İstanbul’dan uçağa bindiğinizde, yaklaşık bir buçuk saat gibi bir sürede Saraybosna’ya inmiş olursunuz. Havaalanından hızlıca şehir merkezine geçtiğinizde, kendinizi bir kültür, keyif ve tarih cümbüşünün orta yerinde bulursunuz. Buram buram Osmanlı kokan sokaklarda aylak aylak yürümek, enfes güzellikteki börekler ve köftelerden tatmak, Başçarşı Sebili’nin önünde dingin pozlar vermek, Gazi Hüsrev Bey Camii’nin insanın ruhuna işleyen ortamında namaz kılmak, tepelerden birine tırmanarak Balkanların bu harika şehrini tepeden izlemek… Sayısız seçenekle, Saraybosna’nın tadını çıkarmaya da hazırsınızdır artık.
Sadece bugüne odaklananlar veya tarihe ilgisi zayıf olanlar için, Saraybosna, “muhteşem bir şehir”den ötesi değildir. Göz bugünü görür, neyi görürse ondan keyif alır, arka plana geçemez, geçmişle geleceği de birbirine bağlayamaz çünkü. Mekân ve zamanla irtibatını daha derin tutmaya gayret edenler ise, bugünün şen-şakrak Saraybosna’sının yüzünde, henüz çok uzak bir geçmişte kalmamış olan bazı ağır yüklerin, acıların ve trajedilerin gölgelerini de seçmeyi başarır. Ve hatta Saraybosna’nın kırılganlığını, dargınlığını, yaralarından sızmaya devam eden incecik kan yollarını görüp, bunlarsız Saraybosna’yı algılamanın ne büyük bir talihsizlik ve nasipsizlik olacağını teslim eder.
Bir şehrin sadece o andaki mutluluk ve huzuruna odaklanmanın, insanı aslında ne çok yanıltabileceğinin canlı bir örneğidir Saraybosna. 1992-96 arasında, 1425 gün boyunca Sırpların kuşatması altında kalan bu nazenin şehir, “modern savaş tarihinde, bir başkentin karşı karşıya kaldığı en uzun kuşatma”yı tecrübe etmişti. Dikkatle bakan bir göz, o bitmez-tükenmez sıkıntılı günlerin bütün hatırasının Saraybosna sokaklarında bugün ve şimdi hâlâ capcanlı şekilde durduğunu dehşet içinde fark edecektir.
***
4 Mayıs 1980 günü, Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito dünyaya gözlerini kapadığında, bu sadece bir liderin ölümü değildi. Onunla birlikte, Yugoslavya’yı oluşturan farklı milletlerin birlikte yaşama ihtimal ve imkânı da ölüyordu. Yumuşak ve disiplinli bir dikta rejimi kuran Tito, 1943’ten ölümüne kadar Yugoslavya’yı avucunun içinde tutmuştu. Sovyetler Birliği veya komşu Arnavutluk’un aksine, Yugoslavya’da dinî özgürlüklere sınırlı bir alan da açan Tito, öyle veya böyle, birbirinden bambaşka özelliklere ve amaçlara sahip milletleri bir arada ve tek çatı altında tutmayı başarmıştı. Onun ölümü, bir ülkenin kaderinin bazen bir lidere ne kadar fazla bağlı olduğunu da gösterecekti.
İç çatışma, ekonomik bunalım ve gerilim dolu birkaç yılın ardından Slovenya ve Hırvatistan, 1991’de art arda bağımsızlıklarına kavuştular. 1992’nin martında sıra Bosna’nın bağımsızlığına geldiğinde, hepimizin yakından izlediği ve bildiği trajedilerin de sırası gelmiş oldu: Müslüman Boşnakların, Ortodoks Sırpların ve Katolik Hırvatların iç içe yaşadığı Bosna-Hersek, 29 Şubat-1 Mart günlerinde düzenlenen bağımsızlık referandumunun hemen ardından, Sırplarla Hırvatların Müslümanlara yönelik başlattığı korkunç katliamlara sahne oldu. 1995 sonuna kadar devam eden acımasız saldırılarda hayatını kaybeden sivillerin dramı, Srebrenitsa Katliamı türünden ‘meşhur’ olaylar vesilesiyle artık bütün dünyanın malumu.
Bundan tam 27 yıl önce, 5 Nisan 1992 günü başlayan Saraybosna Kuşatması ise, diğerleri kadar konuşulmadığından olsa gerek, sıklıkla gündemimize girmeyi başaramıyor. Oysa, “Avrupa’nın Müslüman yerlileri olmak”tan başka suçları bulunmayan Boşnakların kuşatma sırasında yaşadıkları, nesiller boyunca anlatılacak ve konuşulacak ayrıntılar ihtiva ediyor. 500 bin kişiyi direkt biçimde etkileyen kuşatma elektrik kesintileriyle, su ve gıda sıkıntısıyla, keskin nişancıların sokaklarda başlattığı insan avıyla, açlıktan ölen bebeklerin ve annelerinin feryatlarıyla, kuşatma yetmiyormuş gibi bir de pazar yerlerine ve şehrin meydanlarına düzenlenen roketli saldırılarla, temiz su kıtlığı nedeniyle patlak veren kolera salgınlarıyla ve daha birçok korkunçluğuyla okullarda “ders” olarak okutulsa yeridir.
5 bin 434’ü sivil olmak üzere 13 bin 952 kişinin hayatını kaybettiği kuşatma, yüzyıllardır bir arada yaşayan bir toplumun, şartlar oluştuğunda nasıl ve ne dereceye kadar ayrışabileceğinin de acı bir hatırası niteliğindedir. 29 Şubat 1996’da kuşatma resmen bitmiş olsa da, Bosna toplumunun bağrında açtığı yara, bugün hâlâ kanamaya devam ediyor.
***
Her şey bittikten ve savaşlar geçip gittikten sonra, “hiçbir şey olmamış” gibi hissetmek, bize iyi geliyor, doğru. Başka türlü, tüm bu acılara ve kederlere katlanmak imkânsız olurdu. Unutmak ve sanki o kâbuslar hiç gerçekleşmemiş gibi hayatına devam etmek, insan için bazen tek çıkar yol.
Ama insanoğluna verilen unutma nimetinin, geçmişten ibret alma, dersler çıkarma ve böylece yeni ve daha büyük hatalar yapmama yolunda bize engel de olmaması gerekiyor. Aliya İzetbegoviç’in dediği gibi: “Ne yaparsanız yapın. Her şeyi unutun, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır!”
Yeni Şafak / Taha Kılınç