GİRİŞ:
Tarihsel süreci belirleyen değişimlerin hiçbiri bir geceden ertesi sabaha ortaya çıkmaz. Bunların her biri uzun soluklu oluşumların sonucudur. Sihirli anlar, sihirli tarihler yoktur, ama imgesel anlar, simgesel tarihler vardır. İşte 1492 yılı, çok uzun bir oluşum ve mayalanma sürecinin dayattığı kökten değişimlerin artık önlenemez bir şekilde su yüzüne çıktıkları yoğunlaşma noktalarından biridir. Sözünü etmeye çalıştığım oluşum ve mayalanma süreci ise, Batı ile Doğu’yu farklı kimlikler altında, ayrı dünyalar olarak ortaya çıkartan yapılanmalardır.
Rönesans 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemi kapsar. Bu dönem düşüncede akılcı ve bilimci, sanatta da akılcı ve gerçekçi eğilimlerin görüldüğü bir dönemdir. Rönesans İtalya’da Floransa merkezli olarak ortaya çıkmıştır. İtalya’da ortaya çıkmasının sebepleri arasında; ekonomik gelişmişlik, antik geleneğin varlığı, Bizanslı bilginlerin eski Yunan edebiyatının metinlerini buraya getirmeleri ve bunların incelenmesi ile ilk genel kitaplıkların ve edebiyat derneklerinin burada kurulması sayılabilir.
Doğu kendi uygarlığını Batı’ya taşımış, bu bölgenin verecek bir cevabı bir karşılığı olmamıştır. Tarihin uzunca bir süresi boyunca Doğu, uygarlığın yegane ışıma merkezidir. Batı Dünyası siyasetin ve ekonominin en son sınırına kadar atomize olduğu bu bin yıllık dönem boyunca, Doğu’dan ithal ettiği veya Doğu’nun kendine din ve siyaset yoluyla dayattığı kavramların hemen tamamından boşanacak ve kendi kavramlarını, kendi doktrinini oluşturacaktır.
1492 geldiğinde Batı Ortaçağ’dan da boşanmaktadır, ancak bunu çoğu zaman sanıldığı gibi antikitenin kavramlarıyla değil de bizzat Ortaçağ’ın kavramlarıyla yapmaktadır. Başka bir ifadeyle; Batı Dünyası bugün kendini belirleyen tüm değerleri Ortaçağ döneminde üretmiştir. Bu üretimin dışa yansıması bir yandan Rönesans ve Refermasyon hareketleri, diğer yandan da ulus devletin oluşumu ve merkantilizm ile sömürgecilik biçiminde olmaktadır.
Fakat Batı artık kendi özgün kimliğini oluşturma uğraşı içinde, uygarlığının Doğu kökenlerini hatırlatan bazı unsurları hala bünyesinde barındırmaktadır. Bunların başında Hristiyanlık gelmektedir. Batı uygarlığının temel atıf çevresi olan bu din, açıkça Doğu kökenlidir. Af haliyle Doğu’nun tüm reflekslerinin taşıyıcısıdır. Batı ona Avrupalı bir köken bulmak zorunda kalacaktır. Doğu’nun kendi içindeki uzantıları olan Müslüman ve Musevi cemaatlerden de kurtulması gerekmektedir. Ve asıl önemlisi, Doğu ile Batı’nın farklılaşmadığı antik uygarlık Akdenizlidir. O halde Batı’nın Doğu’dan tam anlamıyla boşanması, Akdenizli kimliğinden sıyrılmasıyla mümkün olabilecektir. İsa 1260-1300 yılları arasında sarışın ve mavi gözlü olarak temsil edilmeye başlanır ve Avrupa’nın merkezi Kudüs olmaktan çıkar ve Roma merkezli olmaya ve düşünmeye başlar. Yani Batı yönünü tekrardan eski köklerine pagan Roma’ya çevirmiştir. Kim olduğunu unutmak için Yahudileri kovmaktadırlar. Avrupa hümanizma akımının ilerlemesiyle, artık Kudüslü değil de, Romalı olmayı istemektedir. Bu kendi atalarını kendi seçme isteği, Hristiyanları büyük Yahudi entelektüellerini ihtida etmeye zorlamaya yöneltecektir.
