İslam’dan neş’et etmeyen bir ‘kutlama’ kültürü, tam da medeniyetlerin çöküş dönemlerine özgü bir alamet olarak, toplumun ufkunu kuşatmış durumda.
Cumhuriyetle birlikte ümmetimiz, İslam’dan boşaltılan yerin kendisiyle doldurulmak istendiği bir pagan kültürle tanıştırıldı, cebren ve hile ile. Yeni rejimin kurucuları, yeni dönemin, akideye tekabül eden ideolojik temelleri, İslam’sız yeni bir sosyal düzenin kurumları ve değerleri on yıllarca kutlandı, anıldı, törenlerin mevzuu oldular. Kısa süre zarfında İslam ümmeti, taklitçi bir pagan toplumuna dönüştürüldü. Öyle ki, Kabe yerine yeni semboller, Allah mefhumu yerine yeni beşer-ilahlar ihdas edildi. İslam’ın kulluk, şükür, Allah’ı anma, zikir, secde kavramları tarumar edildi; yerlerine, anma, kutlama, tören kültürü ikame edildi.
Çok trajik ve bir o kadar da ilginç bir süreç yaşadık. İlk başlarda ümmetin kimi duyarlı mü’minleri, ezanın Türkçe seslendirilmesine katlanamadıkları için, ülkeyi terk ettiler. Zamanla ezan tekrar eskisi gibi okunmaya başladı lakin ezan Türkçe olarak okunmaya devam etseydi de, buna katlanamayacak olanların sayısı her geçen gün azalmaktaydı.
Pagan kutlama, anma törenlerine soğuk/mesafeli duran ümmetin çocukları, zamanla bu mesafeyi kapattılar ve tören alanlarına usulca sokulmaya başladılar. Ardından, kendi çocuklarının ‘bayramlarını’ onlarla birlikte kutlamak, sevinçlerini paylaşmak adına, Samirî’ye ve buzağısına alkış tuttular. Artık pagan kültür, bizzat ehli kıble tarafından icra ediliyordu.
Sonra ümmet şöyle bir aşamaya geldi: Neden biz de kendi Peygamberimizi anmıyor ve kutlamıyorduk? Onlarda var da bizde neden yoktu? Mesela onlar yılbaşı kutluyorlarsa, biz de Mekke’nin Fethini kutlayabilirdik! Hem böylece, onların yılbaşı kutlamalarını sabote eder(!), insanlarımızın yılbaşı eğlencelerine dalmalarının önüne geçerdik! (Nitekim, mesela Kuzey Afrika’da önceleri mevlid kutlama âdeti yokken, ilk defa kadı Ebü’l-Abbas (ö.1236) tarafından halkın Hristiyan bayramlarını kutlamasını önlemek amacıyla icra edilmeye başlandığı kaydedilmektedir. A. Özel).
Sonra, mesela Ramazan akşamlarında neden eğlenceler düzenlemiyorduk ki?! Eğlence sadece ‘gavurlara’ mı has idi? Müslüman hem oruç tutar, hem de eğlenemez miydi?
Refah Partili belediye başkanları bu uğurda çığır açtılar…
Bu esnada, kendilerini toplumun diğer kesiminden farklı hisseden ve farklı tanımlamaya çalışan aileler, kendileri kutlamadıysalar da, çocuklarının, arkadaşlarının doğum günü partilerine iştirak etmelerine göz yumdular; kısa süre sonra, artık kendi çocukları için de doğum günü partileri akt edilir oldu.
Ve ardından, ‘kutlu doğum’ sapması geldi.
Esasında Peygamber’in doğumunu kutlamak yeni bir hadise değildir lakin İslam açısından ‘yeni’dir. Rasulullah’ın vefatından yaklaşık olarak üç yüz sene sonra bu dalalet başlamıştır.
‘Kutlu Doğum’ Süreci
Bu bahsi, konuyu ilmî makalesinde enine boyuna incelemiş bulunan Sayın Ahmet Özel’in ‘Mevlid’ başlıklı makalesinden (DİA) özetlemek istiyorum. Özel şöyle anlatıyor:
Rasulullah (a.s) zamanında, Peygamberin doğum gününü kutlamak gibi bir adet olmadığı gibi, dört halife devrinde ve hatta Emevi ve Abbasiler döneminde de mevlidle ilgili bir uygulamaya rastlanmaz.
