Giriş
Bir Kur’an terimi olan şehid ve çoğulu olan şühedâ ekseriye, şahit/tanık anlamında (2/Bakara, 133, 282; 24/Nur, 4 v.b.); ‘şühedâ’ kelimesi bazı yerlerde ‘şehidler’ anlamında kullanılır. (3/Âl-i İmran, 140; 4/Nisa, 69).
Kur’an’da bilhassa iki ayet, ‘şehid’ terimi kullanılmaksızın şehidleri konu edinmekte ve Allah’ın onlara vereceği mükâfatı haber vermektedir. Bu iki ayette Cenabı Hak, şehidlere ‘ölü’ denmesini men etmektedir. Bunlar, Bakara suresinin 154 ve Al-i İmran suresinin 169. ayetleridir. Bakara suresi ayetinin 14 Bedir şehidi hakkında,[1] Al-i İmran suresi ayetinin ise Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu zannedilmektedir. İkinci ayetin Bi’r-i Mâûne şehidleri hakkında indiğini ileri sürenler de olmuştur.[2] Bu ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, lakin siz anlamazsınız.” (2/Bakara, 154).
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Bilakis onlar diridirler, Rablerinin katında rızıklandırılmaktadırlar.” (3/Al-i İmran, 169).
Şehid Kimdir?
Rağıb el-İsfehanî şehadeti şöyle tanımlamaktadır: “ister gözle, isterse basiretle olsun, müşahede edilenle beraber bulunmaktır.”[3] Şehide niçin ‘tanık’ anlamına gelen bu kelime isim seçilmiştir? Bunu el-İsfehanî şöyle açıklamaktadır: Şehid, hazır bulunan kimsedir; Fussilet suresinin 30. ayetinde işaret edildiği veçhile melekler onun yanında hazır bulunurlar ve onu cennetle müjdelerler. Şöyle de denebilir, şehid, şehadeti esnasında Allah’ın kendisi için hazırladığı nimetlere tanıklık eder.[4]
Aslında Bakara 154 ve Âl-i İmran, 169. ayetlerinden kalkarak şehidin tanımını yapabiliriz ve bu, çok da vazıh bir tanım olur. Şöyle ki, bir kimseye şehid denmesi için, Allah yolunda (fî-sebîlillah) öldürülmüş olması yeterlidir. Allah yolunda ölme ve öldürülme temasına işaret eden başka ayetler de bulunmaktadır. (3/Âl-i İmran, 169; 4/Nisa, 74-75; 9/Tevbe, 111; 22/Hac, 58; 47/Muhammed, 4 v.b.). Bununla beraber, bir kimseye şehid denmesi için sadece kafirler tarafından öldürülmesinin şart olmadığı, Allah yolunda ölen kimselere de şehid denileceği de ileri sürülmüştür. Fahreddin Razi Nisa suresinin 69. ayetinin tefsirinde bu görüşü zikretmektedir.[5] Ne var ki, bu iddianın biraz açıklanmaya ihtiyacı vardır.
Allah yolunda olmanın en kamil örneği şüphesiz Peygamber (a.s) idi. Bununla beraber Peygamber ‘şehid’ olarak anılmamaktadır. Buna karşın Bedir’de, Uhud’da v.b. düşman tarafından öldürülen mücahidler şehid olarak zikredilmektedirler. Buradan anlaşılmaktadır ki, Allah yolunda ve düşman tarafından öldürülmenin özel bir anlamı vardır. Bunun için şehid sıfatı o insanlara layık görülmüştür.
