İslam dünyası toplumlarında, İslam’ın, özgün ve evrensel niteliğini/içeriğini/yapısını, içeriden, gelenekçilik/yerellik ve taşralılık yok ederken; dışarıdan da, sömürgecilik, İslam’ın bu vazgeçilmez özelliklerini yerel bir folklore dönüştürdü. Bu süreçle birlikte, İslam toplumlarında İslam’ın özü değersizleştirilerek, İslam’ın posası din haline getirildi. İslam’ın özgün-evrensel niteliğinin-yapısının-misyonunun kaybıyla birlikte yaşanan otorite ve meşruiyet krizi, büyük düşüş, büyük geri çekilme yüz yıllardır aşılamıyor. İslam toplumlarında yaşanan otorite ve meşruiyet krizi sebebiyle, yüzyıllardır, devlet merkezli öncelikler İslami önceliklerin yerine geçmiş bulunuyor. Devlet merkezli öncelikler, din’i bürokrasiler aracılığıyla, her dönemde, İslam’ı araçsal bir konumla sınırlandırarak kontrol edebiliyor. Devlet merkezli din algısı ve din’i hayat, din’i ve milli olanın sentezine dayalı olarak sürdürülüyor. Din’i ve milli olanın sentezinden de, hiç bir şekilde bütüncül, bağımsız, özgün bir dünya görüşü, hayat tarzı vizyonu çıkmıyor.
Varoluşsal meselelerle, tasavvurlarla, inşa’larla ilgilenmeyen-yüzleşmeyen taşralı yetersizlikler-ufuksuzluklar-niteliksizlikler ve cesaretsizlikler, icat ettikleri sağcı/milliyetçi muhafazakârlıklarla, bu muhafazakârlıkları dindarlık sayarak kendilerini tatmin etmeye çalışıyor. Sağcı/milliyetçi muhafazakârlıklar, entelektüel edilgenlikleri ve teslimiyetçilikleri içselleştirdikleri için, İslam toplumlarında hiç bir zaman gerçek bir düşünce iklimi oluşmuyor, oluşturulamıyor. Düşüncenin, yerli-milli bir retorik doğrultusunda resmileştirilmesi, profesyonelleştirilmesi, düşünceyi bütünüyle yoksullaştırıyor. İslam toplumlarında gerçek bir düşünce iklimi/ortamı/çevresi oluşturulamadığı için, gerçeği arayanların dili değil, iktidarı arayanların dili öne çıkıyor. İktidarı arayanların dili, propoganda yoluyla gerçekleri değiştirebiliyor. Popülist propoganda ve pazarlama dili bütün bilgelikleri yıkıp geçiyor, hiç bir bilgeliğe hayat hakkı tanımıyor. Bugün, içerisinde yaşadığımız toplumda da açıkça görülebileceği üzere, insanlar, muhafazakârlar, gerçeğin yanında değil; faydalının yanında yer alma mücadelesi veriyor.İslam’ı ideolojik bir kategoriye, politik bir kategoriye indirgemek, İslam’ı nasıl değersizleştiriyorsa; İslam’ı yerel bir kategoriye indirgemek de aynı şekilde İslam’ı değersizleştiriyor. Müslümanlar olarak ulus-ötesi kamusal entelektüellere sahip olmadığımız için, çoğulcu-kozmopolit bir kültür-bilgelik dünyası oluşturamıyoruz. Aziz İslam’ı, İslam’ın tarihsel birikimini, entelektüel-felsefi birikimini, bilgelik birikimini bir kenara koyarak, onu, bayağı bir politik propoganda retoriğine indirgemek, İslam’a, telafi edilmesi mümkün olmayan çok büyük zararlar veriyor. Evrensel İslami sorumluluk, aziz İslam’ı, politik klişelerden, sloganlardan, duygusallıklardan, yüzeyselliklerden, hamasetten, her türlü araçsallaştırmadan kurtarmayı gerektirir. İslam dünyası toplumlarında, evrensel anlamda bilgi üretimi çağının sona ermesiyle birlikte, zihinsel-kültürel tekdüzelik kurumsallaştırıldı. Zihinsel-kültürel tekdüzelikle birlikte, varoluşsal meseleleri, tarihsel meseleleri asla konuşmayan, konuşamayan entelektüel bir hafıza kaybı yaşanıyor. Sözünü ettiğimiz zihinsel tekdüzelik sebebiyle, bugün, Müslümanlar olarak, devlet mantığının, resmi dilin söylemin, tanımların sınırları dışına çıkamıyoruz. Zihinsel tekdüzelikler sebebiyle, Müslümanlar olarak fark etme bilincini kaybettik. Bugün, her şeyden önce teorik anlamda, tarihsel anlamda küresel bir farkındalığa çok ihtiyacımız var. Fark etme bilincini kaybettiğimiz için, itaat ve sadakat’in, hakikatten çok daha değerli hale getirildiğini ne yazık ki idrak edemiyoruz. İtaat ve sadakat, hakikatten çok daha değerli hale getirildiği için, Müslüman aydınlar, fakihler, ilahiyatçılar iktidarların mürid’i haline geliyor. Türkiye örneğinden yola çıkılarak, eleştirel bir değerlendirme yaptığımızda, din’i hayatın gündeminin, 17’nci yüzyılda Kadızadeliler ve Sivasiler arasında yaşanan, İslami esaslarla ilgili olmayan tartışmaların, çatışmaların, kavgaların, hizipleşmelerin, karşıtlıkların, hiç değişmeden, değiştirmeye teşebbüs etmeden, yeni Kadızadeliler ve yeni Sivasiler arasında yoğun bir biçimde sürdürüldüğünü, bir toplumun dört yüz yıldır aynı gündeme mahkûm edildiğini görüyoruz.