Mısır’da kurulan Şiî Fâtımî Devletinde Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümü, Muiz-Lidînillâh döneminden (972-975) itibaren resmen kutlanmaya başlamıştır. Fatımîler ayrıca, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve o günkü halifenin mevlidleriyle (mevâlid-i sitte) Receb, Şâban ve Ramazan aylarındaki kandiller, Ramazan ve kurban bayramlarıyla diğer bazı günlerde zengin bir kutlama (şölen) geleneği oluşturmuşlardır.
Bu kutlamalar, üst düzey görevlilerin katıldığı bir devlet töreni çerçevesinde yapılıyordu ve halkın geniş katılımı söz konusu değildi. Özellikle Sünnî çoğunluk kutlamalara iştirak etmiyordu.
Eyyûbîler zamanında birçok bayram ve tören kaldırılmıştı; mevlid de önemini yitirmişti ve halk evlerinde kutluyordu. Ancak Selâhaddîn Eyyûbî’nin kayınbiraderi Erbil Atabegi Begteginli Muzafferüddin Kökböri (1190-1233) mevlidi büyük törenlerle kutlamaya yeniden başlamıştır. Bir kutlama sırasında 5000 koyun, 10.000 tavuk, 100 at kesildiği, 100.000 tabak yemek ve 30.000 tepsi helva dağıtıldığı kaydedilmektedir.
Ulemâ ve tasavvuf ehlinin ileri gelenleri bu törenlerde hazır bulunur, Kökböri kendilerine hil‘atler giydirir ve hediyeler verirdi. Sûfîler de öğle vaktinden fecre kadar zikir ve semâ meclisleri düzenlerdi. Hankahta 800-1000 kadar sûfî toplanır, Kökböri de aralarında yer alırdı. Her yıl mevlid törenleri için harcanan paranın 300.000 dinarı bulduğu kaydedilmektedir.
Törenlerin yapılacağı yerde sultan, ümerâ ve devletin diğer ileri gelenleri için her biri dört veya beş bölümden meydana gelen yirmi kadar ahşap barınak (kubbe) yapılarak Safer ayı başlarında süslenir, hepsine ayrı ayrı çalgıcı ve şarkıcılarla gölge oyunu oynatan gruplar yerleştirilirdi. Kökböri her gün ikindi namazından sonra barınakları dolaşıp halkın da katıldığı eğlenceleri seyrederdi.
Kökböri zamanındaki kutlamalar Fâtımîler’den farklı olarak hazırlıklarıyla birlikte uzun bir zaman dilimine yayılmış, bir şenlik havası içinde halkın geniş katılımıyla gerçekleşmiştir. Merasimlerde özellikle tarikat mensuplarının rolü dikkat çekmektedir.
Memlükler döneminde Mısır’da mevlid kutlamaları bütün ihtişamıyla devam etmiştir. Rebîülevvel ayının girişinden itibaren başlatılan kutlamalar sırasında donanma mensupları tarafından Kahire Kalesi’nde kurulan tören çadırı en güzel kumaşlardan yapılır, içine değerli yaygılar serilir, koltuklar konurdu. Mevlid günü ikindi namazından sonra Mısır Abbâsî halifesi, dört mezhebin baş kadıları, ilim ve tasavvuf ehli, emîrler ve kumandanlar, devlet adamları, halkın ileri gelenleri, komşu ülkelerden gelen temsilciler kaleye gelerek tören çadırındaki yerlerini alırlardı. Önce Kur’an tilâvet edilir, ardından vaazlar verilir, tarikat mensupları tarafından zikir ve evrâdlar okunur, daha sonra yemek yenirdi. Bu sırada sultana tebrikler sunulur, o da devlet ricâline, ulemâ ve tasavvuf ehline hil‘at ve hediyeler verir, muhtaçlara da sadaka dağıtılırdı. Bu dönemde en muhteşem törenlerin el-Melikü’l-Eşref Kayıtbay zamanında (1468-1496) yapıldığı bildirilmektedir.
