Ayasofya’nın bir müze olmaktan çıkarılıp câmiye çevrilmesi yeniden gündemde. Bu defâ durum biraz farklı. Bu, uzun zamanlardır Ayasofya’ya ideolojik yatırım yapan çevreler tarafından değil, sâkin bir üslupla devletin en üst yetkilisi olan Cumhurbaşkanı tarafından ifâde ediliyor. Yâni bu defâ durum biraz daha ciddî. Müzeleştirilme süreci 1934’de, yâni Gâzi Mustafa Kemâl’in tasarrufunda gerçekleştiği için Batıcılarımız tarafından hoş karşılanmıyor. Onların gözünde Ayasofya insanlığa âit bir sanat eseridir ve turistik bir değer taşır. Onlara göre 900 sene boyunca Ortodokslara –bir ara da Katoliklere– hizmet eden; 500 sene boyunca da Müslümanlara câmi olan bu yapı, kimseye yâr olmamalı, müze olarak kalmalıdır.
Dünyâdaki târihsel değeri en fazla olan az sayıdaki mâbedden birisidir Ayasofya. Buna hiç şüphe yoktur. Ama Ayasofya’nın değerini sâdece eskiliği, iki büyük dine asırlarca ev sâhipliği yapmış olması belirlemiyor. Bu yapı, antikitede Pantheon ile berâber “kubbe” mimârisinin en muazzam misâlidir. Pantheon ile mukayese edildiğinde ise onun çok ama çok ilerisindedir. Kubbe Türkler için çok alışılmış bir görüntüdür. Ama pek çok insan kubbenin kültürel manâsını bilmez. Okullarda da bu öğretilmez. (Sâhi; Sanat Târihi dersleri ne âlemde?) Kubbe, insanoğlunun üzerine ayak bastığı yerküreyi göklerle birleştiren bir semboldür. Gözümüzün, ister arkadan öne, önden arkaya; ister sağdan sola, soldan sağa, ufukla birleştiği bir noktadan semâya doğru yükseldiği ve karşıt ufuk noktasına kavuştuğu her yerde, zihinsel olarak kubbe izlenimine ulaşırız. Bu sûretle tekmil varlığımız kuşatılmış olur. (Gökkubbe, Türkçeye mahsus çok hoş bir kelimedir. Meselâ İngilizcede bunun muadili yoktur. Olsa olsa şemsiye, gölgelik mânâdına gelen “canopy” kelimesini kullanırlar). Kubbede her şey içerilir ve hiçbir şey dışarıda kalmaz. Kubbe, pek çok mâbedin yükseltiler geliştirerek (altimetrik) vermeye çalıştığı; ama tıpkı piramitlerde olduğu gibi “kuşatıcılık” izlenimini pek de sağlayamadığı bir tecrübenin çok, ama çok üzerindedir.
Fizik ile metafiziki birleştiren kubbe fikrine hem kurumsal dinler; hem de iktidarlar alâka duymuşlardır. Lâkin ortada fizikî bir engel vardır. Kubbeyi ayakta tutacak dört duvarın taşıma kuvveti kubbenin ağırlığı ile mütenâsip değildir. İlk defa Pantheonda bu sınırlı bir şekilde başarılmıştır. Ama Ayasofya çok, ama çok büyük ölçüde bu fikri hayâta geçirmiştir. İsidorus ve Anthemius isimli iki büyük mimâr, fil ayakları tâbir edilen dev sütunlar, kemerler, yarım kubbeler kullanarak kubbenin ağırlığını dağıtan bir modeli hayâta geçirerek kubbe fikrini hayâta geçirmişlerdir. Bu, dünyâ imparatorluğu olan Roma’nın en yüksek mîmârî başarısıdır. Hâzineye muazzam bir darbe vurmakla berâber, Justinyanus’un iktidârını tahkim eden; Doğu Kilisesinin ise Lâtin Kilisesini mânen ezdiği bir şaheserdir Ayasofya. Fâtih, dillere destân olan bu mâbedin kıymetinin farkındaydı. İstanbul Ayasofya sâyesinde Antik Dünyânın başşehri olmuştu. Onu feth eden dünyâyı fethederdi. Zâten Osmanlılar, Roma’dan devr aldıkları kubbe fikrini geliştirdiler ve başta Sinan olmak üzere, Davut Ağa, Sedefkâr gibi mimarlarla bu formu en zarif ve mükemmel seviyelerine ulaştırdılar.
Elbette Ortaçağların sonlarından, modernliğin alacakaranlığından başlayarak Ayasofya’dan çok daha şaşaalı katedraller yaptılar. Ama, bu Ayasofya’nın kıymetini geriletmedi. Ama, Batı için Ayasofya’nın câmiye dönüştürülmesi asla hazmedilemedi. Muhtemelen genç Türkiye Cumhûriyetine bunu yâr etmek istemediler. Belki reelpolitik hesaplar, kurucuları 1930’larda bu dayatmaları kabûl etmek mecbûriyetinde bıraktı. Belki de, dinden kurtulmak isteyen, Sultanahmed’i bile kütüphâne yapmayı tasarlayan; ışıklı olsun diye kubbelerinde delikler açmayı düşünen bâzı köktenci modernistler için bu bir fırsat olarak kullanıldı. Nihâyet, dünyâda eşi menendi olmayan bir şey oldu ve Ayasofya bütün rûhânî muhteviyâtından soyularak, artistik-turistik olarak nesneleştirildi ve müzeye tahvil edildi.
Dinsel heyecanlarla buna karşı çıkmayı anlıyorum. Ama hareket noktam bu değil. Bir mâbedin “dinsizleştirilmesi” zâten ve külliyen akla aykırıdır. Ama ben meseleyi reelpolitik açısından değerlendiriyorum. Ayasofya’nın “dinsizleştirilmesi” bir “egemenlik” meselesidir. Nasıl ki, Kurtuba Camii, İspanyol Krallığının egemenliğini sembolize etmek için bir Katedrale tahvil edildiyse; nasıl ki bir pagan tapınağı olarak inşâ edilmiş olan Pantheon Katolik asırlardır bir mâbed olarak iş görüyorsa; Ayasofya’nın da bir câmi olması son derecede tabiîdir. Bu Türkiye Cumhûriyetinin egemenlik tapusudur. Bu tapu alınmazsa mevcûdiyetimiz bir yerlerde dâima işgâlci olarak görülecektir. Dindâr, deist, hattâ ateist olabiliriz; ama özde samimî cumhûriyetçi isek buna karşı çıkmaz, harâretle desteklememiz gerekir. Dünyânın tepkisi mi? Vallahi Avni Özgürel’den işittim; Tevfik Fikret söylemiş: Zâfer, biraz da hasâr ister…
Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün