Teknoloji Devrimi ve beraberinde iletişim araçlarında gerçekleşen büyük değişim ve çeşitlenme, yerkürede ve hayatlarımızda köklü değişimlere sebebiyet veriyor. Küreselleşme ideolojisiyle birlikte bu durum; zihniyet, ideoloji, yaşam tarzı olarak çeşitli hız ve düzeylerde bütün bir insanlığı etkilemeye devam ediyor.
Teknoloji devrimi, Batı merkezli bir zihniyetin, bir varlık anlayışının, bir değerler dünyasının maddi ve teknik anlamda dışavurumudur. Teknolojiyle yüzleşmek için bu arka planı unutmamamız gerekiyor. Teknoloji masum bir şey değildir. Her üretim/amel bir inancın, bir amacın, bir algının tezahürüdür. İslam bu durumu “Amel-i Salih” kavramı üzerinden gündeme getirmiştir.
Bütün bir insanlığı nesneleştiren “Propaganda Çağı”nda yaşıyoruz. Görsel, yazılı, internet, sosyal medya olarak ifade edilen bu aygıtlar üzerinden zihinsel, ruhsal, ailevi, toplumsal olarak tek taraflı bir saldırı altında bulunuyoruz. Medya neyi doğru gösteriyorsa ona inanıyoruz, kimi düşman gösteriyorsa, kimi şeytanlaştırıyorsa ona düşman oluyoruz. Kimi ve neyi öne çıkarıyorsa, masumlaştırıyorsa ona hayran oluyoruz, tapınıyoruz. Neyi yiyip-içeceğimize dair kararları o belirliyor. Saatlerce çocuk- genç- yaşlı, kadın- erkek onun efsununda yaşıyoruz. Sahici olmayan sanal hayatlar yaşıyoruz. Tek yönden, tek taraflı saldırı karşısında bütün bir insanlık olarak savunmasız durumdayız. Bu saldırıyı tezgâhlayanlar, savunmayı da saldırının bir parçasına dönüştürüyorlar. Bu çağ, bir kapital çağı, bir kar maksimizasyonu çağı olduğu için bu duruma direnişleri de bu dil üzerinden gerçekleştirmeyi dayatıyorlar, çağın efendileri(!). İktidar da muhalefet de bu ‘cangıl’ içinde gerçekleşsin istiyorlar, düzenlerinin devam etmesi için. Sürekli kültürel, siyasal, sosyal propagandaya maruz kaldığımız için kendimiz olamıyoruz, kendi gündemlerimizle hayat içerisinde varlık gösteremiyoruz. Bizim için öncelik sıralamasını gücü elinde bulunduranlar belirliyor. Öncelik sıralamasını kendimiz belirlemediğimiz müddetçe, hâkim güçlerin elinde rüzgârın önündeki yaprak misali nesne muamelesi görmeye devam edeceğiz.
Kendimiz/şahsiyet olabilmemiz, kendi inançlarımıza, amaçlarımıza, gündemlerimize göre yaşayabilmemiz için öncelikle doğru sorular sorma, bize dayatılan bu hayatı; zihniyet çerçevelerini, kavramları, ideolojileri, kurumları sorgulama gücü ve cesaretine sahip olmamız gerekiyor. Devletin emredici aygıtları; resmi ideoloji, medya, akademi, bürokrasi, eğitim kurumları vb. üzerinden bize doğru, kutsal olarak dayatılan her şeyi sorgulamalıyız. Soru sormak, sorgulamak insanlaşmaktır. Sorarak öğreniriz, sorgulayarak bilinç sahibi oluruz. Bizi varlık sahnesine ‘insan’ olarak çıkaran bu özelliğimizdir. İnsanın emeğiyle elde ettiği şeye değer denir. Değer sahibi varlık insandır. İslam’ın teklif ettiklerini emeğiyle içselleştirerek temellük eden insandır, mümin. Elinin emeğiyle iman nimetine mazhar olamayanların, kendilerine, ailelerine, ülkesine, milletine kurulan kumpasın/tezgâhın/darbenin bir aparatı, piyonu olduklarına 15 Temmuz gecesi şahit olmadık mı?