Fâtımîler’de olduğu gibi Fas’taki Sa‘dîler ve Alevîler gibi şerif sülâlesinden gelen hükümdarlar için de mevlid kutlamaları siyasî bir prestij unsuruydu.
Özellikle Tunus’ta Osmanlı hâkimiyetindeki son beylik olan Hüseynîler zamanında Osmanlılar örnek alınarak mevlid bir devlet törenine dönüştürülmüştür. Tunus’ta Fransız işgali döneminde bu kutlamalar devam etmiş, hatta sömürge valisi de törenlere katılmıştır.
Osmanlı hükümdarı III. Murad, 1588 yılında merasimle mevlid kutlamalarını başlatmakla birlikte, resmî olmasa da Osmanlı Devleti’nde kutlamaların bundan önceki dönemlerde de yapıldığı bilinmektedir. Mevlevî veya Halvetî olduğu ileri sürülen Süleyman Çelebi, Vesîletu’n-Necat isimli mevlidini yazmayı Bursa’da 1409 yılında tamamlamıştı. [Necla Pekolcay, Mevlid, DİA]. O tarihten itibaren değişik ortamlarda okunmuş olmalıdır. Sultan Ahmed Camii’ndeki kutlamalarda padişah, sadrazam, şeyhülislâm, vezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, diğer mülkî ve askerî erkânla ulemâ resmî kıyafetleriyle hazır bulunurdu.
Eyüp Sabri Paşa’nın kaydettiğine göre Rebîülevvel’in 12’si Medine’de resmî tatil olup kaleden toplar atılır ve o gün dükkânlar açılmazdı. İnsanlar güzel elbiseler giyerek dolaşır ve birbirini tebrik eder, bu gece Mescid-i Nebevî’de ihya edilirdi. Sabaha karşı Bâb-ı Nisâ önünde toplanılır, burada kurulan kürsü üzerinde güneşin doğmasıyla birlikte beş hatipten ilki bir hadis okuyup padişah için dua eder, diğerleri sırasıyla mevlidin vilâdet, radâ ve hicret bahirlerini okurlar, sonuncusu dua ederdi. Daha sonra halk ikram edilen şerbeti içip dağılırdı.
Mevlid kutlaması 1910 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nde resmî bayramlara dahil edildiyse de, Cumhuriyet’in ilânından sonra kaldırılmıştır.
Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar İslâm ülkelerinde -bazılarında resmî, bazılarında gayri resmî olarak- yaygın biçimde kutlanmaktadır.
Mevlid kutlamaları, Mâlikî fukahasının sert muhalefeti sebebiyle Tunus’ta, Fas’takinden yaklaşık bir asır sonra Sultan Ebû Fâris Abdülazîz el-Mütevekkil devrinde (1394-1434) ancak yapılabilmiştir.
Mâlikî fakihi İbnü’l-Hâc el-Abderî (ö.1336), mevlidin Rasûlullah devrinde ve ona son derece bağlı olan ashap ve tâbiîn (selef) zamanında kutlanmadığını, dolayısıyla bid‘at olduğunu söyleyerek mevcut uygulamalara şiddetle karşı çıkmıştır. Ayrıca kutlamalar sırasında kıraat, zikir ve ibadet yanında çalgı çalınıp şarkı söylenmesinin, kadın ve erkeklerin bir arada bulunmasının da dinin yasakladığı hususlar olduğunu anlatmış ve mevlidin harama vesile kılındığını belirtmiştir. İbnü’l-Hâcc’ın çağdaşı olan bir diğer Mâlikî âlimi Tâceddin Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî de mevlidi bid‘at-ı seyyie kabul ederek ona karşı çıkmıştır.
Mevlide karşı çıkanlar arasında İbn Teymiyye, onu takip eden Vehhâbî ulemâsı ve Muhammed Abduh gibi çağdaş ıslahatçı âlimler de bulunmaktadır.
