Muhammed Kutub, Risale Yayınlarından çıkan “Düzeltilmesi Gereken Kavramlar” kitabında tevhid kavramını merkeze alarak ibadet, kaza-kader, dünya ve ahiret, uygarlık-dünyanın imarı kavramlarını etraflıca ayet ve hadislerden yararlanarak ele alıyor.
İlk dönemde iman edenler ve son dönem Müslümanlarının ekseninde kavramları değerlendiren yazar, eleştirilerle birlikte olması gerekeni de okuyucuya sunar. 8 Maddede kitabı şöyle özetleyebiliriz:
- “Lâ ilâhe illallah” sadece kâfirlerin inanması veya şirk koşanların tevhide çağırılması için değildi
“Lâ İlâhe İllallah” kavramı İslam’ın birinci ve en önemli esasıdır. Tevhidin Kur’an’da en geniş alanı kaplaması sadece ilk muhatapların müşriklerden oluşmasıyla açıklanamazdı. İnanç sistemine dayalı İslam Devleti, Medine’de kurulduktan sonra da muamelatın devamında tevhidi vurgulayan ayetler gönderilmeye devam etti. Tevhid konusu din için belli bir vaktin içine sığacak hususiyetler barındırmadığı gibi bütün elçilerin insanlara aktarmakla yükümlü oldukları en önemli esası teşkil ediyordu.
İnsan hayatını kapsayan bir hakikat olan “la ilâhe illallah” sadece kâfirlerin inanması veya şirk koşanların tevhide çağırılması için değildi. “Ey iman edenler! İman ediniz!” ayeti inananlara da açık bir çağrıdır. Kâfir itikadını düzeltmek için, mümin imanda kalmak için ona muhtaçtır.
İnsan ya sadece Yaradan’a kuldur ya da şeytana kuldur ve üçüncü seçeneği yoktur. Kureyşliler içlerinden dini bir lider çıkmasına sevinecekken söyleyecekleri bir söz (la ilahe illallah lafzı) hayatlarında ne gibi bir değişiklik yapacaktı ki elçinin karşısında durdular? Yaşamları, helal ve haram anlayışları, yaptıklarından hesaba çekilmek, “ahlaki” zayıflıklarını terk etmek nefislerinin kabul edebilecekleri bir alan sunmuyordu inkârcılara. Atalarının cahiliye tavırlarının devam ettiricisiydiler.
İslam’a yeni giren kişinin öncelikle kelime-i şahadet getirmesi daha sonra muamelata dair emirlere uyması gerekiyordu. Bu da tekliflerin belli bir eğitim sonrası imanın tamamlayıcısı ve devam ettiricisi olarak inananın hayatına sirayet etmesiyle neticelenecekti.
Peygamberler tarih içerisinde de toplumun ileri gelenleri ve bu liderlere itaat edenler tarafından inkâr edilip engellenmeye çalışılmıştır. Ancak reddedişin esasını teşkil eden husus “ilahlar” sorunu olmayıp tamamen egemenlikle bağlantılıdır. Hz. Musa kıssasındaki Firavun ve Mekke’deki Kureyşliler’in ileri gelenleri arasındaki benzerlik de buradan kaynaklanır.
Günahsız bir toplum mümkün değildir ancak üstünde durulması gereken nokta Allah’ın (c.c.) hükümranlığı ve namazın edasıdır. Kalp ile tasdik ve dil ile ikrarın kâfi gelmeyeceği “lâ ilâhe illallah” lafzının gereklerini yapmadan mümin olunamayacağı İslam toplumunda aşikârdır. Eski ve yeni Mürcie anlayışına göre tasdik ve ikrar kâfi gelseydi iman kâfire de zor gelmeyecekti. İnsanı ilahi emirlere muhatap kılmayan İslam anlayışı! inandığı şeye muhalif bir tavır sergilediğinde kişilik parçalanmasına yol açar ki; imanın yüklediği sorumluluklarla bağ kurmamak da böyledir.
“Lâ ilâhe illallah”ın gerekleri şöyledir:
- O’ndan (c.c.) başka ilah olmadığını isim, sıfat ve fillerinde birliğini kabul etmek (itikat tevhidi).
- İbadetin sadece Allah’a (c.c.) yapılması (ibadet tevhidi).
- Helal ve haramda kanun koyucunun O (c.c.) olması.
- Allah’ın (c.c.) müminlere farz kıldıklarının yapılması.
- Kitap ve sünnette yer alan tevhid kelimesinin gereklerini bilip, onunla ahlaklanmak.