Hayata, varlığa, insana, eşyaya, bize dayatılanlara karşı sorular sorup Hidayet’ e uygun cevaplardan itminana erdikten sonra kendimiz olma yoluna girmişiz demektir. Yol’ a girmek başlamaktır. Bu yolculuk son nefesimize kadar devam edecektir. Bundan sonra, yolcu olarak yol haritamıza, yolun gereklerine göre bir hayat yaşamalıyız. Yol haritasına uymamak, yolun gereklerini yerine getirmemek bizi yoldan çıkaracaktır. Bu aşamadan sonra bütün bir enerjimizi menzilimize, menzile ulaştıracak cehd-ü gayrete teksif etmeliyiz. Yolun ayartıcılarına karşı teyakkuzda olmalıyız.
Bu çağın en büyük ayartıcısı, afyonu medyadır. Medya, sahibi Sermaye/Kapital adına halkları uyuşturmaktadır. Kapitalist düzen içerisinde ona bu görev verilmiştir. Medya hakikat iddiasını tekeline aldığı gibi, sahibi olan Burjuva lehine toplumları parçalamaktadır. Varlığı Sermaye’ ye borçlu bu aygıttan insanlığa bir fayda gelmeyeceğine adımız gibi inanmak zorundayız. Bu mecralarda Hakikat’ i aramak, Hakikat’ e hizmet edileceğini düşünmek, en amansız uyuşturulma halidir. Medya düzeni yalan düzenidir. Medya düzeni güdümleme düzenidir. İşe bu yalan, güdümleme düzeninden çıkmakla başlamalıyız. Yalandan, manipülasyondan insanlığa hayır gelmez. Fikir, kültür, siyaset, din bu düzenin kontrolünde olduğu müddetçe ancak yalanın meşrulaştırma aracına dönüşür. Medyada arz-ı endam eden bilim, siyaset, din adamlarının hangi bir yaraya merhem olduğuna şahit olduk? Bilakis yaralarımızı, dertlerimizi daha da azdırmadılar mı? İçimizde bizimle, bizim gibi yaşayan, bizimle dertlenen dert ortağımız olan, bizimle gülen-ağlayan hakikaten “yerli” Ulemaya, Rasihuna, Emir Sahipleri’ ne kulak verelim, onlarla müzakere ve müşavere edelim. Yanılırsak bizi düzeltebilir, ihanet ederse onun yakasına yapışabiliriz. Bulduk ta uymadık mı derseniz, suç yine bizim derim. “İmanımızda sebatkâr ve sabırlı olduğumuzda” Allah bizlere böyle önderler/ rehberler lütfedeceğini müjdeliyor. Müjdeye mazhar olmak için gereğini yapmak zorundayız. Fıtri, doğal yaşam alanlarımıza dönmeliyiz. Allah’ın fıtratına bakın ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Ed-Din bile fıtratından uzaklaştığı zaman batıl/ sahte bir dine dönüşmektedir. O yüzden her alanda fıtratımıza dönmeliyiz. En büyük zulüm varlığı fıtratından koparmaktır.
Fıtrat üzere yaşamak; en yakından başlayarak nefsimizi, ailemizi, halkımızı, ümmetimizi, yeryüzünü bir bütünlük içerisinde görerek yaşamaktır.