İslam’ın bütün kavramlarına yapılan cahilî istismardan, şehid kavramı da payını almıştır. Bir bütün olarak hayatlarını İslam’a göre tanzim etmeyenler, İslam’ın şehid gibi kavramını rahatlıkla kullanabilmektedirler. İslam’ı bir hayat tarzı olarak benimsememiş, mücadelesi Allah yolunda olmayan, hatta aksine, Allah yoluna karşı mücadele eden insanlar, öldürülen dindaşları ve fikirdaşları için şehid sıfatını kullanmaktadırlar. Onlara şehid demek, sadece bir ‘görüş’ değil, ölenin mensup olduğu örgüte taraftar ya da karşıt olmanın ölçüsü kabilinden, örgütün resmi görüşü gibi adeta dayatılmaktadır. Aynı istismarı, hiçbir dinî referansı olmayan laik devlet de yapmaktadır. Devlet, ölen resmi güvenlik görevlileri için şehid sıfatını özenle ve titizlikle kullanmakta, şehadet merkezli ağıtsal söylemlere büyük bir hoşgörü ile müsaade etmektedir. Bununla beraber bilinmelidir ki siyasî düzlemde şehadet kavramının kullanılması, şehid olarak adlandırılan kimselerin hatırasına saygıdan değil, rejimin bekası endişesinden kaynaklanmaktadır. Şehidlik yüzde yüz dinî bir kavramdır ve siyaseti/askerliği açıklamada Din’in referans alındığını gösterir. Milli güvenlik siyaset belgesinde İslam’ı yegane tehdit olarak not eden ve İslamî aktiviteyi terörle mücadeleden yargılayan bir rejimin, şehidlik kavramını bile isteye yüceltmesi, kelimenin tam anlamıyla ikiyüzlü bir siyasettir ve din istismarıdır, dini, siyasete alet etmektir. Başörtüsünü ‘türbanlaştıran’, namazı ritüelleştiren, İslam’ı inançlardan bir inanç mesabesine indirgeyen bir rejim, şehid kavramını da kullanmamalıdır.
Aynı ikiyüzlü istismarcılığa, başka siyasî hizipler ve terör örgütleri de başvurmaktadır. Yeryüzünde iktidar olduğu takdirde İslam’ın yeryüzündeki varlığına tamamen son vermeyi hedeflediğinden kuşku duymayacağımız bir ideolojik örgüt dahi, ölülerine şehid diyebilmektedir. Buradan anlaşılan odur ki, resmi veya gayrı resmi söylemde şehid kavramının kullanılması, ölenlerinin cennete gideceğine olan inançlarından değil, ölenler üzerinden, kendi ideoloji ve doktrinlerini yüceltme amacına dayanmaktadır. Fakat her kim olursa olsun, ölümü Allah yolunda olmayan hiç kimsenin şehidlikle bir alakası olamaz.
Resmî bir görevi yaparken öldürülen bir kişiye şehid denmesi, tıpkı ‘harp malulü’, ‘malulen emekli’ gibi resmi bir unvandır. Resmi olarak şehid ve gazi gibi sıfatların tescili, onların ailelerine ve yakınlarına birtakım hakların tahakkuk etmesi için gerekli olabilir. Resmi anlamdaki şehidlik söylemine itirazımız, ölen kişileri dini kapsamda görmediğimiz, hatta tekfir ettiğimiz, cehenneme layık gördüğümüz gibi yanlış anlamalara yol açmamalıdır. Çünkü ölen kişiler çok iyi bir Müslüman da olabilirler. Müslüman ailelerin çocukları da askerlik yapmaktadırlar. Fakat bu meseleye kişiler bazında değil, kurumsal olarak bakmak gerekir. İyi bir Müslüman gencin, kendisine verilen emir gereğince, gayrı meşru bir görev icra ederken öldürülmesi, o kurumu ve görevlendirildiği işi İslamî yapmaz. Öldürülen genç, şehid adını almasa da, herkes gibi o da hesap gününde inançları ve amelleri itibariyle Allah tarafından yargılanacaktır.
Şehidlerin Ölmemesi Ne Demektir?
Bakara suresinin 154. ayetinde Allah yolunda öldürülenlere “ölüler demeyin” (ve-lâ teqûlû li-men yuqtelu fî-sebîlillahi emvât); Al-i İmran suresinin 169. ayetinde ise, onları “ölüler sanmayın” (ve-lâ tahsebennellezîne qutilû fî-sebîlillahi emvât) denmektedir. Her iki ayette kıtâl ve mevt kelimeleri anahtar sözcüklerdir. Netleştirecek olursak, istenen şudur: Allah yolunda katledilenlere (yuqtelu/qutilû) mevtler (emvât) demeyin! Dikkat edilirse zikri geçen mü’minler önce ‘katledilmiş’ olarak zikrediliyor, onlara ‘mevtler’ (mevtalar: emvât) denmesi ise yasaklanıyor. Acaba bu ayrım, ‘maktûl’ ile ‘mevtâ’ arasındaki farktan mı kaynaklanıyor?