Etnik kimlik, mezhepçi kimlik siyasetlerini aşarak, ırkçılığa, adaletsizliğe, ayrımcılığa karşı küresel bir devrimci bilinci yükseltmemiz, çığır açan sesler, eserler, hareketler üretmemiz gerekirken, utanç verici tekrarlar, yüzeysellikler ve popülizmlerle günü kurtarmaya çalışıyoruz. Yeni Kadızadeliler, yeni Sivasiler üreten patolojik bir kültürle, Neoliberal dünya görüşünün ve hayat tarzının hakikat fikrini yok ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Neoliberal hayat tarzı, ar, edep, haya, namus gibi varoluşsal-temel-ahlaki kavramların otorite ve meşruiyetlerini ne yazık ki altüst edebiliyor. Ahlakın da, bayağı bir propoganda aracı haline dönüştürülmesi sebebiyle, hiç bir değer gerçek anlamda temsil ve tecrübe edilemiyor. Toplumlarımız, bugün zorunlu olan bilgi ve içeriği üretemedikleri için, toplumsal çürümeyi hamasetle durdurmaya çalışıyoruz. Toplumsal çürümeyi, hamasetle durdurmaya çalışmak, Müslümanların yirmi birinci yüzyıla söyleyebilecek hiç bir şeyleri olmadığına işaret eder. Ahlaki-entelektüel yetersizlikle malûl olan toplumlarda, bugün, hamaset ve korku saltanat sürüyor. Bu tür toplumlarda, Türkiye’de olduğu gibi, toplum, popülist propoganda diline kolaylıkla ikna edilebiliyor. Soyut sözcüklerin, soyut kavramların ve soyut güçlerin hükümranlığı altında bulunan bir dünyada, ideolojiler gerçekliği dilediği gibi saptırabiliyor, tahrif edebiliyor. Bugün, insan hakları dili ve söylemiyle, sosyal adalet dili ve söylemi de soyut bir dile söyleme dönüşmüş bulunuyor. İslam toplumlarında düşünsel-zihinsel bir arınma, yenilenme yaşanmadığı için, iktidarlar, kitleleri, hamasetle tarih yapılabileceğine inandırabiliyor. Hamasetin büyüsüne kapılan kesimlere, muhafazakâr-din’dar kesimler deniliyor. Hamasetin büyüsüne kapılan toplumlarla, kültürlerle, radikal bir gelecek tasavvur edilemeyeceğini bilmek gerekir. Müslüman kitleler, İslam’ın kendisiyle ilişkisi-etkileşimi yok edildiği için, İslam’ın yerel-geleneksel-mistik-mezhepçi tezahürlerini tecrübe etmeyi Müslümanlık/dindarlık sayıyor. Hangi toplumda olursa olsun, radikal yetersizlikler, sahte/kirli varoluşlar oluşturuyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Müslümanlar olarak, çok karanlık zamanlardan geçiyoruz. Kendilerini İslam ülkesi olarak tanımlayan ülkeler, pragmatizm dışında hiç bir değer tanımıyor. İslam ülkelerinin İsrail’le normalleşme yarışına girmeleri, Filistin’e, Filistin halkına ve Filistin dava’sına ihanet yarışına dönüşüyor. İslam ülkeleri, İslam’a yabancılaşma, İslam’ı yalnızlaştırma ve değersizleştirme pahasına, sömürgeci Siyonizm’e, Siyonist sömürgeciliğe meşruiyet ve değer kazandırmaya çalışıyor.