Her birimiz öncelikle nefsimizden sorumluyuz. Ahirette hesabımızı tek başımıza vereceğiz. Dünya ve ahirette başımıza gelecekler, ellerimizle yaptıklarımızın sonucu olacaktır. Sorumluluklar devredilemez. Bahanelerin arkasına sığınarak bir yere varamayız. Sorumluluklarımıza sadık kalmak, değerlerimize bağlı olarak yaşamak bizleri şahsiyet sahibi yapacaktır. Sorumsuz, değersiz insan; ahsen-i takvim üzere olma halinden uzaklaşarak esfel-i safilin’ e oradan da belhum adal derecesine çakılır. Değerlerimiz, imanımız omurgamızdır. Omurgasız insan bukalemun gibidir. Dünyevi menfaatler için her türlü ahlaksız ilişkilere teşne hale gelir. Şahsiyet sahibi insana en büyük örnek Hz. İbrahim ve onun duasının karşılığı olan Peygamber Efendimiz’dir. Hz. İbrahim, bütün varlığını kaybetme tehlikesiyle baş başa kaldığında da, değerlerine bağlı kalarak omurgalı, dimdik bir duruş sergilemiştir. Hakikat’le irtibatını her zaman ve şartta, ne pahasına olursa olsun devam ettiren insandır, şahsiyet sahibi omurgalı insan. Şahsiyet sahibi olanlar, Allah’ tan başka kimseye kulluk yapmazlar. Bizleri köleleştirmek isteyenler, öncelikle fıtratımızı, şahsiyetimizi yok etmeye çalışırlar. Her şey çekildiğinde elimizde kalan tek değer, şahsiyetimiz/onurumuz/şerefimiz ve ona kaynaklık eden imanımızdır. Mümin, imanı ve şerefi için yaşayan insandır.
Şahsiyet sahibi insanın yeryüzünde Allah’ tan sonra sığınacağı en kıymetli melce ailedir. Hz. İbrahim örneğinde, yeryüzüne yerleştirilen insanın ilk yaptığı/ inşa ettiği şey ailesiyle birlikte sükûn bulacağı beyt/evdir. Aile, insanın en kadim, en hayati değerlerindendir. Şahsiyetin membaı ailedir. Şahsiyet sahibi insan ailede yetişir. Aileyi dikkate almayan hiçbir din, kültür, medeniyet ilanihaye varoluşunu devam ettiremez. Dinin, kültürün, medeniyetin ete- kemiğe büründüğü en otantik yapıdır aile. Islah edicilerin de ifsat edicilerin de ilk yöneldiği yer ailedir. Aile ikame edilmeden, ıslah edilmeden hiçbir değer ayağa kaldırılamaz. Aileyi yok eden ifsat hareketleri, toplumu ve değerlerini tarihin karanlıklarına itebilirler. Bir dinin, ideolojinin, akımın insani, fıtri, meşru olduğunu anlamanın yolu onun aileye ve insana bakışıyla belirlenir. İnsanı ailesinden koparan, uzaklaştıran her insan ve topluluk şeytanın adımlarını takip etmektedir. Şeytanda insanı ateşe/ cehenneme çağırır. Bu sebeple İslam, ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından korumaya çağırır bizleri/ebeveynleri. Ailemizi ve çocuklarımızı Allah’ tan başka kimseye emanet etmemeliyiz. Aileyi çekip çevirmek, çocukların terbiyesi, yetiştirilmesi anne- babanın üzerine bir vecibedir. Bu sorumluluk makul, meşru gerekçeler olmadan bir başka kişi ve kuruma devredilemez. Bu sorumluluklarına bir ibadet bilinciyle yaklaşmayan insana toplumsal sorumluluklar verilmemelidir. Aile sorumluluklarını yerine getirmeyenleri hiçbir konuda ciddiye almamalıyız. Nesillerimizin geleceğinden kişiler ve toplum olarak kaygılanıyorsak sorumluluklarımızı gereğince yerine getirmediğimiz içindir.
