Bir alıntı ile başlamak istiyorum.
”Sosyal değerler, toplumda, fertler arasında ortak duygu, düşünce, amaç ve davranış bütünlüğü meydana getiren birleştirici ve kaynaştırıcı faktörlerdir. Bu değerler, toplum tarafından desteklendiği, yaşatıldığı ve geliştirilerek yeni nesillere aktarıldığı sürece birleştirici özelliğini muhafaza eder ve sosyal ilişkilerde düzenlilik sağlar. Toplumun ortak değer sisteminin zayıflaması, çözülmesi ya da bu değerlerin bozulması toplumu tahrip eder ve milli bütünlüğü zedeler. Günümüz insanlarının karşı karşıya olduğu önemli bir sorun toplumun temelini oluşturan sosyal yapılardaki bozulmadır.” M.B. Çetin.
Bu sözler, milli değerler üzerinden düşünülerek sarf edilmişse de bahsettiği süreç eşyanın tabiatına uygunluk arz etmektedir. Bu süreç İslam dininin hayatiyeti için de geçerlidir.
Bundan önceki yazımızda sabitenin önemini vurgulamış ve sabitesizliğin biz Müslümanları nasıl bir sonuca sürüklediğinden bahsetmiştik.
Özetlersek; sabitesi olmayan toplumlar arafta kalmaya müstahaktır. Konu bir dünya görüşü olunca arafta kalmak, farklı düşünce ve davranışların bir bedende toplanması anlamına geleceğini söylemiş, karma dünya görüşüne sahip olan zihinlerin ürettiği eylemlerin ise düzen yerine karmaşa yaratacağını, dengesiz bir toplum üreteceğini dolayısıyla düzlüğe çıkılamayacağını söylemiştik. Sabitelerinde sebat etmeyenlerin bulunduğu yoldan kolayca sapacağını anlatmış, Müslümanların durumunun tam da bu olduğunu, zihin yapımızın parçalı oluşu sebebiyle yolumuzu kaybettiğimizi, başıboş bir hayatı yaşadığımızı anlatmaya çalışmıştık. Müslüman zihinlerin hata verdiğini, dolayısıyla eylemlerimizin de tutarsız, anlamsız olduğunu ve bu hatanın sabitelerimize dönmekle ancak düzelebileceğine işaret etmiştik.
Buradan hareketle, sabitelerimize dönmenin kısaca nasıl olabileceğini İslami olan ahlaki bir ilkeden hareketle anlatıp Müslümanların ilkelerini özet olarak ihtiva eden bir çalışmayı, değer verdiğim bir kardeşimin de tavsiyesi üzerine eke iliştirip konumu kapatacağım. Müslümanlar olarak bir konuda doğru bir sonuca varmak için doğru bir başlangıç yapmak gerektiğini gayet iyi biliyoruz. Bundan dolayı tevhid eksenli düşünmenin ne olduğunu geniş geniş konuştuk ve yazdık. Bunu yapmaya da devam edeceğiz. Doğrusu da budur zaten. Çünkü hayat sürekli yeni gelişmelere gebe veya tekerrürden ibaret. Unutulan bazı gerçeklerin tekrarlanması, hatırlatılması önemini korumalıdır. Fakat şunu da iyi bilmeliyiz ki, sorunlarımızın kaynağı, sabitelerimizi tam bilmemekle birlikte daha ziyade iddiamızın arkasında durmadığımızla alakalıdır.
Kısaca, Allah’a verdiğimiz sözde durmadık, durmuyoruz. Rabbimizle yaptığımız ahdi her seferinde bozduk.
Peygamberlerin tekrar tekrar gönderilmesi, insanoğlunun Rabbine verdiği sözü unutmasını anlatmakta bize. Adem’in yasak olan meyveyi yemesi sonucunda Cennetten çıkarılması, Adem’in oğlunun şükürsüzlüğü ve zalimlerden oluşu, İsrail oğullarının Musa’ya (as) itaat etmemesi sonucu lanetlenmeleri, Uhud savaşında okçuların verdikleri sözü unutmaları veya dünyalığa değişmeleri sonucu mağlup olmaları ve tabii ki, Muhammed (as) ümmetinin bügünki hali vs.
Düşünelim; Allah bizi yaratacak ve bize düzenimizi ve kurtuluşumuzu sağlayacak olan ilkelerimizi anlatmayacak? Bu kabul edilecek bir şey değildir. Merhametlilerin en merhametlisi olan Mevlamız bizi ‘başıboş’ bırakmadığını söylerken bize ahiretimizi kazanacağımız, dünyamızı ihya edeceğimiz şeyi kitabında eksiksiz anlatmış ve Resulün örnekliğinde göstermiştir. Lakin insanoğlu Mevlasına layık olamadı. Doğrusu budur.
Hayatımıza ilişen İslam dışılıklar aslında bu davranışın sonucu olarak gelişmektedir. Hayatın boşluk kabul etmemesi, verilen ilkelere uyulmadığı takdirde uydurulan ilkelerle bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Bu ilkeler genelde insanın hoşuna gitmeyen konularda uydurulduğu ve tabii nötr alanlarda da yeni bir ilkeye ihtiyaç duyulmadığı için uydurulanla verilen ilkeler zamanla harmanlanıp karma bir ilkeler kümesine evrilerek bozuk bir hayat ortaya çıkartmaktadır.
Bu gelişmenin farkında olamayan bizler son varılan noktadan hareketle din anlayışımızı oluşturuyor ve bu anlayışlarımızı kayıt altına alarak sonraki nesillere aktarıyoruz. Yaşadığımız kaynak sorununun sebebini de belki burada arayabiliriz.
Tespitimizi şu şekilde formüle edebiliriz; Ahde vefasızlık, kaynak sorununu da beraberinde getiriyor.
İlk nesil sahabeye, asrı saadete baktığımızda akide sorunu olmadığını görürüz. Bunun altında yatan sebep, kendilerine verilen ilkelere harfiyen sadık kalmalarıdır. Resulün direktiflerine uymakla birlikte itaat ilişkilerinde süreklilik göstermiş olmalarıdır. Verilen sözü bozunca büyük bir tepkiyle karşı karşıya kalmışlar. Ayetlerle uyarılmışlardır. Zannediyorum müslümanlar, ‘tevhidin ne?’liği üzerinde çalışmakla birlikte, tevhidin nasıl korunması gerektiği üzerinde de çalışmaları gerekmektedir.
İslam bir bütün olarak yaşanması gerekirken, yıkılan bir ilkesiyle adeta bir domino taşı etkisi oluşarak diğer ilkelerinin de zamanla yıkıldığını görüyoruz. Bu anlaşılır bir durum olması gerekir. Çünkü bir sistem, parçalarının uyum içinde çalışması sonucu kendini gösterir. Bir parçanın eksikliği veya bozuk çalışması tüm sistemi sekteye uğratır. Kırılan bir dişli diğerlerini de kırar ve sistem çöker.
Söz konusu İslam olunca insanın müdahalesi kabul edilemez. Eklemeler veya çıkarmalar dinin hüviyetini bozar. İslam, İslam olmaktan çıkar her şeye benzer. Tasavvufta olduğu gibi.
Sahibi Allah olan İslam dini, yine O’nun isteği doğrultusunda değişir ki, akide konusunda Adem’den (as) Muhammed’e (as) kadar hiçbir değişiklik yapmamış, İslam dinini muhafaza etmiştir. Dolayısıyla insanın da kendi hayatında bu dini koruması, onu Allah’a has kılması gerekir. Maalesef iradesine çok güvenen insan bu dine sürekli müdahale etmiştir. Tabii bu hadsizliğini de yozlaşmayla ödemiş ve ödüyor. Bunu, Allah’ın arzulamadığını bilmesine rağmen insan, tercihlerine bağlı olarak değiştiriyor, değişiyor ve dönüşüyor. Demek ki, yozlaşmanın müsebbibi biziz. Başımıza gelen musibetler kendi elimizin eseridir.
İslam’da Akide, Allah’la yapılan sözleşmeye denir. Allah, bu sözleşmeye riayet edildiği müddetçe kurtuluşu vaad ediyor. Peki insan bu sözleşmeye uyuyor mu? Hayır. Öyleyse, Allah vadini neden gerçekleştirsin?
