan sonra süreç halindeki şehir telakkisi yerini donmuş şehir telakkisine bırakıyor. Kâgir antik Yunan mabetlerinin tekrar edildiği konakların vs. inşasına başlanıyor. Aynı zamanda şehrin ölçek düzeni tamamen tahrip ediliyor. Bir taraftan büyük vakar, büyük monümantallik, huşu hisleriyle yüklü, aynı zamanda mütevazı, fakat varlığını ifade etmekten de geri durmayan bir mimari elemanlar bütünlüğünden oluşan şehrin yerine adeta insanların üzerine saldıran vahşi varlıklara benzer yapılar ortaya çıkıyor.” Bugün şehirlere baktığımızda bir bütünlükten bahsedemeyeceğimiz gibi tamamen kapitalist dünyanın istif düşüncesine uygun bir yerleşim, sürekli bir kaos ve onu tetikleyen bir zihinsel erozyon sürecini görüyoruz. Sekülerleşen dünyaya intibak eden zihinler, tevhid bakışını kaybettiği için ölçüsüz ve birbiri üzerine düşecekmiş gibi yığılan kaotik şehir düzenleri üretmektedirler. Üretilen bu şehirler içerisinde anlayıştan yoksun, merhamet ve şefkat duygusunu barındırmayan bir hayatı yaşamaya mecbur bırakılıyoruz.
Onun için şehirlerin yönetimleri de bu kaotikliğe paralel bir yönetim sergiliyor. Sevgiden, şefkatten yoksun bu anlayış ile tasarlanan şehirler ümit ve huzuru vaat etmiyor. Elbette doğru sorular sorulmadığı için çözümler yerine kaosa mütevazı sayılacak katkılar sağlanıyor. Ulaşımından ticaretine, çarşısından sokağına varana kadar bu işgalci zihniyetin yansımalarını görüyoruz. Bütün köşe başlarını tutan bankalar ve bankamatikler nasıl bir düzenin hâkim olduğunu gösteriyor. Ayrıca yükselen toplu konutlar ise yere ve göğe karşı açılmış bir savaşın sanki okları gibi yükseliyor. Onun için şehir demek bir yerde zihin ve zihniyet demektir. Şehre baktığın zaman onun zihniyeti bir şekilde kendini gösterir. Şayet bugün yaşadığımız hayatın tüm boyutlarını konuşup tartışacaksak o zaman şehri doğru bir zemin üzerinden konuşmak, tartışmak ve üzerine çokça düşünmek gerekiyor. Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Biten – Milli Gazete