Rağıb el-İsfehani, hayat türlerine göre ölüm türleri de var diyerek, birinci ölümü, insan, hayvan ve bitkilerde var olan gelişici kuvvetin gitmesi olarak tanımlamaktadır. Allah’ın, “arzı ölümünden sonra diriltir” sözü buna delalet eder. İkincisi, duyu gücünün gitmesidir. (Dedi ki: keşke bundan önce ölmüş olsaydım!: 19/Meryem, 23). Üçüncüsü, akıl gücünün gitmesidir. Bunun adı da cehalettir. Allah’ın, “sen ölüye işittiremezsin” (27/Neml, 80) sözüyle kastedilen budur. Dördüncüsü, hüzünlü ve kederli bir hayattır. “Her yerden ona ölüm gelir ama o ölecek değildir” (14/İbrahim, 17) sözleriyle buna işaret edilmiştir. Beşincisi uykudur. “Uyku hafif ölümdür; ölüm derin uykudur” denir.[6]
Kur’an’ın ‘mevt’ ve ‘mevtâ’ kelimelerine olumsuz bir anlam yüklediği, iyi kişilere ‘mevt’ sıfatını izafe etmediği gibi bir zehaba kapılmamalıdır. Bilakis Kur’an her canlının (nefs) ölümlü olduğunu bildirirken (kullü nefsin zaiqatu’l-mevt: 3/Âl-i İmran, 185) ‘mevt’ kelimesini kullanmıştır. Bütün insanların ‘mevta’ olacaklarını bildirdiğine göre, mevta kelimesi altında olumsuz bir anlam aramak gereksizdir. Hatta Peygamber’in de herkes gibi öleceğini bildirmek için bizzat ‘meyyit’ (ölü/ölümlü) kelimesini kullanmıştır. (39/Zümer, 30). Peygamber dahil bütün insanlar için kullandığı ‘mevta’ kelimesini, sanki şehidler “kullü nefs” (bütün canlılar)dan istisna imiş gibi, onlara ‘mevtalar’ demeyin buyurması demek ki başka bir amaca binaen olmalıdır. Şimdi bu amacı bulmaya çalışalım.
Nefsin ölümü tatması, hayvanî kuvvetin gitmesi, ‘ruh’un bedenden ayrılması demektir. Ölüm, kulların boyunlarında taşıdıkları bir hükümdür.[7]‘Katl’ ile ‘mevt’ arasında, sonuçta ölmüş olmak açısından bir fark yoktur. Katl, tıpkı mevt gibi, ruhu bedenden ayırmaktır. Ölüm olayında bir sorumlu kişi var da ölümün sebebi onun fiili olarak görülüyorsa, buna ‘katl’; bir sorumlu yok da sadece hayatın yok oluşuna itibar ediliyorsa ona da ‘mevt’ denmektedir.[8] “O ölür ya ada öldürülürse” (e-fe in mâte ev qutile: 3/Âl-i İmran, 144) ayetinde her iki kelimeyle de ölüm kastedilmiştir.
“Şehidlere ölü demeyin”, “onları ölüler sanmayın” uyarısının, ilk etapta akla gelen yüzeysel yorumların ötesinde çok daha büyük bir anlamı var. Öncelikle belirtelim ki, şehidler biyolojik ve fizikî anlamda ölüm denilen şeyi tatmışlardır, her insan gibi onlar da onlar ölmüşlerdir. Şehid de insan olduğuna göre, her bir insana ‘öldü’ dediğimizde ne olmuşsa, şehide de o olmuştur. Ölen bir insanın ‘ruhu’ bedeninden nasıl ayrılıyorsa, şehidin ‘ruhu’ da öyle ayrılmıştır. Ölüm olayı, kalbin ve kan dolaşımının durması, nefes alıp vermenin, yeme içmenin, konuşulanı duymanın, görülecek olanı görmenin artık tamamen imkânsız olduğu bir değişimdir. Beden artık bu dünyadaki mîâdını doldurmuştur. Dolayısıyla, Peygamber’le Ebu Cehil’in, Musa ile Firavun’un, şehidle onu öldüren düşmanın ölümü arasında (biyolojik/fizikî anlamda) bir fark yoktur. Allah’ın, “her nefis ölümü tadıcıdır” emri de bunun açık izahıdır.
