Bir “yatay mimari” lafıdır gidiyor. Sanki tek sorunumuz binaların yüksek veya alçak olmasıymış gibi “artık dikey mimariye izin vermeyeceğiz, yatay mimariye yöneleceğiz” deniyor. Burada “artık” ifadesine dikkat etmek gerek.
“Artık” müsaade edilmeyecek ama zaten iş işten geçmiş, yapılacağı kadar “dikey” bina yapılmış, şehirlerin canına okunmuş ve “artık yapılmayacak” müjdesi veriliyor. Müsaade edilse ne olur, edilmese ne olur…
Zaten mesele binaların yatay veya dikey olmasından ziyade, beton ve inşaat takıntısının şehirleri istila etmesi, yağmalaması, canına okumasıdır. Mesele, “inşaatla büyüme” anlayışına, rant aşkına şehirlerin feda edilmesidir. Binaların kat sayısını az veya çok olması, olsa olsa bir detaydır. Meseleyi doğru bir şekilde ele almadan, yani teşhisi doğru koymadan nasıl doğru tedavi uygulanacak?
İstanbul özelinden ilerlersek, kısıtlı bir alana “sığışmak” zorunda kalan 15 milyon nüfusun ulaşımı, sosyal yaşamı, hayat kalitesi vs halihazırda büyük bir sorunlar yumağıyken, yeni ve “çılgın” projelerle birkaç milyon nüfuslu yeni yerleşim kurmayı düşlemek, başlı başına bir çelişki değil midir?
İstanbul’un büyüme değil de “şişmesini” zapturapt almak yerine daha da nüfusu artırmaya yönelmek, binaların kat sayısından çok çok daha vahim bir sorundur. Üzerinde durulması gereken budur.
Boğaz hattı ve çevresi ile eski İstanbul’u çıkardığınızda geriye kalan ve nüfusunu büyük bölümünün yerleşmiş olduğu yerleşimler, tarihi, kültürel ve sosyal olarak İstanbul sayılabiliyor mu?
Gecekondu kafasının, çarpık yapılaşma illetinin artık normalleştiği ve legal hale getirildiği bir atmosferde, koca şehrin büyük bölümünün ucube bir beton denizine dönüşmesinin müsebbibi belediyeler değilse kimdir acaba?
Binlerce yıllık tarihi olan bir şehrin bugün apartmandan bozma tipsiz ve şekilsiz yığınlarla çevrili olması, binaların kat sayısından çok daha önemli acı bir gerçektir. Rantı kutsayan, popülizm uğruna buna göz yuman tüm idareciler bunun sorumlusudur. Suçu bir başkasına atmak hiçbir işe yaramaz.
“Denizlerimizin kenarlarını, orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar” olduğunu herkes biliyor. Bilfiil, her gün bu gerçeği yaşıyoruz, görüyoruz. Koskoca bir şehrin siluetinin nasıl değiştiğini/değiştirildiğini, göz göre göre kaçak kat çıkılan gökdelenlerin nasıl tıraşlan(a)madığına da şahit olduk. Bir dönem, Boğaz’daki ucube bir gökdelen için ilçe sınırları değişmişti. Bugün ise her istedikleri gerçekleşen, bütün ihaleleri alan müteahhitler gerçeğini yaşıyoruz.
Deniz kenarlarının, orman alanlarının yağmalanması bir gecede olmuş gibi konuşmak, hep bir hayali günah keçisi üzerinden meseleleri değerlendirmek sadece belli bir kitleyi etkilemeye yarıyor. Şehirlerimizi, kıyılarımızın, ormanlarımızın hali ise ortada zaten.
Kapitalizmi suçlamak da iyi güzel de, ya aynı kapitalist güdülerle betonu ve inşaatı yüceltenler suçsuz mu peki? Toprağa ve betona gömülen milyarları da mı kapitalizm harcadı? Kapitalist politikalar da mı kapitalizmin suçu yani?
İhaleci müteahhitlerin, onlara her imkanı sağlayan idarecilerin ne suçu olabilir ki… Kapitalizm öldürmüştür şehri de muhakkak…
Milli Gazete / Burak Kıllıoğlu