Bu hususlarda meydana gelebilecek herhangi bir sapma şirktir. Kavramları anlamamızdaki hatalar basit bir tavırla üzerinde durulacak esasları barındırmamaktadır. Egemenlik kurmaya çalışan güçlerin çekindikleri tek şey insanın inancıyla olan sağlam bağıdır.
Müslümanların bilmesi gereken şudur ki; Allah kâfirleri egemen kıldığı yollarla Müslümanları egemen kılmaz ve kâfirlerin egemenliği daimi değildir. O’nun yolunda düzgün yürüyenler başkadır.
- Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) dinin tamamlayıcısı olarak tüm insanlığa gönderilmiştir. Tevhid ilkesiyle istenen tasdik ve ikrardan ibaret olsaydı İslam’ın insanlığa yayılması mümkün olur muydu?
Peygamberlerin ve kitapların gönderiliş amacı hem batıni hem de uygulamaya yönelik esasların yerine getirilmesi içindir.
İnsanlar son yüzyılda şirk ve günah ayrımına varamayıp hâkimiyet noktasında Allah’tan (c.c.) başka hüküm koyucuları kendilerine rehber ediniyorlar. Haçlı emperyalizmi ise dini uygulamalardan alıkoyan şeylerle müminlerin tevhidle olan bağını zayıflatıyor. Zamanımızda abdesti bozan şeyleri sayfalarca anlatıp, “lâ ilâhe illallah”ı bozan meselelerde tek kelâm edilmemesi bundandır.
Dinin toplumun gerilemesine sebep olduğunu iddia edenler, Avrupa modeli bir “gelişme”yi esas alarak ve kelime-i tevhidin Müslüman olmak için yeterli olduğunu söylediler. Dünya hâkimiyetiyle gelen konfor Müslümanları hakiki imanın yüklediği sorumluluklardan uzaklaştırdı. Karşılığında mistisizm doğmuş olmasına rağmen onlar ‘emr-i bil maruf’tan uzaklaştılar. Siyasi tavrın da etkilediği dinin bu kişiselleşme süreci toplum ve siyasete yabancılaşmayı beraberinde getirdi.
İngiltere başbakanı Gladson Mısır’a girdiğinde eline Kur’an’ı Kerim’i alarak şöyle der; “Bu kitap Mısırlılar’ın elinde oldukça bu topraklarda yerleşmemize imkân yoktur.” Bu ön kabulle birlikte misyonerlik faaliyetlerine mukabil İslam çatısı altında tevhidden uzaklaşma, ibadetlerden soyutlanmış bir din anlayışıyla birlikte modern Mürcie’nin de kabul ettiği salt tasdik ve ikrardan ibaret bir din anlayışı gelişti.
Günümüzde liberal demokrasi, sosyalizm, komünizm adı altında Yaradan’a ait olmayan cahiliye hâkimiyeti vardır. Tevhid ilkelerini ve İslam kavramlarını düzeltmemiz gerekir.
- Tevhid kavramından sonra müminler için en tehlikeli sapma ibadet kavramının algılanışında olmuştur
İlk Müslümanların ibadet algılarıyla modern dönem Müslümanlarının ibadet algısı arasında belirgin farklar vardır.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım…” (Zariyât, 56) ayeti insanın varlığının esasını teşkil ederek, tüm kapsayıcılığıyla seslenmiştir muhataplarına. Kur’an’ı Kerim’in ilk muhataplarının diliyle inmesi hem belâgat açısından hem de dilin inceliklerine hâkimiyet açısından sahabeye idrak kapılarını açmıştır. İlk nesil bu ayetten insanın ve cinlerin varlığının anlamının ibadetle tamamlandığını çıkarıyorlardı.
Peki insan için zahiri olarak yapılan ibadetler yeterli midir? Ayette irade sahiplerine verildiği vurgulanan varlık amacı melekler gibi hatasız olamayan insan için ne ifade eder? Allah (c.c.) insandan melekler gibi olmasını isteseydi, meleklere verdiği ibadet etme gücünü verir ve onu bu yapıya uygun yaratırdı. Allah (c.c.) hiçbir nefse zulmetmez ve rahmetiyle kulunun gücü ölçüsünde ibadeti emreder.
İlk nesil ibadeti belirli anlara hasretmeyerek hayatın her safhasında ibadete uygun bir yaşayış sergilediler. Sembollerin olması insan için ruhî bir dayanaktı. Çıktıkları bu yolda ibadetler onlar için azık mahiyetindeydi. İbadet amaçlı halvet hali ve zikir bu ilk neslin aktardıklarından değildir.