Şehidin ölmediği, ‘öbür âlemde’ yaşamaya devam ettiği, mezarında yeniden dirildiği; bildiğimiz hayat mertebelerinden başka bir hayat mertebesinde el’an canlı olarak bulunduğu gibi yorumlar tamamen afakîdir ve hiçbir ilmî temele dayanmamaktadır. Peygamberler bile ‘meyyit’ (ölümlü) sayıldığına göre, şehidin ölü sayılmamasının başka bir anlamı olmalıdır. Bu ‘başka anlam’a biraz sonra döneceğiz.
Şehidlerin Rızıklandırılması
Şehidlerin Allah katında rızıklandırılması, cennetten önce ve cennetin ötesinde bazı ikramlara mazhar olmak şeklinde yorumlanmıştır. Hasan Basri’den şöyle bir görüş rivayet edilmektedir: şehidler Allah katında diridirler, onların rızıkları ruhlarına sunulur; onlara serinlik ve ferahlık ulaşır. Tıpkı sabah ve akşam Firavun ailesinin ruhlarına ateş sunulduğu ve kendilerine elem dokunduğu gibi.[9] Bu yorumun yanlışlığı, Firavun ve ailesine sunulacak ateşin kabirde olacağını zannetmekle eş oranlıdır. Aslında Firavun örneği gayet yerindedir; Firavun ve ailesine ateş ve elem nerede sunulacaksa, şehidlere rızıkları da orada sunulacaktır! Mücahid ise cennetin meyvesiyle rızıklandırılırlar, kendileri orada [cennette] olmadıkları halde meyvelerin kokusunu alırlar demiştir.[10]
Fahreddin Razi şehidlerin ölmemesi konusundaki görüşleri sıralarken, “onlar şu anda diridirler” diyenlerin görüşüne yer veriyor ve şöyle açıklıyor: “Allahu Teâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için diriltmiştir.” Razi, müfessirlerin çoğunluğunun bu görüşte olduğunu belirtmektedir.[11] Razi, ölenlerin bedenlerini kabirde görüyoruz da onların diri olduğu görüşüne nasıl inanacağız gibi itiraza, “hayatın var olması için bünye şart değildir” diye başlayan sözlerle cevap vermektedir. O, Al-i İmran suresi 169. ayetinin tefsirinde şöyle demektedir: “Bil ki ayetin zahiri, Allah yolunda öldürülen o kimselerin diri olduklarına delalet etmektedir.”[12] Razi, Mutezile’den Ka’bi’nin, şehidlerin diri olmasının ne anlama geldiğine dair açıklamasını çürütmeye kalkarak şöyle bir açıklama getirmektedir: “Hak Teâlâ’nın, ‘Bilakis onlar diridirler’ ifadesinin zahiri onların, bu ayet nazil olduğu zaman diri olduklarını gösterir. Binaenaleyh bundan sonra ayeti, onların ‘ahirette dirilecekleri’ manasına hamletmek, ayetin zahirini terk etmek demektir.”[13] Razi bu hususta Nuh suresinin 25. ayetini delil göstermekte, kendisiyle de çelişmektedir.
Fahreddin Razi, bundan daha kötü bir yorum daha yapıyor ve “Allah’ın velileri [evliyaullah] ölmezler; ama onlar, bir evden (dünya) başka bir eve (ahiret) nakledilirler” şeklindeki uydurma bir söze yer veriyor, bundan da ruhların, bedenin ölümünden sonra da yaşamaya devam ettiği hükmüne ulaşıyor![14]
Zemahşerî, Âl-i İmran suresinin 169. ayetinin tefsirinde, “yurzeqûne” kelimesini, “diğer yaşayanların rızıklandırılması gibi yerler ve içerler” şeklinde açıklamaktadır.[15]
Rivayete göre Mesruk, Abdullah ibni Mes’ud’a Âl-i İmran suresinin 169. ayetinin tefsiri sormuş, o da kendilerinin bunu (Rasulullah’a) sorduklarını ve şu cevabı aldıklarını söylemiştir: Şehidlerin ruhları yeşil bir kuşun karnındadır. O kuşun, arşa asılı kandilleri vardır. Diledikleri zaman cennetten çıkar (serbest dolaşırlar), sonra da bu kandillere konarlar. Rableri onlara görünür ve onlara, bir arzunuz var mı diye sorar. (Şehidlerin ruhları) derler ki: Ne isteyelim, cennette dilediğimiz gibi dolaşıyoruz! Allah bunu üç defa tekrarlar. Ruhlar, bu sorulardan kurtulamadıklarını görünce derler ki, Rabbimiz! Ruhlarımızın cesetlerimize yeniden döndürülmesini ve senin yolunda bir kez daha öldürülmeyi istiyoruz! Allah, başka bir dilekleri olmadığını görünce kendi hallerine terk edilirler.”[16] Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel İbni Abbas’tan rivayet etmektedir. İbni Hanbel’in hadisinde Peygamber’in bu sözlerinin Uhud şehidleri vesilesiyle varid olduğu anlaşılmaktadır.[17]
Şehidlerin cennette olacaklarından ve orada Allahın en üstün taltiflerine mazhar olacaklarından hiç kimse şüphe duyamaz. Bu bizzat Allahın vadidir. Lakin hadislerdeki bu tür tasvirler çok fazla güvenilir değildir. Çünkü Kur’an’ın desteklemediği detaylar içermektedir.