15. yüzyıl Yahudi karşıtlığı, Avrupa’nın kendi imanına sahip çıkma, Kitabı Mukaddesin verdiğini -Kudüs’ü- reddederek kendine bir baba seçme -Roma- iradesinin dışa vurumudur. Bu, kıtanın Doğu’nun onun doğumundaki rolünü unutmasının, kendini kendine yabancı olan kendi geçmişinden arındırmasının bir biçimidir. Kıta-Tarih bu kovmayla; başkalarının tarihini anlatma hakkını kendine almadan önce, kendine bir geçmiş icad etmiştir.
Yeni insanı oluşturmak! Yüzyılın amacı budur. Her türlü pislikten arınmış, ilk günahtan kurtulmuş bir insan. Kendine bir baba icad etmek ve saf ve mükemmel bir oğul bulmak. Her türlü geçmişten kurtulmuş bir dünya inşa etmek, oysa Yahudi geçmiştir. Sadece mevcudiyetiyle Tanrı’nın Romalı, ardından da İspanyol olmadan önce Babilli, sonra Filistinli olduğunu hatırlatan kişidir. Mutluluğunu unutmak üzerinde temellendiren yeni insan için can sıkıcı bir miras!
Bu durumda Avrupa’nın merkezi, kalbi hiçbir zaman Akdenizli olmamış olan Kuzeye kayarken, Atlantik de yeni arayışların alanı haline gelmiştir. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü ulusal devlet, ulusal ekonomi de bütün diğer herkesin zararına zenginleşme demektir. Bu da yeni ekonomik alanların fethi, yani sömürgecilik anlamına gelmektedir. Oysa Akdeniz’in bin yıllık siyasal ve ekonomik refleksleri Batı Dünyasına rengini vermekte olan ulusal devletlerin yeni tutkularına cevap verme olanağına sahip değildir. Bu durumda yeni yerlerin aranması ve bulunması zorunlu hale gelmektedir. Keşifler Batı Avrupa’nın varolma mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu durumda Avrupa’nın Doğulu kimliğinden kurtulmasının simgesi, bir yandan Hristiyanlığın yeni bir yorumu (örneğin ayin müziği tek sesliyken 9.yy’dan sonra çok sesli hale getirilmeye başlanmıştır.) ve Batı dünyasında yaşamaya devam eden ve Doğu’nun temsilcileri olan Müslümanların ve Yahudilerin kovulması olmaktadır. Antik uygarlığının Batı alemi karşısındaki yenilmezliğini veya hayatiyetini temsil eden bu unsurların atılması Batı’nın arınması, saflaşması, kendi kimliğine sahip olması anlamına gelmektedir. Portekizlilerin Afrika yolundan Hind’e, Colombus’un Atlantik yolundan Amerika’ya ulaşmaları Akdeniz’den kopuşu simgelemektedir.
RÖNESANSA DOĞRU YOL ALAN AVRUPA’NIN GENEL GÖRÜNÜMÜ
1490’da Avrupa’da yalnızca üç kent 150 binlik nüfus rakamını aşmaktadır: Paris, Napoli, İstanbul. Diğer ikisi 100 bine ulaşmaktadır: Venedik ve Milano. Beş tanesi -Kordoba, Granada, Cenova, Floransa, Sevilla-altmış bini geçmektedir. Yirmi kadarı ise -Anvers, Augsburg, Barselona, Bologno, Brescia, Bruges, Brüksel, Kolonya, Cremono, Gand, Lizbon, Lyon, Palermo, Roma, Rouen, Toulouse, Viyana- kırkbini aşmaktadır. 1490’da toplam olarak yirmisekiz Avrupa kenti -bunun onbeşi liman- kırkbinden daha fazla nüfusa sahiptir. Bir yüz yıl sonra bu sayı kırkikibine çıkacaktır. Bu kentlerden bazıları özellikle hızlı bir gelişmeye sahne olacaklardır.