Allah’ın sözlerine kulak verelim:
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat´ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (Sure No: 5, Ayet No :13)
Bu ayeti dikkatlice incelediğimizde lanetlenmenin sebebi olarak Allah’a verilen sözün bozulmasını ve kalplerin katılaşmasını görüyoruz. Fıtren sapasağlam bağlı bulunan kalbe yapılan darbeler (taviz) kalpte bir gevşemeye sebep veriyor.
Bu sürecin sonu ise kalplerin ‘hakka’ karşı katılaşması ile sonuçlanıyor.
Lanetlenmişlik de bu olsa gerekir. Bu sürecin insanı götürdüğü sonraki merhale de mevcut halini meşrulaştırmak adına âyetlerin tahrifi ve birçok ahkâmın unutulmasıdır. Tabii bu hal, oluşan boşlukların yeni ilkelerle doldurulduğu, arzuların şekil verdiği karma bir din üretiyor. Zannediyorum bu ayet günümüz insanını ve tabii müslümanları birebir tarif ediyor.
Mevcut hallerini meşrulaştırma adına yapılan davranış biçimine örnek bir ayet;
“Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab´a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap´ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap´takini okumamışlar mıydı? Âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu?” (Sure No: 7, Ayet No :169)
Mesuliyetten kaçmaya dair bir ayet;
“Andolsun ki daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah´a söz vermişlerdi. Allah´a verilen söz mesuliyeti gerektirir!” (Sure No: 33, Ayet No :15)
Allah’ın hudutlarına isyan ve getirdiği sonuca dair bir ayet;
“Hatırlayın ki, Tûr dağının altında sizden söz almış: Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri anlayın, demiştik. Onlar: İşittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!” (Sure No: 2, Ayet No 63)
Yine Allah’a verilen sözde durmamanın sonucu. Zillet ve Miskinlik.
“Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah´ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah´ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah´ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır.” (Sure No: 3, Ayet No :112)
Sözde durmamanın, inkâra ve kalplerin mühürlenmesine sebebiyet verdiğine dair ayet;
“Sözlerinden dönmeleri, Allah´ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.” (Sure No: 4, Ayet No :155)
Bahsetmiş olduğum eki istifadenize sunup yazımı burada bitirmek istiyorum.
EK:
İLKELİ OLMAK
“İslam hayatıma/hayatlara hakim olmalı” diyen müslümanların, bu uğurda ölümleri pahasına dahi olsa ilkelerine sadık kalmaları gerekir. Davanın başarıya ulaşması için bu şarttır. ‘İlkeli Olmak’ demek, İslam’ı hayatın bütün alanlarında Kur’an’ın gösterdiği ilkelere göre yaşamak demektir. İlkeli olarak (bir amaç uğruna) yaşamayı seçenlere Kur’an’ın verdiği mesaj ise şu ana başlıklardan oluşur:
1.Müslüman’ın akidesini, (düşüncelerinin esasını) Allah’ın birliği oluşturur. Ondan başka İlah yoktur. Allah’ın tek ilah olduğu gerçeği, bütün İslam ilkelerinin esasıdır. Hepsi rengini bu temel ilkeden alır. Allah’tan başka, görünen ya da görünmeyen bir varlığı ilah edinmek, Allah’tan başkasını hüküm (kural) koyucu kabul etmek, bu ilkeyi ihlal etmek demektir.
2-Allah (tek) ilah olduğu için ibadet de sadece O’na yapılır. İnsanlar Allah’a kul olmalıdırlar. (O’nun istekleri doğrultusunda yaşamalıdırlar). Allah’tan başka bir varlığa yönelmek insan onuruna aykırıdır (insanın onurunu düşürür) ve bu Şirk’in (Allah’a ortak koşmanın) ta kendisidir.
3-Allah’ın koyduğu helal ve haramları beğenmeyerek, eksik ya da fazla bularak yeni helal ve haramlar oluşturmak insanı küfre sokar. Dolayısıyla Allah’ın koyduğu sınırlara bağlı kalmak Müslüman olmanın gereğidir.
4-Müslümanın ahlakını, siyasetini, diğer din ve ideoloji bağlılarıyla ilişkilerini de Kur’an’ın ilkeleri belirlemelidir.
5-“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud 112) ayeti, müslümanın, hayatında bağlı olacağı bütün ilkeleri özetleyen ayettir. Emreden Allah, emredilen şey hayatın her alanında dosdoğru olmak, tek kelimeyle dürüst olmaktır. Emrin muhatabı (kendisine emredilen) ise peygamber ve bütün “müslümanım” diyenlerdir.
6-Müslümanlar için ilkeli davranmanın en ciddi alanı, İslam’ın tebliği (başkalarına açık olarak ulaştırılması) ve İslam’ın siyasi bir düzen olarak iktidar edilmesi mücadelesidir.
7-İslami tebliğ, sıradan kolaylıkla yapılabilecek bir faaliyet değildir. Bu faaliyet bütün peygamberlerin çok çetin bir mücadele ile, canları pahasına yaptıkları bir cihad eylemidir.
8-Bütün peygamberler, Allah’ın koyduğu ölçüler çerçevesinde sadece O’nun rızasını umarak, vahyin belirlediği ilkelerinden hiç taviz vermeden bir ‘İslami tebliğ’ yapmışlardır. Müminler de peygamberleri örnek almalıdırlar.
9-İlkeli bir İslamî tebliğ, sonunda ister yığınlar tarafından kabul edilsin, ister hiç kimse tarafından kabul edilmesin, başarılıdır. İstenen sonuç elde edilmiştir. Zira Allah’ın elçilerinden istediği ancak budur. (Maide, 67). Peygamberler (ve tabii müminler) sadece anlatıp açıklayıcıdırlar. Sonucun ne olacağını belirlemek tamamen Allah’ın bileceği bir iştir.
10-Yüce Rabbimiz, toplumların nasıl değişeceğini Kur’an’da açıkça bildirmiştir. “Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d 11). Öyleyse insanların bu zelil hallerinin değişmesinin yolu önce kendilerini İslam’la değiştirmelerinden geçer. Müslümanlar gerçek anlamda Müslüman oldukları gün, Allah da hallerini değiştirecektir.
11-İslami tebliğde ilk ilkeyi peygamberlerin örnekliğinde buluyoruz. Bu ilke Allah’a kesin bir teslimiyetle teslim olmak ve Allah’ın rızasından başka hiçbir amaç gözetmemektir. İslam, Allah’ın emirlerine mutlak teslimiyettir. Müslüman, bir toplumun değişmesini sadece Allah rızası için istemeli ve bunu gerekli görmelidir. Bu en önemli ilkedir. Bu ilkeden sapanlar, mal, makam, bakanlık, imamlık… için Allah’ın dinini eğip büken, tavizler verenler İslamî tebliğden bahsedemezler.
12- İslam’ın tebliği yapılırken amaç refah (zenginlik) toplumu oluşturmak değil, felah (Allah’ı razı ederek kurtulmuş) toplumu oluşturmak olmalıdır. Tebliğ yapanlar da Allah’ı razı etmekten başka bir çıkar gözetmemek zorundadırlar. Çünkü çıkar peşinde olanlar İslam üzere değil, peşinde oldukları o çıkar üzeredirler. (Müslüman olarak değil, çıkarcı olarak anılmalıdırlar).
13- İslami tebliğde en önemli ilkelerden biri de amaç ve araç birlikteliğidir. Müslümanın amacı ne kadar İslamî ise, aracı da o kadar İslamî olmalıdır. Müslümanlar bir yerlere iktidar olmak için her aracı kullanmayı meşru (legal) göremezler. İktidar olmak için her yolu kullananlar, Allah’ın değil kullandıkları yolların kulu olurlar. Doğru bir amaca ancak doğru bir araçla gidilebilir. Allah’ın onay vermediği yollar/yöntemler kullanarak İslam iktidar edilemez.
14- Fırsatçı, faydacı, iki yüzlü, kaleyi içten fethetmeci, düşmanın silahıyla silahlanmacı anlayışların hiçbirinin İslamî olmadığı bilinmelidir. Bir insanın karnında bir niyet, yüzünde ve dilinde başka bir niyet taşıması kadar utanç verici bir şey olamaz.
