Gazeteci Ruşen Çakır, 4 Nisan 2020 tarihinde Medyascope’da Prof. Dr. Kemal Sayar ile önemli bir söyleşi gerçekleştirdi. Saat 16.00’da başlayan söyleşiyi sosyal medyadan canlı olarak izlemek mümkündü. “Salgın döneminde birey ve toplum” başlığını taşıyan sohbette Ruşen Çakır, misafirine pandemi sürecinin toplum ve insan üzerindeki olumsuz etkilerine, covid-19 sonrasında yaşanabilecek muhtemel sorunlar ve değişimlere dair dikkate değer sorular yöneltti.
2 / 20
İçinde bulunduğumuz zorlu süreçte daha fazla kişiye ulaşması amacıyla söyleşiyi yazıya aktararak alıntılıyoruz:
3 / 20
Ruşen Çakır: Bugün salgını; salgında bireyin durumunu, sürecin bugününü ve yarınını konuşacağız. Önce şuradan başlayalım: Sosyal medya hesaplarınızda; “Kişisel önerim toplumsal teyakkuz haline geçmemizdir.” diyorsunuz. Niye böyle bir şey söylüyorsunuz? Sizce toplum olayın vahametini anlayamadı mı? Neden bir teyakkuz hali istiyorsunuz?
4 / 20
Kemal Sayar: Evet, toplum bunu anlayamadı ve maalesef anlamaları için de bu hastalığın ailelerine sirayet etmesi gerekecek. Bazı insanlarımız görmeden tam manasıyla ikna olmuyorlar. Bir de bu sürece biz yanlış ve insanları vahamete sürükleyen televizyon programlarıyla başladık. İlk bir ay maalesef hep magazinel konular tartışıldı. Kelle paçadan Türk genine kadar. Bütün bunlar insanların dikkatini dağıttı ve yaklaşmakta olan o büyük dalgayı hissetmelerini zorlaştırdı. Bu sebeple ben olayın ciddiyetinin tam olarak anlaşılmadığını düşünüyorum.
5 / 20
Ruşen Çakır: Peki virüsün Wuhan’da çıktığı anda Türkiye’nin teyakkuza geçmesi mümkün müydü sizce? Ülkeye bu teyakkuz hali anlatılabilir miydi? Yani buraya da hemen gelebileceğine toplum ikna edilebilir miydi?
6 / 20
Kemal Sayar: Bu toplumsal psikolojiyi ayarlayabilmekle alakalı. Bir İngiliz bakanın çok meşhur bir sözü vardır: “Pandemiden önceki aldığınız her önlem gereksiz bulunur fakat pandemiden çıktığınızda da sizi yetersiz tedbir almakla suçlarlar.” Bu böyle bir şey. Toplumsal psikolojiyi hazırlamak insanları iyi bilgilendirmekle olur. Biz bir ayımızı değerli bilim adamlarının karşısına gayr-i ciddi şahsiyetler ve magazinel içerikler koyup reyting devşirmeye çalışarak geçirdik. Bu da konuyu insanlarda önemsizleştirdi. Bunun anlaşılabilir bir yönü var aslında: Hepimiz muhayyilemizin kuşatmakta güçlük çektiği olayları basitleştirerek algılama eğilimindeyiz. İnsan zihni basitleştirerek rahatlar. Hurefeler de buradan doğar. Kelle paça gibi sars salgınında Çin’de insanlar bezelye çorbası içerek iyileşebileceklerini düşünmüşlerdi. Doğuştan konuşan bir bebeğin bu kehanette bulunduğunu söylemişlerdi ve koskoca Çin’de bezelye stokları tükenmişti. Yani insan sorunlarla basitleştirerek başa çıkabileceğini düşünür. “Şunu, şunu tüketirsek hasta olmayız.” düşüncesi insanları rahatlattı ve “O kadar da büyük bir mesele değildir.” diye düşündüler.
Bir de belki bu süreçte Sağlık Bakanlığı daha görsel kampanyalarla bizlere diğer ülkelerin geçmekte olduğu krizleri duyurabilirdi/duyurrmalıydı. Çünkü insanların büyük bir kısmı istatistikten bahsedilince olayların içine giremez. Bize öyküler lazım.
7 / 20
Ruşen Çakır: Çin’de ve dünyanın pek çok yerinde bu virüsün görülmesinin ardından Türkiye’de de ölümler başladı fakat önceleri isim ve şehirler örtüldü, sadece rakamlar verildi. Siz ise tam tersini söylüyorsunuz. “Bize öyküler lazım.” diyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?