Bu büyümeyi yönetmek zordur. Kentlere insan yığılması ezelden beri şiddete, salgınlara ve ölüme yol açmaktadır. Dış mahalleler kent surlarının dışında, tarım topraklarının üzerinde genişlemektedir. Hijyen acınacak durumdadır. “Barınaklar”ın sahanlıklarında nadiren yer alan tuvaletler, çok nadiren temizlenen lağımlara boşalmaktadırlar. Atık sular için kolektör olarak da kullanılan nehrin suyu içilmektedir. Göçebeden, yabancıdan, marjinalden, hastadan, dilenciden çekinilmektedir. Bunlara kente ancak damgalanmaları ve yerlerinin belli olması halinde tahammül edilmektedir. Rota fahişeleri ve delileri; kaynana zırıltısı cüzzamlıları; deniz kabuklarıyla süslü paltolar hacıları; küçük halkalar Yahudileri işaret etmektedir. Bu müthiş kentsel patlama yeni kentlerin, yeni sarayların, yeni dış mahallelerin inşa edilmelerini harekete geçirmektedir. Averlino, Alberto Filarti, Vinci 1490’lara doğru ideal kent planları çizmişlerdir.
Şehirlerin gelişmesiyle birlikte yaşam koşullarında da değişmeler başlamıştır. Özellikle kırsal alanda yemeğin içine doğrudan ellerle dalınmakta ve ikiye bölünmüş bir ekmeğin üzerinde yemek yenmektedir. Tüccarların ve hükümdarların evlerinde çorbalar toprak çanaklara konulmaktadır. Genelde iki kişi aynı tabağı paylaşmaktadır. Ev sahibi -hanım yahut kız- herkesin kendi tabağını almasına dikkat etmektedir. Tüm konuklar aynı kırbadan veya aynı maşrapadan içmektedir. Zenginlerin evinde üzerinde et kesmek için bir tahta belirmeye başlamıştır. Eğer et parçaları çok sıcaksa, kişisel bir eşya olarak bıçak bu etlere batırılarak almaya yaramaktadır. Zengin evlerinde sapı bir geyik ayağı, bir aslan veya ejderha burnu taklidi olan kaşık da kullanılmaya başlamıştır. İki dişli ilk çatallar, orta tabaktan yemek almak için kullanılmaktadır. Bunların sapı çoğunlukla gümüştendir. Diş çalkalamak üzere, yemek sırasında leğen ve ibrikler dolaştırılmaktadır. Adetler ağzın ve ellerin masa örtüsüne silinmesini gerektirmektedir. Peçete olduğunda omuza konulmaktadır. 16.yy’da dantel yakalık modasıyla birlikte bu peçete boyuna bağlanacaktır.
Kıyafetler bütün toplumsal tabakalarda cinsiyeti giderek daha fazla ayırır hale gelmektedir. İnsanlar kendilerini alenen sergilemekte utanç duygusu toplumdan çok uzaklaşmaktadır. Erkekler entari ve cübbeyi terk ederek çorap, kısa üstlük ve yaka, daha sonra da dantel yakalığa yönelmektedirler. Keten bezle birlikte gömlek de yaygınlaşmaktadır. Kadın elbiseleri giderek serbestleşmekte ve çeşitlenmektedir. Entariler daha az geniş hale gelmekte ve güzel kumaş tutkusu yayılmaktadır. Ağır kumaşlar yerlerini Şam veya Venedik tarzı ipeklilere, kadifiye altın işlemeli ipek kumaşlara, gümüş ve mücevherli kemerlerle zenginleştirilmiş süs eşyalarına bırakmaktadırlar. Bu yeni modalar, ekonominin genel gelişmesinin sürükleyicisi olan dokuma endüstrisi alanında büyük bir atılımı harekete geçireceklerdir.