Medine’de münafıklar ve kimi müşrikler mü’minler aleyhinde propaganda yapıyorlar, şehidler için boş yere öldüler, kendilerini heder ettiler gibi sözler sarfediyorlardı. Allah Teâlâ ise müminleri, müşriklerin bu söyleminden etkilenmemeleri için uyarıyor, şehidlerin diriltilip cennete gideceklerini hatırlatıyordu.[18] İşte şehidlerin rızıklandırılmasıyla ilgili en doğru görüş budur. Razi, ayetteki ‘ahyaun’ kelimesini, “onlar diriltilecektir” şeklinde tefsir etmenin tuhaf olmadığını belirtiyor ve İnfitar 13-14, 18/Kehf, 29; 4/Nisa, 145; 22/Hac, 56 gibi ayetleri örnek göstererek, bu ayetlerdeki sözlerin, (gelecekte) cennete ya da cehenneme gidileceğine delalet ettiğini, “onlar böyle olacaklar” anlamına geldiğini belirtiyor.[19] Fakat Razi kendince, kabir azabının gerçekliğini ispat sadedinde birkaç ayet zikretmekte, sonra da, madem kabir azabı haksa, kabirde şehidlerin rızıklandırılmaları da haktır mealinde bir kıyas yapmaktadır.[20]
Eğer Razi, ‘kabir azabı’nı doğru anlayabilseydi, şehidlerin rızıklandırılması bahsini de çelişkisiz anlayacaktı.
Sözü gereğinden fazla uzatmadan, şehidlerin Rableri katında rızıklandırılmalarını nasıl anlamak gerekir?
Bu meseleyi doğru anlamak için öncelikle, ölüm ve ölümden sonra dirilmeyi, ‘kabir hayatı’ denilen şeyi doğru anlamak gerekir. Öyle zannediyorum ki, insanların ekserisinin zihninde ölüm ve ‘kabir hayatı’ şöyle şekillenmektedir: insan ölüyor ve kabre konuyor ama ruhu ölmüyor. İnsan kabirde belli bir ‘hayat’ yaşıyor. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur! Kabirdeki insanlar yüzyıllardır, bin yıllardır bir nevi bekleme pozisyonundadırlar. Bu beklemenin daha kaç bin yıl süreceğini ise hiç kimse bilmemektedir!
Peşinen söylemek gerekirse, ‘kabir hayatı’ diye bir hayat yoktur. Kabir hayatı, “yaşayan ölü” demek kadar çelişik bir sözdür. Çünkü kabir, ölü kimsenin cesedinin bulunduğu yerdir; hayat ise yaşamak demektir ve ölümün zıddıdır. Dolayısıyla kabirde hayattan bahsedilemez. Kabirde hayat değil, ölmüş insanın çürümekte olan ya da çürümüş cesedi vardır. Çürüyen cesedin ise, kuruyup odun olmuş bir ağaçtan, bir taş parçasından, ya da bir tenekeden farkı yoktur. Bir odun parçasının ya da bir taşın herhangi bir yerde şu kadar yıldır beklemekte olduğunu söylemek nasıl mümkün değilse, mezarda çürümekte olan bir insan cesedinin şu kadar yıl beklemekte olduğunu söylemek de mümkün değildir. Beklemek, ay, gün ve yıl saymak/hesap etmek yaşayan insanların işidir.
Peki, ölen insan kabirde ne yapmaktadır? Ya da ölen insana kabirde ne olmaktadır? Ölen insan, yani ceset kabirde çürümeye terk edilmiştir. Ne onun bir şey yapması söz konusudur, ne de bedeninin çürüyüp dağılması, zamanla toprağa (geldiği yere) karışması/dönmesi dışında ona bir işlem yapılmaktadır. Dünyada kalan insanlar, ölenin ardından günler, aylar, yıllar ve asırlar saymakta ama ölen, kendisi öleli şu kadar zaman oldu gibi bir zihinsel işlem yürütememektedir. Çünkü o artık canlı değildir.
Lakin işte tam bu noktada, şöyle bir incelik bulunmaktadır: aslında ölen insan, dünyadakilerin saydıklarının aksine yüzlerce ya da binlerce yıl kabirde beklememektedir. Ölen kişi, kabirde bir gün de kalsa, bir milyon yıl da kalsa, ölenin kendisi açısından bir ve aynıdır; o aslında kabirde ‘bir gün’ ya da ‘bir günün yarısı’ kadar (18/Kehf, 19) kalmıştır. Ertesi gün ise dirilmiştir. Bu durumda şöyle bir zihinsel egzersiz yapabiliriz: on sene önce ölen, yüz sene önce ölen, on bin sene ya da (varsa) milyon sene önce ölenle bugün ölen kişiler aynı anda/eş zamanlı olarak dirilecekler ve hepsi de “dün ölmüştük” zannına sahip olacaklardır. Hiçbiri, şu kadar zaman önce ölmüşlüğün ayırdında olmayacaktır. Öyleyse artık burada şu son noktayı koyabiliriz: ölmek aslında ahirete doğmak demektir. Bugün ölen insan yarın ahretli olmakta, ahirette gözünü açmaktadır. Buna göre, ölen bütün insanların ölüm tarihleri bize göre farklı farklıysa da, ahirete doğum tarihleri tek ve aynıdır.
Bu açıklamaya göre, kabir azabı gibi hikâyelerin hiçbirinin gerçek olmadığı, tamamen kurgusal rivayetlerden ibaret olduğu kolayca anlaşılacaktır…
İşte Kur’an’ın, “şehidler diridirler lakin siz anlamazsınız” (lâ teş’urûn) demesinin hikmeti burada gizlidir. Dünyadaki zaman algısıyla ahretin zaman mefhumu birbirinden farklı olduğu için, Allah’ın buyruğu kesin olarak doğru ve gerçeği bildiriyor lakin şehidlerin diri olmasını bu dünyadaki zaman kavramına göre düşünmeye alışmış insanlar, mezardaki insanı dirilmiş olarak düşünmeden edemiyor! Kur’an’ın bunu söylediğini zannediyor ve hatta bizim bu yorumumuz gibi yorumları, Kur’an’ın dediğini inkâr etmek gibi algılayabiliyor. Bu sebeple insanlar, yanan, cesedi param parça olan, belki de yırtıcı hayvanların yediği kimselerin cesedinin bile (mezarda) diriltilip, canlı hayat sürdüğü gibi inanışlara sapabiliyorlar.[21]
Peki, neden hala şehidlerin Rableri katında rızıklandırılması meselesine gelemedik? İşte tam da şimdi o konu üzerindeyiz. Şehidler, Rableri katında yani cennette rızıklandırılacaklardır. “Rableri katında rızıklandırılırlar” sözünü, “rızıklandırılacaklar” diye anlamak doğru bir anlayıştır. Böyle anlamaya bizi Kur’an sevk etmektedir. Kur’an, sadece şehidlerin değil, salih amel işleyen erkek veya kadın her mü’minin cennette hesapsızca rızıklandırılacağını bildirmektedir. (40/Mü’min, 40). Cennette mü’minlerin rızıklandırılacaklarını bildiren başka ayetler de bulunmaktadır. (2/Bakara, 25; 22/Hac, 50). Cennette müminlere Allah’ın türlü nimetlerinin ikram edileceğini anlatan ayetler saymakla bitecek gibi değildir. Fakat mezarda müminlere rızık verileceğini bildiren bir tane bile ayet yoktur. Bu gerçeklere dikkat etmeden dinde görüş beyan etmek Allah katında büyük bir vebaldir.
Demek ki, şehidlerin Rableri katında rızıklandırılması, ahirette, cennette söz konusudur. Bunun dışında yapılan yorumların hiçbir inandırıcılığı yoktur. “Inde Rabbihim” yani “Rableri katında” derken buradaki “yanında”yı hakiki anlamında anlamak doğru olmaz. Bu, mekân ve mesafe bildiren bir ‘yanında’lık olmayıp, şeref ve keramet (kerimlik/yücelik), üstünlük bildiren bir ‘yanındalık’tır.[22] Yatağında ölen bir müminle, şehid edilerek öldürülen bir mü’min arasında, ölümü tatmak, yeniden diriliş, cennet hayatı gibi aşamalar bakımından bir fark yoktur. Fark, şehadet gibi o ulvi derecededir.
Şehidler Neden ‘Ölmez’?
Şimdi de şehidlere ‘ölüler’ demenin memnu oluşunun hikmetini araştıralım. Yukarıda, ölüm denilen şeyi tatmak açısından şehidle, diğer insanlar arasında fark olmadığına değinmiştik. Fakat Allah’ın, şehidlere ölüler demeyin uyarısının çok önemli ve ciddi bir anlamı mutlaka olmalıdır. Evet, şehidler ölmez çünkü şehid, unutulup gidecek sıradan bir ölü değildir. Şehid, yiğit bir insandır. Şehadet, bir davanın ispatıdır; sözlü beyanın kanla ispata dönüştüğü andır. İman edilen yüce davanın kanla atılmış imzasıdır. Ahiretin tapu belgesidir. Diliyle ikrar ettiği, kalbiyle tasdik ettiği şeyin, canla tescili, tanıklığıdır. Şehadet, kaçmamanın, geri adım atmamanın, dönmemenin, sözü kıvırmamanın, “yanlış anlaşıldım” korkaklığına düşmemenin, adam gibi adam olmanın kanıtıdır.
Şehit, şahittir, yani tanıktır. Şehit bütün âleme haykırmaktadır: tanık olun ki ben bu davanın insanıyım, ben dilimin ucuyla değil, yüreğimle, kanımla ve canımla bu yolu tasdik ediyorum. Benim canım ve kanım, peygamberlerin ve gelmiş geçmiş şehitlerin kanından daha değerli değildir. Allah bana bu canı ve kanı, gerektiği yerde Allah yoluna feda edebilesin diye verdi. Onu sakın ha zor şartlarda kullanma, kendini koru, canının kıymetini bil, izbe yerlerde dolaş, selamet yerlerde yaşa, karda yürü, izini belli etme diye vermedi. Eğer öyle yaparsam kanımı kokuturum, pisletirim temiz kanımı.
Sümüklü böcek gibi rutubetli, izbe ve karanlık köşelerde yaşamak, kendimi kirletmektir, sümüksü olmaktır. Evet, sümüklü böcek de gittiği yerlerde ince, beyaz ipliksi bir iz/salgı bırakır ama o iz, gidilecek bir yol değildir, İnsanlığı aydınlığa/nura götürmez. Hiçbir yere götürmez. Korkaklar, canını, kanını ve malını çok sevenler, sümüklü böceklere hayranlıkla bakabilirler.
Şehadet, Allah’ın canınız ve malınız karşılığında satıyorum dediği cennet alış-verişine doğru şerefli bir koşudur.
Şehid, uzun lafa hacet bırakmadan anlatır anlatacağını. Zaten çok laf akıllıya söylenmez. Akıllı kimseler şehidin bu hareketinden alırlar alacaklarını. Şehidin mesajı çok yalın, açık, net, arı ve durudur. Hiçbir giriftliği yoktur. Entelektüel gevezelikleri tor-top eder ve çöp sepetine atar şehadet.