Buharî ve Müslim’in rivayetlerine göre üç arkadaştan biri; “ben iftar yapmaksızın oruç tutacağım”, diğeri; “ben uyumayıp gece boyunca kıyamda olacağım”, üçüncüsü de; “ben kadınlarla evlenmeyeceğim” der. Resulullah (s.a.v.) bunun üzerine buyurdu ki “Vallahi Allah’tan en çok korku duyanınız ve O’na en çok ibadet edeninizim ama oruç tutup iftar ediyorum, kıyam edip uyuyorum ve kadınlarla evleniyorum. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”
Allah’ı anıp, bizden ne istediğine yani üzerimize neyin farz olduğuna bakmamız lazımdır. Ayette cihada işaret edilmişse cihada, kadınlarla iyi geçinme emredilmişse onlarla iyi geçinmeye, rızkı arayarak talep etmekse arayışa, ilim talep edilmişse ilme götüren yola gitmek; ibadetin yaşamda hayat bulma şekline dönüşmesidir.
İlk nesil kulluğun simgelerle sınırlanamayacağını anlamıştır. Namaz, hac ve zekât hayatı ve ölümü içine alan diğer ibadetleri yapmak için başlangıç noktasıydı. “Hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) içindir” ayeti ölümü de içine alan bir yönelişi ifade eder.
- Tevhid inancı ve ibadetlerin sınırlı olarak algılanması günümüz Müslümanlarının hayatında İslam’a uymayan sorunları beraberinde getirmiştir
İslami kavramları belirlemede kaynağımız kitap, sünnet ve ilk neslin sünneti eda ediş şekilleri olmalıdır. Bu doğrular bugün aşırı bulunarak tartışılırken, yanlışın doğru algılandığına şahitlik ediyoruz.
İbadet kavramının dışına koyulan “amel” siyasi hâkimiyetin hükümlerini dayanak noktası olarak görüp toplumun İslam nimetlerine karşı mesafeli yaklaşmasına yol açmıştır.
Ümmetin hayatına erken giren Emeviler’in siyasi baskısı, mistik hayat anlayışı ve imanı tasdik ve ikrardan ibaret gören Mürcie anlayışı; ibadeti belli sınırlarda tutmuşlardır. İslam siyasetle iç içe olması gerekirken yönetimin uzağında kalmıştır. Böylelikle ilk halka çözülmüştür.
Modern medeniyet, hayatın büyük alanında ilmi eserler ortaya koyarak insan hayatını kolaylaştırıcı bir yöne sahip olmasına rağmen; ekonomik ve sosyal baskısıyla, sömürgecilik ve ahlaki çözülmeyle birlikte insanı Yaradan’ın dışında her şeye köle olmaya indirgediği ise akıldan çıkarılmamalıdır.
Maddeci medeniyetlerin Afrika, Filistin, Çad, Filipin’de uyguladığı emperyalist sömürüyle Müslümanların dünyada uyguladıkları ilâhi adalet kıyas götürmeyecek kadar farklar barındırır. İslam dininin insana yüklediği sorumluluk ve ahlak duygusu onun bütün tavırlarını kapsayıcı olduğu gibi ilâhi nizama da muhalif değildir. Müminin hayatını kapsayan bu hareket hali ibadetin dışında da değildir.
İbadetin kendisi amaç olup bazı gerekleri barındırır. İbadeti eda ederken gereklerini de ibadetten ayrı düşünemeyiz. Hakikat olan şudur ki; ibadet edayla başlar ve edanın yerine getirilmesiyle beklenen halin insana sirayetiyle tamamlanır.
Şekilde kalan ibadetin edası insana sadece “İslâmî kişilik” verir ama O’nun indinde makbul değildir. Namazın, orucun, zekâtın, haccın benliğe sirayet eden manaları vardır. Ancak günümüzde takvadan uzak namaz, israfı artıran oruç, faizden alıkoymayan zekât, “hacı” unvanı için haccetmek…
İlahi kanunları doğru idrak ettiğimizde çareler bize gelecektir. Dinin esaslarını bozup Allah’tan yardım istemek kapalı kapıları açmayacaktır.
Muhammed Kutub
- Kaza ve kader Müslüman’ın itikadının temelini oluşturur
Cibril (a.s.) hadiste belirtildiği gibi: “İman; Allah’a (c.c.), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, hayrı ve şerriyle kadere inanmadır.” “Biz her şeyi bir kadere göre yarattık” (Kamer, 49) ayeti evrende olan her şeyin Yaradan’ın takdiriyle olduğuna işaret eder. İlk nesil ve sonradan gelen nesiller arasında bu inanca da bakış açısı büyük farklılıklar söz konusudur. İlk Müslümanlar, vuku bulan her şeyin O’nun kaza ve kaderiyle olduğunu ve ezelde Levh-i Mahfuz’a yazılı olanın değişmeyeceğine inanıyorlardı.