Kişisel hijyen çok ilkel düzeylerde kalmaktadır. Mendil ilk kez Anne de Bretagne ile VIII. Charles’in Aralık 1491’deki evlenme envanterlerinde ortaya çıkmıştır. 1460-1492 arasındaki kısa dönemde olduğu kadar büyük bir cinsel özgürlük yaşamamıştı. Fahişelik belediye yetkilileri tarafından kabul edilmiş, açık hale getirilmiş, teşvik edilmiş ve hatta bazen de düzenlenmiştir.
Avrupa’da ortalama hayat beklentisi, başka yerlerde de olduğu gibi otuzbeş yılı aşamamaktadır. Ama bu en sağlam ve en iyi beslenenlerin ileri yaşlara kadar yaşamalarını engellememektedir. Üstelik kara veba bir yüzyıl önce kıtanın yarısını yok ederek toplumun yapılarını çökertmiş ve fakiri düşman olarak hedef haline getirmiştir. Seçkinler, kötülüklerle mücadele etmenin fakiri zaptürapt altına almak, onu hastanede soyutlamak olduğunu düşünmektedirler.
Dini Düşüncenin Gerilemesi
Avrupa’nın doğusu da batısı da on yüzyıldan daha uzun bir süredir Hristiyandır. En azından görünüşte… Çünkü bu kıta kendini Hristiyanlıkla özdeşleştirmemektedir. Öncelikle Hristiyan imanının kendisi bu kıtaya ancak, Kelt, Germen, İber ve Vandal tanrılarının evrensel azizlerin kıyafetlerine büründürerek, putatapar dinleri elde edebilmiş olmasına bağlı olarak dayatabilmiş olmasından ötürü. İkinci olarak, Avrupa’nın hemen her yerinde hala Yahudilerin, putataparların, Müslümanların bulunmasından ötürü. Son olarak da bizzat kilisenin Roma’daki merkezinde bir içtenlik örneği oluşturmamasından ötürü…
Avrupa’nın en iyi beyinleri hala doğanın biçim değiştirdiğine inanmamaktadırlar. Entelektüel özgürleşmenin göbeğinde bulunan Floransa’da bile, en büyük filozoflar önemli olayların mutlaka bir cumartesi günü gerçekleştiğini ve çarpışmaya başlamadan önce bazı caddelerden geçmekten kaçınmanın uygun olduğunu düşünmektedirler. Flandre’de bizzat Erasmus, üzerinde sürekli olarak taşıdığı bir “sihirli aslan”ın onu hem göze karşı koruduğuna inanmakta ve hem de yedinin katları olan yıllardan çekinmektedir.
Hristiyan Avrupa Yahudilere karşı şiddetlenmekte çünkü Hristiyanlık Yahudiliğin bir devamı olarak görülmekte dolayısıyla Hristiyanlık doğulu köklerden doğduğu için batıyı temsil etmemektedir. Avrupa kendisine doğuyu hatırlatacak her şeyi yasaklamış gibidir. İsa bile artık esmer tenli biri olmaktan çıkıp sarışın mavi gözlü olmuştur. Krallıktaki bütün Yahudiler, tek bir giriş kapısı olan, duvarlarla çevrili ayrı bir mahallede, Hristiyanların uzağında yaşamak zorundadırlar. Yahudiler hiç bir işlerinde Hristiyan işçi kullanamadığı gibi Hristiyan köle de tutamaz. Yahudiler saçakları ve tüyleri olmayan, ayaklara kadar inen uzun bir cüppe ve sırmasız bir takke giyeceklerdir. Hiçbir Yahudi sakalını traş edemez, saçlarını kestiremez. Hiçbir Yahudi baytarlık, çorap ve hırka imalatçılığı, demircilik, marangozluk, terzilik, dökmecilik, kasaplık, dericilik, kumaş, ayakkabı veya korse satıcılığı mesleklerini yapamaz. Hristiyanların elbiselerini dikemez, katırcılık yapamaz, hiçbir malın taşıyıcılığını yapamaz. Özellikle zeytinyağı, bal, pirinç ve diğer gıda maddelerinin ticaretini yapmaktan kaçınmalıdır. Yahudileri itham eden her kişi, mahkum ettirdiği Yahudi’ye verilen para cezasının üçte birini alır.