Şehid, hak davanın en güvenilir tanığıdır. Uğrunda şehidler verilen bir hak dava, yeryüzünde kökleşmeye başlamış demektir. Bir ümmetin şehidleri yoksa, geleceklerini koruyacak büyük bir hazineden mahrumdurlar demektir. Binlerce kalem erbabının, bir o kadar hatibin anlatamadığını şehid tek başına anlatır. Şehadet davaya itimaddır, güvendir, itminandır. Dava sahipleri şehidlerinden güç alırlar. O davanın ne kadar mal, can ve kan verilesi bir dava olduğunu idrak ederler. Şehidlere duyulan saygı, insanların dinlerine ve davalarına daha bir samimiyetle inanmalarını sağlar. İnsanların kendilerini sorgulamalarını, bencil ve korkak nefislerini kınamalarını sağlar. Bu açıdan şehidler, sanki sokak başlarına, meydanlara dikilmiş büyük lambalar gibidir; toplumun ufkunun hiç kararmamasını temin eder. Merhum Seyyid Kutub, şehadetinden önce kendisini anlatmışçasına şöyle demektedir:
“Hayatın belirtisi, hareket ve faaliyettir. Ölümün belirtisi ise donukluk ve sükûttur. Allah yolunda öldürülenler, uğruna öldükleri davanın zafere ulaşması bakımından, topluluklarda büyük bir tesir uyandırıyorlar. Onların ölümüyle davaları daha fazla büyür ve gelişir. Onların şehadeti arkada kalanlara tesir eder. Öldürüldükten sonra, kitlenin iç âleminde tesirli bir faaliyet unsuru olarak kalırlar. Bu da bir bakıma hareket ve faaliyet şeklidir. İşte asıl ölmezlik budur.”[23]
Şehidler aynı zamanda küffarı, kâfirlerin ve zalimlerin düşmanlığını hatırlatır. Müminlere ancak ve ancak mü’minlerin dost/kardeş olacağını öğretir. Şehidler kabristanı sanki, dinler arası diyalog ve hoşgörü masallarını birinci elden çürüten, görme kabiliyeti olan herkesin gözüne batarcasına ‘konuşan’ anıtlardır.
Şehid, bedeni ortadan kalkmış olsa da, hatırası ile geride kalan ümmete hayat iksiri sunar. Davanın yaşamasını (hayatiyetini), daha da ileriye götürülmesi için azim ve kararlılık göstermeyi sağlar. Şehidlere bunun için, sıradan bir insana dendiği gibi, ‘öldü’ denmez. Onun aziz hatırasına saygı gösterilir. Yani şehid, ölüp gitti, unutulmaya mahkûm oldu gibi bir lisanla anılmaz. Böyle bir lisan abestir, kabadır.
Şehid şahittir, Allahın nimetlerine, cennetine tanıktır; Allah’ın çağrısına (pazarlığına) uyarak canını vermiş ve cenneti satın almıştır. Cennetin ucuz olmadığını göstermiştir.
İşte şehidlere bu sebeple ‘ölüler’ denmez.
Yukarıda yazılanlardan, “en iyi Müslüman öldürülen müslümandır” gibi bir anlam çıkartılmamalıdır. Bir Müslümanın en değerli olması için illa da şehid edilmesi gerekmez. Hz. Ebu Bekir yatağında ölmüş, Hz. Ömer ise öldürülmüştür fakat her ikisi arasında bu sebeple bir ayrım gözetmek kimsenin aklına gelmez. Fakat şehid, Allah yolunda en kıymetli varlığını korkmadan feda edebildiği için çok değerlidir. İslam davası ancak, canını ve malını gözünü kırpmadan feda edebilen Müslümanların omuzlarında yükselecektir.
* İKTİBAS, S. 379, Temmuz 2010.
[1] -Zemahşerî, Keşşaf, I/206; Razi, Tefsir-i Kebir Tercümesi, IV/75.
[2] -Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, II/139.
[3] -Rağıb el-İsfehani, Mufredat, 392.
[4] -Rağıb el-İsfehani, Mufredat, 394.
[5] -Razi, Tefsir-i Kebir, VIII/149.
[6] -Rağıb el-İsfehani, Mufredat, 723-724.
[7] -Rağıb el-İsfehani, Mufredat, 724.
[8] -Rağıb el-İsfehani, Mufredat, 593.
[9] -Zemahşerî, Keşşaf, I/206.
[10] -Zemahşerî, Keşşaf, I/206.
[11] -Razi, Tefsir-i Kebir, IV/75.
[12] -Razi, Tefsir-i Kebir, VII/198.