Düşünmeyen, akletmeyen, merak etmeyen, sorgulamayan toplumlar, hiç bir zaman ve hiç bir şekilde maruz bırakıldıkları ihaneti göremezler, anlayamazlar. Ahlaki duruş, ilkesel duruş, hangi şartlar altında olursak olalım, hakikatten yana olmamızı gerektirir. Hakikat karşısında sessiz ve tarafsız olunamaz.
Günümüzde, her toplumda, İslam toplumlarında da, hangi inanç, düşünce ve ideoloji adına gerçekleştiriliyor olursa olsun, her oportünist ve pragmatist tercih-dil-söylem ve yapılanma; ahlakı, ilkeselliği, anlamı, onuru ve bilgeliği hiçleştiriyor. Politik çıkar mülahazalarıyla, İslam’ın içi boş klişelere-sloganlara indirgenmesi, İslam’ı değersizleştirirken, partizanlık temelinde gerçekleştirilen hukuki uygulamalar da, hukuk ve adaleti değersizleştiriyor. Oportünizmin ve pragmatizmin sıradanlaşması, normalleşmesi ve vazgeçilemez hale gelmesi, ilgili toplumların ahlaka ve onura ihtiyaç duymadıklarını gösterir. Ortak anlamlara saygıyı kaybeden toplumlar, düşük nitelikli toplumlara dönüştürüldüklerini farketmiyor. Seküler ya da muhafazakâr tek adam patolojileri, saplantı ve yanılsamaları, Türkiye’de de tecrübe edildiği üzere, toplumlarımızı tek boyuta, tek yoruma mahkûm ediyor. Müslümanların hep birlikte, küresel bir bilinç, düşünce, direniş ve dayanışma yolculuğuna çıkmaları, evrensel bilinç için yollara düşmeleri, İslami bilinç alanlarını taşralı saldırılara karşı savunmaları, evrensel ana yolları bilinç yürüyüşlerine açmaları gerekirken; ahlaki ideallerin karşılıklarının olmadığı toplumlarda, yerel popülizmleri bir kültüre ya da kültürsüzlüğe dönüştürerek yaşamaya devam etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Birlikte olmadıkça, var olmanın mümkün olmayacağını idrak edememek, bilinç körlüğü ile malûl bulunduğumuzu gösterir. Irkçı çıkar, ideolojik çıkar, politik çıkar mülahazalarıyla bilgi’ye ve hakikate müdahale edildiğinde, kamusal aydınların, entelektüellerin veya üniversitelerin iktidarları uyarmaları gerekir. Bugün, İslam toplumlarında iktidarlar uyarılamıyor. İslam toplumlarında, basmakalıplıklar, tekdüzelikler, sıradanlıklar, lümpenlikler iktidarlar tarafından ödüllendiriliyor. Bu ülkelerde, eleştirel düşünceye hayat hakkı tanınmadığı için, hiç bir şekilde bir sorgulama da yapılamıyor. Pragmatizm bugünün en etkili ideolojisi haline geldiği için, hiç’lik de küreselleşiyor.
Türkiye’de, her dönemde, ısrarla gündemde tutulan ve propoganda klişesi olmaktan başka bir işlev taşımayan “şanlı tarih” retoriğinin, Osmanlı İmparatorluğunun siyasal ve askeri başarılarına işaret ettiğini, Osmanlı İmparatorluğu döneminde düşünsel/entelektüel/felsefi/bilimsel anlamda kayda değer başarılar kazanılmadığını, bu konular etrafında özgün içerik üretilmediğini, şerhcilik-haşiyecilik geleneğinin ve statükonun sürdürüldüğünü, dünyaya/tarihe/insanlığa hitap eden eserler yerine, ahiret hayatına, pratik hayata ve bireysel dindarlığa hitap eden eserler üretildiğini, devlet ideolojisinden bağımsız bir düşünce/kültür/felsefe hayatının oluşturulamadığını bilmek/hatırlamak gerekir. Osmanlı imparatorluğu döneminde olduğu gibi bugün de, din’i hayat, düşünce hayatı, İslam’ın kendisinden çok paralel halk İslam’ı-mistik İslam yönünde yoğunlaşmış, büyük ölçüde Şamanizm/Budizm/Zerdüştlük ve Maniheizm’den etkilenen tasavvufi hareketler, içe ve geçmişe kapanan bir toplumsal sosyal-kültürel bünye oluşturmuştur. Dönemin tarihiyle/dünyasıyla ilgisini kesen bu bünye, Avrupa’nın tarihe girişiyle, Avrupamerkezli bir tarihe, kültüre ve siyasete maruz kalmaya başlamıştır.