İlk neslin nefislerine söyledikleri şey şöyleydi: “Savaş meydanına gitsem, oraya gittiğim için mi öldürülürüm, yoksa kaderim mi meydana gelir? Eğer bana savaş meydanında şahadet yazılmışsa O’nun kaza ve kaderiyle öldürüleceğim, savaşa gitmesem de öleceğim. O halde niçin savaştan geri kalayım?”
Bu imanla hareket edenlerle Allah yeryüzündeki kaderini yürütüp bu dini egemen kılıyordu.
Kaza ve kadere iman hatadan doğacak cezayı ortadan kaldırmaz. Uhud’da Okçular Tepesi’nden ayrılmayla gelen hezimet hem ashabın iradesidir hem de O’nun izniyledir. Sorumluluk ile kaza ve kadere iman zıtlık göstermiyor. Sorumluluk ve kaza/kaderin insanın kalbinde dengede olması tavırları doğru-yanlış kefesinde dengelenir. Sebeplere sarılıp hareket halinde olmak Müslüman’ın başıboş bırakılmadığını hatırlatıcı olmuş ve bu modern cahiliyenin idraki dışında kalmıştır.
Kureyşliler’in işkencesi Yaradan’ın kaderi ve kanunlarından bir kanun gereğiydi. İşkenceden kurtulmak için Habeşistan ve Medine’ye hicret ve sonuçları da yine O’nun kaderiyledir.
İnsanın kendi tasarrufuyla ürettiğini görmesi onu ilahlık iddiasına ve inkâra götüren bir olgu olabilir. Her şeyin bir kudret sahibinin dilemesiyle olduğunu bilmesi de yine O’nun evrende ve insanda koyduğu kanunları unutturan bir olgu olabilir. Bir diğer açıdan da insanı atalete sürükleyen kadercilik anlayışı da etkisi altına alabilir.
Hidayet dönemlerine kör ve sağır olan modern zaman insanında, bu yanılgıların tezahürlerini görmek mümkündür. Özellikle bilim ve tabiatın ön plana çıktığı Avrupa’da kilisenin ilahı reddedilince, sistemin kanunlarına belirleyici olarak bakılmış, Allah’ın (c.c.) kaderi algıların pozitivizmine takılmıştır.
Müslüman, denge içinde evrende olan her şeyin beşeri düzleme çıkmadan O’nun tarafından takdir edildiğine inanır. Kendi varlığını hissederek çalışır nefsiyle ve ameliyle sebeplere aldanmadan sebeplere bağlanır.
Kaza ve kader inancı gruplarca tartışılan İslamî eğitim için bir yöntem arz etmeyen kelâm konusu haline gelmiştir. Müslümanlar zihinlerde sarsılan kaza ve kader kavramını düzeltmek zorundadırlar.
- İnsan; hayatının tamamında varlık amacına uygun bir yaşam sürdüğünde dünya ve ahiret bütünlüğüne ulaşmış olur
Müslüman olan ilk nesilde dünya ve ahiret kavramı iç içeyken zamanla bu iki kavram arasında derin ayrılıklar oluşmuştur. Namaz, hac, zekât, ilim tahsili, dünyanın imarı… Bunların hepsi ibadettir ve dünya için olduğu kadar ahireti de içine alır.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl,7-8) ayeti de dünyadaki amellerin gerek dünya gerekse ahirette karşılığını göreceği yönündedir.
İnsan ruhunu gayb dünyasına kapatmamalı ve sadece duyularıyla algıladığı alana hapsetmemelidir. Yaradan ona iki güç bahşetmiştir,biri; organlarıyla algıladığına iman, diğeri de gabya imandır ki; bu, insanda dengeyi sağlar. Birinci hususla maddenin evrendeki işlevini öğrenir ve bunu hayatındaki tasarruflarda kullanır. İkinci husus ise hislerle kavranamayana iman edip ilâhlık, peygamberlik, vahiy, öldükten sonra dirilme hakikatlerine dayanmaktır.
Tasavvufun dünyayı tamamen terk ederek nefsi öldürme ve insanın fıtratında olan güdüleri işlevsiz hale getirmesi istenseydi şüphesiz insan meleklerin yaratılış amacıyla yaratılırdı. Dünya ve ahiret iki veçhesi olan tek yoldur. Bu iki ciheti dengede tutmayıp birbirinden soyutlayarak, imanın esaslarından olan ölüm sonrasına dirilme inancı; esas kavramının karşılığını bulamaz.