15- Müslüman, İslamî kimliğini çok net bir biçimde ortaya koymalı ki, insanları neye çağırdığı açıkça anlaşılsın. Yoksa muhatapları, hangi kişiliği ve kimliği esas alacaklarını haklı olarak bilemeyeceklerdir.
16- Müslüman takiyye (inandığının tersini söylemek) yapmamalıdır ki, muhatapları onun ne dediğini iyi anlasınlar. O zaman inanan iyice/gerçekten inanacak; inkar eden de iyice/gerçekten inkar edecektir. Bu da İslamî tebliği zorlaştıran değil, aksine kolaylaştıran bir unsurdur.
17-Müslümanlar, güvenilir, emin insanlar olmak zorundadırlar. İnsanların mallarında, canlarında, ırzlarında gözleri olmadığını göstermeli/söylemelidirler. Hazreti Muhammed’in daha peygamber olmadan önce insanlar tarafından “el-Emin” (güvenilir) olarak çağrılması ilke deyince ne anlamamız gerektiğini yeterince anlatmaktadır. Peygamberin yolundan (sünnetinden) giden müslümanlar buna önemle dikkat etmelidirler.
18-Kendi gurubundan olmayanların mallarını “Dar’ül Harp” diyerek yemeyi helalleştiren kimi müslümanların(!) düşünceleri İslam ile asla açıklanamaz. Bu zihniyeti Kur’an eleştirmektedir. (Al-i imran 75) Müslümanlar bu eleştiriye kulak asmak zorundadırlar. “Buralar Dar’ül harptir” (islam’ın hakim olmadığı yerlerdir) diyerek insanların malına, canına zarar verenler, hangi hakla ve nasıl onlara İslam’ı tebliğ edeceklerdir?
19-Allah’ın hakkı olan “insanları yönetme” hakkını kendisinde gören şirk düzenleri ile anlaşmak, onları övmek, bu şirk düzenlerinin temel kurumlarına sahip olmaya çalışmak Kur’an ve sünnetle asla açıklanamaz. İslam’a talip olanlar, “bir elime ayı, diğerine güneşi koysanız da ben bu davadan yine vazgeçmem” diyen Hazreti peygamberden örnek aramalıdırlar.
20-Müslümanlar, elbette İslamî tebliğde, inkarcıların tanrılarına, kutsallarına sövmemeye, hakaret etmemeye özen göstermelidirler. Bunu Allah yasaklamıştır. (Enam 108). Ayrıca terör yoluyla İslamî tebliğ yapmak da mümkün değildir. İslami tebliğ; hikmet, güzel öğüt ve en güzel mücadele yöntemi ile olmalıdır. İslami hareketin, İslamî iktidara yürüdüğü aşamada ise müslümanlar, güç kullanarak mücadele etmeye zorunlu kalabilirler.
21-İlkeli olmak acele etmemeyi, günlük telaşlara kapılmamayı, provokasyonlara (oyunlara) gelmemeyi, İslamî tebliğin gündemini Müslüman olmayanların belirlemesine meydan vermemeyi gerektirir. İslam ile hiçbir alakaları olmayan Laik/demokratik rejimler, müslümanlara demokratik esaslar çerçevesinde örgütlenme imkanını vereceklerdir. Ama böyle bir örgütlenme ile İslamî faaliyet yapılamayacağını müslümanlar bilmek zorundadırlar.
22- İlkesiz hiçbir hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir. İlkeli olmak, dost olsun, düşman olsun akıllı insanlarca önünde sonunda fark edilip takdir edilecek bir erdemdir. Hazreti peygamberin bütün bir nübüvvet hayatı Kur’an rehberliğinde ilkeli hareketin en güzel ve ikna edici bir örneğidir. Bize düşen, vahyin yol göstericiliğinde peygamberin örnekliğinden şaşmamaktır. İnsanların her türlü iki yüzlü, çıkarcı soysuz ilişkilerden tiksindiği şu ortamda, ilkeli bir İslamî tebliğ insanların gönlünü fethedecektir.
(İktibas dergisinin Nisan 1997 sayısından yararlanılarak F. Uzun tarafından hazırlanmıştır.)