Küresel pragmatizmin tayin edici, etkili bir ideolojiye dönüştüğü bir dünyada-toplumda, iktidarların artık anlam ve değer kaynaklarına/ölçütlerine hiç bir şekilde ihtiyaç duymadıkları, her toplumda, İslam toplumlarında da açıkça görülebiliyor. Bu konuda Türkiye’nin dış politika tercihlerinin de aynı yönde geliştiğini, hiç bir ilkeselliğe ihtiyaç duyulmadığını belirtmek gerekiyor. Büyük tarihsel kırılmaların/yabancılaşmaların ve ihanetlerin yaşandığı günümüzde, ulus-devletler güvenlik sorununu varoluşsal bir sorun olarak gördükleri için, insan hakları sorunu bir sorun olarak görmüyor, kimi zaman, ihtiyaç duyulduğunda bir propoganda klişesi olarak gündemde tutuyor. Güvenlik doktrinleri, insani/vicdani/ahlaki hassasiyetleri yok sayabiliyor. Milliyetçiliklerin yükselişe geçtikleri içerisinde bulunduğumuz dönemde, pazarlanabilir bütün ideolojik ürünler, özgürlük ve demokrasi gibi, küreselleşme gibi ürünler tayin edici etkilerini kaybediyor. Bütün güvenlik politikaları faşizme giden yolları açıyor. Bireysel anlamda da, toplumsal anlamda da, her tür çıkar arayışı/mücadelesi bütün anlamları ve bilgelikleri içi boş klişelere dönüştürüyor. Her çıkar arayışı/mücadelesi, varoluşsal bir duruşu imkânsız kılıyor. Her çıkar arayışı/mücadelesi çok büyük bir kişilik-karakter-onur kaybı ile sonuçlanıyor. Her çıkar arayışı, insanı, araçsal akla indirgiyor.
İslam dünyasında, iktidarlar-saraylar, evrensel İslam’ı temsil ettikleri, evrensel İslam’ın hizmetinde oldukları dönemler boyunca, evrensel onur, meşruiyet ve otorite sahibi oldular. İktidarlar-saraylar, İslam’ı, iktidarların-sarayların çıkarlarına hizmet edecek şekilde araçsallaştırdıklarından beri İslami onur/meşruiyet ve otoriteden ne yazık ki söz edilemiyor. İktidarların ve sarayların araçsallaştırabildikleri İslam, yüzlerce yıldan beri kabilecilikler-milliyetçilikler-mezhepçilikler, köylülük ve taşralılıklar tarafından kolaylıkla ele geçirilebiliyor. Bütün bu dönemler boyunca, Müslümanlar, İslam’ın gerçek yurduna yabancılaşarak yaşadılar, yaşıyorlar. Ağır duygusal baskılara maruz bırakılarak, hamaset yoluyla bir örnekleştirilen, tekdüzeleştirilen ve düşüncesizleştirilen İslam toplumlarında düşüncesizlik bugün bir hayat tarzına dönüşmüş bulunuyor. Her toplumda düşüncesizlik statükolar tarafından ödüllendiriliyor. Bu nedenle de, İslam toplumlarında yüzyıllardır evrensel yankısı-etkisi olabilecek bir düşünsel başarı öyküsü yaşanmıyor. Düşüncesizliğin bir hayat tarzına dönüşmesi sebebiyle Müslüman halklar, varoluşsal meselelerin, varoluşsal yoksullukların/yoksunlukların farkında ve bilincinde değiller. Varoluşsal yoksullukların ve yoksunlukların farkında ve bilincinde olmayan Müslüman halklar, kendilerine dayatılan zihinsel esaretin de farkında değiller. Yüzyıllardır içerisinde yaşayageldikleri zihinsel esaretin farkına varamayan Müslüman halklar, kendilerini kontrol altında tutan iktidarların-sarayların sistematik olarak ürettikleri popülist reklam-pazarlama- propoganda-tuluat söylemleriyle uygulamalarıyla-başarılarıyla büyüleniyor. Bu büyülenme sebebiyledir ki, Müslüman halklar hiç bir zaman ve hiç bir şekilde İslami bilinç alanına çıkamıyor. Bir yanda, popülist propoganda/pazarlama/reklam ve tuluat söylemleriyle büyülenen, bu söylemlerin romantik çekiciliğine kapılan, hakikatin ve bilgeliğin yanında yer alma iradesi gösteremeyen, bir diğer yanda da, sömürgeci düşünceyle bütünleştiği, bu düşünceyi içselleştirdiği için, özgün/bağımsız düşünce üretemeyen İslam dünyası toplumları ve kültürleri için onurlu bir gelecek tasavvur edilemez.
Atasoy Müftüoğlu/İktibas Dergisi