8 / 20
Kemal Sayar: Burada aklımızda tutmamız gereken iki temel husus var. Birincisi: Kaybettiğimiz insanların birimizin annesi, babası, kardeşi ya da evladı olduğu. Hal böyle olmasına karşın biz topluma sadece rakam verince acıya yabancılaşıyoruz. Belki bu tutumumuzu bir gözden geçirmemiz lazım. Ölümlerimizi insanların hikayeleri üzerinden konuşmamız lazım. Nitekim kıymetli bir kaç hocamızı da kaybettik. Onların hikayeleri üzerinden ölümler tartışıldı ama bilinmeyenlerin, meşhur olmayanların da bir ailesi var. Onlar da bu ülkenin yurttaşı. Zaman zaman o hikayeleri de hatırlamamız ve bizim gibilerin de ölebildiğini bilmemiz lazım. İkincisi: Zaman zaman bu hastalığı aşmış insanların öykülerini dinlememiz gerektiğidir. Çünkü bu başarı hikayeleri bizi karamsarlıktan kurtaracak ve ümidimizi artıracak. Ümit hikayesine de ihtiyaç var. Belirsizlik her zaman en kötü senaryoyu verir. İnsanlar bu belirsizlikte; “Kapıyı açsam ölüm.” gibi düşünürler. Halbuki zor bir mücadele sonunda bu hastalığı yenenlerin hikayelerine de ihtiyaç var. Sürekli rakamsal veriler sunmak insanlarda her an bu rakamların parçası olabilecekleri hissini doğuruyor.
9 / 20
Ruşen Çakır: Peki pandemide dayanışma en önemli unsurlardan biriyken bizden aynı zamanda sosyal mesafeyi korumamız bekleniyor. İkisini aynı anda yapmak nasıl mümkün olabilir? Yani hem uzak hem yakın nasıl olunur?
10 / 20
Kemal Sayar: Şimdiye kadar teknoloji hep bizi birbirimizden ayıran bir nehirdi. Şimdi ise bizi birleştiren nehir oldu. Teknoloji hakkında hep ayrıştırıcı unsur olarak konuşuyorduk. Enteresan ki şimdi teknoloji yakınlaştırıyor. İnsanlar teknoloji oldukça birbirleriyle bir şekilde bağ kuracaklar. Ama bu sosyal mesafe lafına bir itirazda bulunayım. Bu yanlış bir kullanım. Çünkü insan sosyal bir varlık. Aslında fiziksel mesafe demeliyiz, bedensel mesafe demeliyiz. Çünkü bu süreçte bedenlerimizi değil duygularımızı kullanarak yakınlaşacağız. Bu yüzden artık sevdiklerimizi her zaman görmek yerine onlara hatırımızda olduklarını duyuralım. Hal-hatır soralım. Bu tür nezaket eylemleriyle kalpler arasındaki mesafeyi yakınlaştırabiliriz diye düşünüyorum. Mevcut teknolojik imkanlarla artık bu çok daha kolay.
11 / 20
Ruşen Çakır: Bu virüsle birlikte aslında büyük bir devrim oldu. İnsanların hayat tarzları değişti. Öğrenci okula, dindar ibadethaneye gidemiyor. İnsanlar eski hayatlarıyla yeni hayatları arasındaki bu uyumsuzluğu nasıl aşar?
12 / 20
Kemal Sayar: Bu süreci mümkün mertebe verimli bir süreç kılmalı. Bunu söylemek kolay ama yapmak gerçekten zor. Hayat çok hızlı akıyor olmasına rağmen birden yavaşladı. Geçtiğimiz günlerde Harward’da bir konuşmacı bu günleri anlatırken; “Pandemi zamanı” kavramını kullanmış ve “Şimdilerde zaman yavaşça parçalanmaz yekpâre bir bütün olarak akıyor.” demişti. Zamanı “parçalanmaz bir şimdi” olarak yaşamak yıllardır aradığımız bir fırsat. Şimdi belki de yapamadığımız şeyleri birer birer hayata geçirme zamanı. Belki ailemizle daha fazla zaman geçirerek onlara anlatmadığımız hikayeleri anlatmak, gözlerinin içine bakmak, oyunlar oynayarak güzel vakit geçirmek, içe doğru derinleşmek zamanı olabilir. Burada şunu da hatırlatmalıyız: Bu dönemde bireyler birbirlerine zaman ayırdıkları kadar ayrı olarak kendilerine de zaman ayırmalıdırlar. Bir kitabın, bir filmin koynunda unutulduğumuz kendimize mahsus mahrem zamanlarımız olmalı ki bu dönemi biraz daha iyi beslenerek geçirelim. Bir de ekran karşısında ne kadar uzun zaman geçirir ve kara haberler alırsak o kadar ruhsal olarak dibe çöküyoruz. Bu yüzden televizyonla geçirdiğimiz saatleri sınırlamaya; 1-2 saate düşürmeye, sonra insan olarak bizi besleyen, geliştiren, ruhumuzu kanatlandıran, “İyi ki yaşıyorum, iyi ki varım.” hissi uyandıran etkinliklerle meşgul olmalıyız.
13 / 20
Ruşen Çakar: Geçenlerde yapılmış bir röportajı çevirmiştik. Orada; “Korona’nın iyi yanı belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak.” deniyordu. Siz bu konuda ne diyorsunuz?