Mevlid kutlamalarına olumlu bakan ulemânın dayanaklarından birinin, kendisine Hz. Peygamber’in doğum haberini getiren Süveybe adlı kölesini âzat eden Ebû Leheb’in, ölümünden sonra ailesinden biri tarafından rüyada görülerek bu davranışı sebebiyle her Pazartesi gecesi azabının hafifletildiğini ona söylediğine dair bir haberdir. [Buhârî, Nikâh, Bab: 20, VI/125]. (Ahmet Özel’den yapılan özet burada bitmiştir).
Bu arada, ilk mevlid kutlamalarını başlattığı rivayet edilen Fatımiler dönemi hakkında bazı kısa bilgileri buraya eklemek gerekmektedir.
Kendisi de bir İsmailî dâîsi olan Nasır-ı Hüsrev’in, Fatımî sarayını tanıtırken, “Ben bu ülkenin sahip olduğu zenginlik ve servetleri ne sayıp dökebilirim ne de bir tahminde bulunabilirim; burada gördüğüm kadar refah ve saadeti hiçbir yerde görmedim.” dediği rivayet edilmektedir. (Philip Hitti, İslam Tarihi). Fatımî sultanlarının en zengini olarak tanıtılan el-Mustansır’ın, 12 bini hizmet işlerine bakmakla yükümlü, toplam 30 bin kişinin barındığı sarayında Kâbe benzeri bir bina yaptırdığı, burada telli sazlarla icra edilen musikî refakatinde güzel sesli şarkıcılar arasında içki alemleri düzenlemeyi adet edindiği anlatılmaktadır. Rivayete bakılırsa, bu âlemlerden birinde şu sözleri sarf etmiştir:
“Bu yaptığım, gerçekten de Hacerul Esved önünde meşhur olmaktan, bir müezzinin zırıltısını dinlemekten yahut lezzetsiz bir su içmekten çok daha insana zevk veren bir şeydir.” (Philip Hitti, İslam Tarihi).
Bu arada Mısır’daki el-Ezher camiinin de aynı Fatımîler döneminde (972 yılında) yapıldığını hatırlatmış olalım.
***
İşte 1910’da ara verilen mevlid kutlama kültürü, 1998 yılından itibaren ‘kutlu doğum’ adıyla bütün ‘ihtişamıyla’ geri dönmüş vaziyettedir.
Burada, mevlid/kutlu doğum kutlama süreci bize şunu göstermektedir: Din’in ASL’ından, o ilk dönemin berraklığından uzaklaştıkça, kutlama/anma kültürü başlamakta ve ha bire yoğunlaşmaktadır. Giderek de bu anma/kutlama bir eğlenceye dönüşmektedir. Yani kulluktan şova doğru bir gidişten bahsediyoruz. Geçmişteki sultanlıklar döneminde yapılan kutlama harcamalarındaki israfların Müslüman vicdanı açısından nasıl izah edileceğini bilemiyorum. Bunun yanında, yukarıda Ahmet Özel’den yaptığımız alıntılarda görüldüğü üzere, bu kutlama törenleri esnasında yaşandığı söylenen ve o günkü ulemayı oldukça rahatsız ettiği anlaşılan birtakım davranış ve uygulamaların neye hizmet ettiğinin de izah edilmesi gerekir.
Şimdi ‘Kutlu Doğum’la ilgili kanaat ve eleştirilerimi özetlemek istiyorum.
1.Öncelikle Din, tevhid demektir. Tevhid Allah’ın birliği ve Allah’a hiçbir şeyi ve hiç kimseyi ortak yapmamak demektir. Ulûhiyet ve rububiyet tamamen Allah’a tahsis edilirse tevhid gerçekleşmiş olur. Din’in (İslam’ın) eskiden beri müntesipleri, Din’de ekseriyetle, yine kendileri bir insan olan kimseleri yüceltmişler, Allah’a, yine bir insanı şerik yapmışlardır. Vefatlarından sonra Rasuller, Allah’a ortak yapılanlar listesinin başında, ilk sırada yer almışlardır. Bu şerikleştirmeden ne yazık ki Muhammed (sav)’e de bir pay, daha doğrusu en büyük pay ayrılmıştır. Ama kuşkusuz o, tıpkı selefleri gibi, bu şerikleştirmeden masum ve münezzehtir.