Her insan ve aile, bir toplum/cemaat içerisinde yaşar. Sağlıklı toplumlar şahsiyet sahibi insan ve ailelerden oluşur. Toplum içerisinde yaşamanın en temel göstergesi, bir mahalle/semt içerisinde akrabalık ve komşuluk ahlakı ve hukuku içerisinde yaşamaktır. Aile, akrabalık, komşuluk en otantik/fıtri ilişkilerdir, bağlardır. Toplumsal diğer kurumsallaşmalar bu değer ve kurumlarla uyumlu olacak şekilde ihdas edilmelidir. Toplumla bağı kopan insan kendine ve toplumuna yabancılaşır. Her yabancılaşma, bizleri, şeytanın ve dostlarının ayartmalarına açık hale getirir. Bütün şeytani güçlere karşı en sağlıklı sığınma alanlarımız aile, komşuluk ve akrabalıktır.. Bu bağlar zayıflar ve koparsa o toplum yozlaşma ve çöküş sürecine girmiş demektir. Bir toplumun küllerinden yeniden doğuşu bu bağları sağlıklı şekilde kurmasına bağlıdır. Bir kişi ve kurumun değerli, faydalı olmasının ölçüsü bu değerlere bakışına ve bu değerlerle olan ilişkisine göre ölçülmelidir. Bu değer ve ilişkileri değersizleştiren, zayıflatan her kişi ve kuruma karşı teyakkuzda olmak gerekir. Her şey çekildiğinde elimizde kalan, bizi biz yapan değerler(aile, komşuluk, akrabalık) bunlardır. Hava ve su gibi bu değerlere sahip çıkmalıyız. Modern ideolojiler, Kapitalist Sistem hepimizi tüketim kölesi/ müşteri yapmak için var gücüyle bu değerlerimize, bağlarımıza, kurumlarımıza saldırmaktadır.
İslam, her mümini, Müslüman aileyi ve toplumu Ümmet bütününün bilinçli bir parçası olmaya davet eder. Ümmet, İslam’ın ana değer ve amaçları için bir araya gelmiş bilinçli bir toplumdur. Yeryüzü sathında Müslüman kişi ve toplumların sosyal, kültürel, siyasal olarak teşkilatlanmış halidir Ümmet. İnsanlığa “iyilik ve hayırda örnek ve şahit olmak için” Müslüman Ümmet olmayı amaç olarak gösterir Yüce Rabbimiz, bizlere. Bu dünyada onurlu yaşamamız bu amaçla olan ilişkimize bağlıdır. Bu amacı unuttuğumuz ve gerçekleştirmediğimiz zaman zillet peşimizi bırakmamaktadır. İslami değer ve amaçların vücut bulacağı, Ümmetin sürü durumuna düşmemesi için, Ümmeti nifaka, ifsada, küfre karşı koruyacak adaletin timsali bir Medine’ ye/İslami Hükümet’ e ihtiyaç vardır. Medine’si olmayan değerler, hayatın bütününde kâmilen varlık gösteremezler. Günümüzdeki hal-i pür melalimiz bunun göstergesidir. Hiçbir kavmi, mezhebi, meşrebi gerekçe bu büyük bütünden uzak kalmamıza gerekçe olamaz. Bütün meselelerimizi, İslam ve Ümmet çatısı altında çözmek zorundayız. Bu hayati bir umde ve tutumdur. Her birimiz İslam ailesinin bir üyesi olmaktan şeref duyarak hayata katılmalıyız.
Yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin Fatır’ı, Halık’ı, Rabb’i, Malik’il-Mülk olan Allah(c.c)tır. Bu nedenden dolayı Melik’ül-Mülk de Allah’tır. Dünya, oyun ve eğlence yeri değil imtihan, ibadet, salih amel, salat, hayırda sabır etme yurdudur. Allah, teklifine icabet eden insanı yeryüzüne Halife olarak göndermiştir. Halife olmak; yeryüzüne, içindekilere, olan- bitene karşı sorumlu ve duyarlı olmaktır, her sorumluluğun hesabı olacağını unutmadan. Mümin, Rabbimizin teklifini bilinçli olarak kabul eden, yeryüzüne ve varlığa karşı sorumluluklarını ibadet bilinciyle yerine getiren insandır. Hiçbir dini, mezhebi, kavmi, coğrafi, kişisel, toplumsal gerekçe bu yeryüzü ufkundan bizi koparmamalıdır. Yeryüzü ölçekli düşünmeli, yeryüzünde yankı bulan Salih ameller gerçekleştirmeliyiz. Yeryüzüyle, varlıkla irtibatını koparanlar, giderayak insanlıkla ve Müslümanlık ile de irtibatlarını koparma tehlikesiyle yüz yüze kalırlar. Bu tehlikeye maruz kalmamak için; yeryüzünde, İman- Küfür, Adalet- Zulüm çelişkilerinin dışındaki sahte çelişkileri dikkate almamalıyız. Yeryüzünün ve insan hayatının sahte çelişkilerle heder edilmesine izin vermemeliyiz. Bu sahte çelişkileri doğru temsiliyetlerle ifşa ve iptal etmeliyiz. Yeryüzünde eğer ‘öteki’ oluşacaksa, Hakikat’ e bakışta iman- küfür, fiillere bakışta adalet- zulüm değerlerini ölçü almalıyız. Bu değerler, kıyamete kadar insanlık için elzem değerler, kıymet hükümleridir. Küfür, öncelikle insanın kendini kandırmasıdır, hakikate ulaşacak imkânlarını iptal etmesidir. Sonrada bu zulmüne diğer insanları ortak etme ahmaklığıdır. Kâfirler bu ahmaklıklarını nefislerinde yaşar, bizi dinimizden döndürmeye, yurdumuzdan çıkarmaya yeltenme cüreti göstermezlerse onlarla adalet üzere yaşamaya devam edebiliriz. Fakat cüretkârlık gösterirlerse, Merhamet ve Müntakim Sahibi’ne sığınarak adaletin gereğini ibadet bilinciyle yerine getiririz. Zulüm kimden gelirse, kime yapılırsa amasız, fakatsız karşı çıkmak imanımızın gereğidir. Hiçbir güç ve gerekçe bizi bu tutumdan vazgeçirmemelidir. El- Adl Olan(c.c), tecellisini bizim üzerimizden gerçekleştirme şerefini bize nail ederse hamd ederiz. Varlığı ve insanlığı bu değerler dışında başka değerlerle anlama çabası ifsattır. Kendine malik olamayan müfsitlerin meliklik iddiası, yerküreyi ne hale getirdiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Mümin, Allah’ ın emaneti yeryüzünün her yerinde, herkes için ıslahı talep eden insandır. Mümin, imanın ve adaletin timsali olarak yeryüzünde varlık bulan insandır. Hakikat ve adalet yeryüzünden eksik olmasın için gerektiğinde can emanetini bu yolda feda etmesini ibadet bilen insandır.
İnsan için en tutarlı ve hayırlı yaşam varoluşu bütünlük içinde kavrayan yaşamdır. Evveli ahirle, dünü bugünle ve yarınla irtibatlandırarak yaşamaktır.
Hakikat, tevhidi bütünlükten kopmadığımızda kendini bize açacaktır.
Her türlü değerin tüketildiği, istismar edildiği bu propaganda çağında akılları/zihinleri ilimle, kalpleri/gönülleri zikirle meşgul ders halkaları, müzakere, müşavere, hasbihal meclisleri oluşturmalıyız. Gözlerdeki ışıltıyı ve hüznü yürekte hissettirmeyen hiçbir iletişim biçimi sahici değildir.
Gönülde mayalanmayan, zihinde kanaviçe misali işlenmeyen hiçbir kelam/ söz Hakikat’i taşıyamaz.
Fıtrat cevherini korumayanlar, Hira’sını yaşamayanlar, Kıyamu’l-Leyl’i azık edinmeyenler Hakikat yolcusu olamazlar.