14 / 20
Kemal Sayar: Kesinlikle katılıyorum. Bir mikro organizma dünyayı hizaya getirdi, yakıcı sorular sordurdu. Mevcut düzenimiz insanî mi? Tabiata bu kadar tahakküm etmekle, iklim değişimlerine sebep olmakla, mülteci krizine sırtımızı dönmekle doğru mu yaptık? İnsanlığın başka kesimlerindeki kimselere, görüş mesafemizde olmayanlara sırtımızı döndük ama hepimiz dünyayı aynı tekinsizlikte tecrübe ediyoruz şimdi. Tıpkı bir mülteci gibi. Acaba artık insanlık olarak bir birbirimize bağlanmalı mıyız yoksa dünya üzerindeki tahakkümümüzü sürdürmeli miyiz? Bu kapitalist dünyada yaşamayı gerçekten istiyor muyuz? Bu sorular şimdilerde global olarak tehdit hissetmesiyle birlikte insanlığa çok daha önemli ve anlamlı gelen sorular.
15 / 20
Ruşen Çakır: Bu insanlık için her şeyi alt-üst eden, bir an önce bitmesi istenen gerçekten sert bir zaman dilimi. Bundan sonra belki kademeli olarak da olsa eski normal hayatımıza döneceğiz. Ancak döndüğümüzde eski normal, yerinde olamayacak her halde? Ne dersiniz?
16 / 20
Kemal Sayar: Tabiî ki. Bu noktada iyimserler ve kötümserler var. Kötümserler dünyanın artık dijital bir diktatörlük sistemine gideceğini, mahremiyet hakkımızın ihlal edileceğini, Çin’de geliştirilen gözetim mekanizmalarıyla tüm dünyanın tanışacağını, daha güçlü otoriter yönetimlerin insanları sıkboğaz edeceğini, elektronik kontrol yöntemleriyle mutlak gözetim toplumlarına dönüşeceğimizi ileri sürüyorlar.
İyimserler ise -ki onlara mizaç olarak kendimi daha yakın hissediyorum- tüm bu badirelerden sonra bir empati çağına gireceğimizi, birbirimize yardım etmeden var olamayacağımızı anlayacağımızı, dolayısıyla bu vahşi ve bencil kapitalizmin artık son bulacağını, daha yardımlaşmaya dayalı, diğerkâmlık, merhamet gibi erdemleri ana düstur olarak benimseyen devlet yönetimlerinin, insani anlayışların tüm dünya ölçeğinde geçerlilik kazanacağını ve bir empati çağının başlayacağını düşünüyorlar.
17 / 20
Ruşen Çakır: Siz benden baya iyimser çıktınız. Tüm bunların bir de ekonomik ayağı var. İnsanlar işlerini kaybediyor, ücretli işçiler çalışamıyor, esnaf, işletme sahipleri vs iflas açıklıyorlar. Siz akademik literatüre hakimsiniz. Bunca ekonomik buhrandan sonra toplumun toparlanması ne kadar zaman alıyor?
18 / 20
Kemal Sayar: İnsanların ekonomik kayıpları ve geleceğe baktıklarında güvensiz hissetmeleri pek çok ulusal rahatsızlığı tetikler gibi görünüyor. Bunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Karantinaya girip çıkan insanlarda bile sürecin olumsuz etkileri gözükebiliyor. Travma sonrası görülen stres bozuklukları, önümüzdeki yıllarda tehdidin tamamen kaybolup kaybolmayacağının bilinememesi bu sürecin eksilerinden. Sürecin ardından belki ekonomik istikrarsızlıklar olacak ama dalgadan arta kalmış olmanın sevincinin yanında bu buhranın tesirli olmayacağını, kayıpların bir şekilde yerlerinin dolacağını düşünüyorum. Bu dönemin sonunda psikiyatristlere ve medya mensuplarına büyük iş düşecek. Toplum rehabiliteye ihtiyaç duyacak. Devletler tüm bunlar bittiğinde daha sosyal devletler olmak zorundalar. Ekonomik kayba uğrayanlara, geçim zorluğu çekenlere azami derecede yardım lazım. Hatta bir milletlerarası dayanışma kendini göstermeli.
19 / 20
Ruşen Çakır: Artık yavaş yavaş noktayı koyalım. Böyle dönemler her gruptan iyilerin ve kötülerin kendilerini bir şekilde gösterdikleri dönemler oluyor. Bu konuda ne söylersiniz?
20 / 20
Kemal Sayar: Bu tür afet zamanları insanların içindeki iyiyi de kötüyü de çok açığa çıkaran zamanlardır. Şu anda toplumda muazzam yardımlaşma örnekleri var ve bunlar bilâ bedel yapılıyor. Bir taraftan da hala kafalarında ideolojik ajandalar olanlar ve bunları insanlara dayatmaya çalışanlar olduğunu da görüyoruz. Salgına nasıl girdiğimiz kadar salgından nasıl çıktığımız da önemlidir. Hangi tarafımız kuvvetleniyor? Yani yüceleşecek miyiz insan olarak, daha asil insanlar haline mi geleceğiz yoksa daha vahşileşecek ve ilkel dürtülerle mi hareket edeceğiz? İşte bu da bizim sınavımız olacak.
Dünya Bizim