Kutlu doğum ihtifalleri, bir biçimde Rasulullah’ın şerikleştirilmesini içermektedir.
2.Bir Peygamberin doğumu, kutlanacak bir ‘nesne’ değildir. Esasen kutlama kültürü yukarıda da belirttiğimiz gibi bir pagan kültürüdür. İslam’ın tarihinde hiçbir nebinin hayatında, bir başka peygamberin veya peygamberlerin kendi aile efradının veya atalarının doğumunu kutlamak gibi bir putperest adetine rastlanmaz.
Bütün elçiler olduğu gibi, Muhammed (sav)’in bize elçi olarak tayin edilmesi, Allah’ın bize olan en büyük bir lütfudur. (3/Âl-i İmran, 164). O, alemlere rahmettir. Risaleti/nübüvveti dünyanın bütün maddi değerleriyle tartsak, kuşkusuz risalet ağır gelir. Allah biz kullarına, içimizden birilerini elçi olarak görevlendirmekle büyük lütufta bulunmuştur. Fakat işte bu, akıl tutulması diyebileceğimiz bir ‘kutlama’ etkinliğine kurban edilmektedir. Allah’ın bize lütufta bulunmasına karşılık biz de O’na şükür etmeli, secdemizi ve taatimizi artırmalı, günahlarımızın bağışlanması için yakarmalı iken, Allah’a din öğretme gayretine giriyoruz. Mekke ve Medine dönemlerinde, en sevinçli günlerinde ve en hüzünlü günlerinde, en rahat günlerinde ve en kasvetli günlerinde, bollukta ve darlıkta, hiçbir sahabinin, Rasulullahın doğumunu veya vahyin nazil olmaya başladığı günü kutlamak gibi bir işi aklına bile getirmemiş olması acaba ne ile izah olunabilir?
3.Kutlama kültürü bana bir ‘duraksamayı’, hatta gerilemeyi ve çöküşü hatırlatmaktadır. Din deyince, yapacakları fazla bir şey olmayan insanlar, kutlama kültürüne sarılıyorlar. Yani kutlama adeti bir sorumluluktan kaçış ve bilakis, kulluk ödevlerini ‘örtme’ kültürüdür. Başkalarının yaptıklarıyla övünmedir. Oysa Din, durağanlık değildir. Din’de duraklama, gerileme ve çöküş, belli bir ‘usul’ dairesinde İslam’dan adım adım uzaklaşmayı ve giderek İslam’dan çıkmayı ifade eder.
Mü’minlerin, Din’de yapacakları işleri hiçbir zaman bitmez ki, kutlamaya sapsınlar. Din, her an yeni vazifeler yükler. İslam’ın sadece adının kaldığı bugünün dünyasında, müminlerin, Allah’ın adının î’lâsı için bütün kuvvetleriyle çalışmak yerine, kutlama gibi pagan etkinliklerle vakit öldürmeleri, hesabı zor verilir bir iştir.
Peygamber bir örnekse, her mü’min, onun yaptığı işleri yapmayı vazife bilmek durumundadır.
4.Zannedildiği ve iddia edildiği gibi, kutlu doğum etkinlikleri, İslam’ın tebliği olmadığı gibi, İslam’a hizmet etmekte değildir, Peygamberi tanımak/tanıtmak faaliyeti de değildir. Peygamber evet tanıtılmaktadır ama bu, bir yığın hurafeye bulaştırılmış, modern putperestlik tınılarıyla imtizac ettirilmiş, İslam’dan ziyade, geleneksel mistik kültürün hezeyanlarına dayanan, bir tarikat şeyhini çağrıştıran bir peygamber imajıdır. Zaten kutlu doğumlarla ve benzeri etkinliklerle topluma yön vermeye kalkışan bu sapkın güruh, Kur’an İslam’ını sapıklık olarak nitelemekte değil midir?
Kısacası şirk, İslam’dan intikamını İslam kisvesi ile almaya devam etmektedir.