- Dünya ve ahiret algısı birbirinden farklı unsurlar gibi algılanınca uygarlık kavramı ve dünyanın imarı bozulmuştur
Ümmet; tevhidin gereklerinden uzaklaşarak bu kavramın içini boşalttıktan ve ibadeti sembollerle dar kalıplara sıkıştırdıktan sonra, kaza ve kader inancı müminde miskinlik olarak algılanmıştır. İlk neslin uygarlık anlayışı, İslam’ın ruhundan kaynaklanıp insanın hiçbir yönünü aksatmamış ruhî nefesten ve bir avuç çamurdan yaratılışına kadar bir denge koymuştur. Kapsamlılık, uyum ve denge ilahî programın belirgin özelliklerindendir. Bu İslam’ın azametini gösterir.
İslam’daki uygarlık anlayışı ibadet anlayışı demektir. İnsan varlığının amacına ilahi bir bakış açısı kazandırırsa uygarlığa ve tarihe de bakış açısı değişecektir.
Haram-helal, hayır-şer, fazilet-rezilet gibi kavramlar ele alınmadan dünya imkânlarından yararlanıldığında uygarlık dünyada maddi inanış olacaktır. “Değerler” olmadan maddi gelişmenin olması uygarlığı tek başına yıkıma götürür. İnsanı insan yapan değerlerden uzak kalmak insanı aşağıların aşağısı seviyesine düşürebilir.
İslam ümmeti karşılaştığı dünyayı algılayış biçiminde orta bir yolu takip etmek zorundadır. Aşırılıklardan kaçarken inzivaya çekilmek de doğru bir yol değildir. İslam dünyasını çöküşe iten bu inziva hali İslam ümmetinin zayıflamasına neden olup çöküşünü hızlandırmıştır. Yıkım İslam’dan sapmanın doğal sonucudur.
Modern Müslümanlar henüz farkında olmasalar da, bu iç çöküşün benliklerine işleyen fikir emperyalizmini düşünmeden kabule hazırdırlar. Çağdaş cahiliye değerler ahlakın içini boşalttı. Batılı anlayışla medenileşerek geri kalmışlıklarına çare olacaklarını zannettiler.
- Uyanış; İslam ümmetinin bütün düşmanlarıyla olan savaştır
Bütün bu problemlerden sonra “ne olacak?” sorusuna; “Allah, işinde egemendir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf, 21) ayetiyle yanıt verilmelidir. İslami uyanış O’nun mutlak kaderidir. Uyanış engellerle doludur. O yolda dikenler, çukurlar vardır ama müjdeler engellerden büyüktür.
Uyanış şunu bilmelidir ki; savaş o veya bu cemaatin ya da o veya bu düşmanla olan savaşı değildir. İslam ümmetinin bütün düşmanlarıyla olan savaştır. Zafer ancak İslam ümmetinin düşmana karşı tek vücut olarak savaşmasıyla gerçekleşir. Buradaki bütünlük, fert fert katılım olmayıp güçlü bir birliğin kuvvetiyle zayıf imanlılara ve tembellere tesir etmesidir.
Cahiliyenin ruhsuz inşa ettiği uygarlık temelsiz olduğu için daimi olamayacak İslam’ın esaslarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu yüzleşmeyle beraber İslam’ın insanlara getirdiği denge hem insana yaraşır ürünler ortaya koyacak hem de ruhu esas alacaktır.
Kavramların düzeltilmesinden başlayarak İslam’ı anlama ve anlamlandırma çabası Resulullah’ın vaadinin gerçekleşmesine zemin hazırlayıcı en önemli hareket olacaktır.
Bu kitap, Müslümanların günlük hayatta kullandıkları kavramların aslında sıradan kavramlar olmadığını belirtir. Tarih içindeki farklı olay ve olguların, oluşan düşünce akımlarının etkisiyle hareket eden Müslümanların kayıplarına dikkat çekmektedir.
Bilinçli veya bilinçsiz olarak anlam kaymalarına uğrayan bu kavramları yeniden idrak etmenin önemi vurgulayan kitap çare olarak ilk dönem inananlarının imanı algılama biçimlerini örnek olarak gösterir.
“Ne zaman ki tevhid algısı sınırlandırılıp ibadetler ritüellere indirgendi o zaman Müslüman kaybetmeye başladı” denilen eserde, yeniden diriliş için kaderci tembelliği bırakarak sebeplere sarılmayı ve dünya ahiret dengesini kurarak her yaşamın içine inancı meczetmeyi önermektedir. “Bu dengeyi kuran İslam ruhu müjdelenen zaferi imar edecektir.”
Dünya Bizim / Zeynep Saylan