5.Kutlu doğum etkinliklerinde, bilhassa iktidarın ‘dindar nesil’ yetiştirme vaadinin seraları [arka bahçeleri] işlevini gören İmam-Hatip okullarında -ve diğer okullarda-, küçük çocuklar semazen kılığına büründürülmekte ve sema yaptırılmaktadır. Peygamber sevdalısı olduğunu beyan edenler acaba hiç düşünmekte midirler, sema/semazenlik İslam’ın nesi gelmektedir? Sema İslam’ın bir ibadet biçimi midir, yoksa putperest bir geleneğin içimize sokulmuş bir ‘ajanı’ mıdır?
6.Kur’an bu toplumun ekserisine ‘sıkıntı’ verdiği gibi, kutlu doğum etkinliklerinde de ‘sıkıntı’ vesilesi olmaktadır. Kutlu doğum kutlamalarında, hurafe, şirk, taşkınlık, abartı, ayağı yere basmayan söylemler adına her şeye yer vardır ama Kur’an’dan birkaç mesaj vermeye yer yoktur.
7.Başta biz müminler olmak üzere, bu çağın insanının, bu çağın, Allah’a meydan okuyan şeytanî uygarlığının İslam’a ihtiyacı vardır. Bütün insanlık İslam’a muhtaçtır. İnsanlık İslam’ı iki kanaldan öğrenecektir; birisi Kur’an, diğeri de, o Kur’an kendisine inzal edilmiş olan Rasulullah Muhammed (sav)’dir. Öyle ise Rasulullah’ın doğumunu kutlamak yerine, doğrudan, yalın olarak, aracısız ve lafı dolaştırmadan, onun hayatını sade bir biçimde yeni nesillerimize öğretmek durumundayız. Yeni nesiller Muhammed’i, ‘en sevgili’, ‘gül peygamberi’ gibi abuk-sabuk tanımlarla, kendisine aşık olunacak bir -haşa- dizi başrol oyuncusu gibi değil, kendisine itaat edilecek gerçek bir Elçi, bir Nebî olarak tanımalıdırlar. Aynı zamanda yeni nesiller, Abdullah oğlu Muhammed’i Rasulullah Muhammed yapan Kur’an vahyini tanımalıdırlar.
Kur’an’ı yeni nesillerden esirgeyen insanların, Muhammed sevgisi ve İslam muhabbeti inandırıcı olabilir mi?
Toplumun kangren hastalıklarına İslam’sız/Kur’an’sız/Elçisiz çözüm arayanlar daha çokça, şaşkın şaşkın, engin vadilerde dolaşacak, halkı da aldatmaya devam edeceklerdir.
8.Rasulullah’ın idrarını, sümüğünü, abdest aldığı suyu, kanını sahabeye içirten insanların televizyonlarda başköşelere yerleştirildiği, rüyada her türlü küfür ve dalaletin Peygambere tasdik ettirildiği günleri yaşıyoruz. Genç nesiller böyle ahlaksız masallarla büyütülmekte (avutulmakta), bunları tekzip eden en küçük bir hakikatle karşılaştıklarında, tıpkı Mekke müşrikleri gibi, dinlerinin değiştirildiği zehabına kapılıp nasıl feveran ettiklerini çok acı biçimde müşahede etmekteyiz. Acaba bu nesillerin vebalini kim yüklenecektir?
9.Kutlu doğum gibi dinî aromalı etkinlikler, aziz İslam’ın siyaseten varlığına su-i kast edilmesinin ve hayattan tamamen el çektirilmek istenmesinin en önemli kamuflaj vasıtası işlevini görmektedir. Bu nifak oyununu bozmak müminlerin işidir.
10.İslam’ın Peygamberi, siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşların faaliyet listelerini kabartacak bir nesne değildir. Peygamber biz müminlere öğüttür, yol göstermedir, âfakta ve enfüste Allah’ın ayetlerini görme/anlamadır, İslam kardeşliği üzere bir İslam toplumu oluşturma çabasıdır.
Rabbimizden, Muhammed’e (sav) gerçek bir ümmet olabilme azim ve iradesini bize lütfetmesini dileyerek noktayı koyalım. Salat ve selam o şerefli Elçi’ye olsun.