Prof Ali Birinci hatıratlar hakkında şöyle söyler:
“Hatırat türüne dair eserlerin bilhassa II. Mahmut devrinden itibaren göze çarpacak şekilde çoğaldığı görülmektedir. Bu türden eserlerin ilmi çalışmalar için ne kadar önemli olduğu da açıktır. Çünkü resmi kaynakların vermediği ve veremeyeceği bilgileri ihtiva etmektedir. Resmi kaynakların bir bakıma resmiyet kisvesi altında bulunan bilgilerine karşılık hatıralarda, mümkün olduğu nispette ve derecede, çıplak gerçekler bulunmaktadır. Bu çerçevede sadece siyasi alanda değil, tarihten ,iktisat tarihine, içtimai tarihten, zihniyet tarihine kadar çok değişik sahalarda kıymetli bilgiler barındırmaktadır.”
Hatıralarda şu sakıncalarda olabilir: Hissi olabilirler. Zira hatırat yazanlar o dönemin olaylarını kendi pencerelerinden anlayıp hislerini işin içine katarak olayları aktarabilirler. Yine hatıralarda olaylar abartılabilir veya övülebilir. Hatıralarda kusurlar örtülebilir, yazılmak istenmeyebilir. Bu kusurları örtme “Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım” kitabı için geçerli olmayabilir. Zira Rıza Nur bu hatıratında kendisi ve karısı ile ilgili mahrem bilgileri yazmakta bir beis görmemiştir. Belkide Rıza Nur, kişisel mahrem bilgilerini hatıratında yazarak okuyucuya hatıralarının ne kadar objektif, gerçekçi olduğu intibaını vermek istemiş olabilir.
Bizim tanıtmaya çalışacağımız hatıra kitabı Cumhuriyeti kuran kadronun içerisinde yer alan, M.Kemal’e biat etmiş, sorgusuz sualsiz ona bağlanmış, genellikle Türkiye toplumunda edebiyatçı olarak bilinen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hatıratıdır. Denilebilir ki, Kemalistler içerisinde en insaflı olabilecek kişilerden biri sayılan Yakup Kadri’nin bu hatıratında Cumhuriyetin kuruluşundan1965 yılına kadar geçen olayları objektif olarak anlatabilen yegâne kişi sayılabilir. Okuyucu katıksız Kemalist olan Yakup Kadri’yi dürüst olmasının yanında, Mustafa Kemal’e olan sadakatinden taviz verdiğini düşünmesin. Zira Ona göre Türkiye Cumhuriyetini gericilikten, yobazlıktan kurtaracak, devrimin nihai hedefine ulaştıracak/ulaştıran tek kişi Mustafa Kemal’dir. Ona göre M.Kemal yanılmaz hata yapmaz olayları ve zamanın ruhunu en iyi anlayan tek kişidir. Adete M. Kemal, Yakup Kadri için ilahtır. Peki nedir bu hatıratı sizlere tanıtmamıza sebep olan özellik?
Yakup Kadriye göre, M.Kemal’in inkılâpları için seçkin bir kadrosu vardır. Bu kadro ilerici, aydın, Mustafa Kemal ile aynı ideali paylaşan bir kadrodur. Bu kadronun çalışmalarını hayranlıkla anlatırken, bir kişi vardır ki Mustafa Kemal’i kıskanmaktadır. O kişi İsmet İnönü’den başkası değildir. İsmet İnönü içten içe Mustafa Kemal’i eleştirmekte, ona zorluk çıkarmakta, yöntem ve tekniklerini beğenmemektedir Yakup Kadri, M.Kemal – İsmet İnönü çekişmesini anlatırken bazı ilginç bilgiler vermektedir. Bu verdiği bilgilerin o döneme ait, daha doğrusu M.Kemal hakkında bu günde hakim olan bazı anlayışları açık etmektedir. Yakup Kadri, Mustafa Kemal – İsmet İnönü gizli çekişmesini hayretle izlerken, M.Kemal’e olan aşırı güveni ve hayranlığı sayesinde zamanın pekte bilemediğimiz sahnelerini anlatmakta sakınca görmemektedir. Mesela, M.Kemal her gece meşhur sofrasında davet ettiği seçkin konukları ile geçmiş ve gelecekle ilgili konular konuşmaktadır. M.Kemal bu sofralarda genellikle ilk başlarda az konuşmaktadır. Sürekli konukların konuşmalarını dinlenmekte notlar almaktadır. Hoşuna gitmeyen kişi ve konuları bazen alayvari bazen şiddetli sözlerle ve nihayetinde kendi uygulanacak kararı ile sofrasında ki kişilere kabul ettirmektedir.
Yalova’da ki bir akşam sofrasından bir anekdot ile örneklendirelim:
“O hadisenin üzerinden bugün tam otuz üç yıl geçmiş bulunuyor. Fakat bende bıraktığı tesir o derece derin olmuştur ki, şu anda hafızamı hiç zorlamaksızın buna sahne olan sofrayı bütün teferruatıyla gözüm önüne getirebiliyorum ve üzerimize çöken şimşekli, yıldırımlı havanın bana verdiği helecanı yeniden duyuyorum. Bu epeyce tenha bir sofra idi. Hepimizin sayısı tutsa tutsa dokuzu onu ancak tutardı. Onun için, orada kimlerin bulunduğunu sırasıyla birer birer söyleyebilirim: Atatürk’ün bir yanında Âfet Hanım (Âfet İnan), öbür yanında karım oturuyordu. Karımla benim aramda da Atatürk’ün hususi meclislerinde ilk defa gördüğüm İktisat Vekili Mustafa Şeref yer almıştı. Benim biraz ötemde «mutad zevat»tan birkaçı, karşımda da Nuri (Conker) ve onun solunda eski Konya milletvekili rahmetli Hamdi ile Kılıç Ali vardı. O zamanlar Nuri Conker’in, Kılıç Ali’nin (yahut şimdiki şekliyle Ali Kılıç’ın) çehresi benim için Atatürk’ ün çevresinin havasını önceden bildiren birer barometre idi. Eğer, bu çehreler çatıksa, anlardım ki, bir sert rüzgâr esmek ihtimali vardır; sakin veya gülümser ise hava açık ve güzel olacaktır. Lâkin sözünü ettiğim akşam, her nedense, ne birinin, ne öbürünün yüzünde bu gibi belirtilerden eser göremiyordum. Gerçi, ilk bakışta, günlerden beri tartışılan «mesele» ile doğrudan doğruya alâkalı bir vekilin olağanüstü bir tarzda bu sofraya davet edilmiş bulunmasından işkillenmem lazım gelirdi ama içimizden birinin kulağıma fısıldadığına göre, Mustafa Şeref Bey’in buraya bir davet üzerine değil, kendi tarafından yapılan bir müracaat üzerine geldiğini ve bu müracaatının da sıhhi sebepler dolayısıyla çıkacağı bir Avrupa seyahatinden önce devlet reisine «arz-ı veda» etmek gibi protokoller bir vesileye dayandığını anlayınca öyle bir yürek tedirginliğine düşmekten de kurtulmuştum. Kaldı ki, yemeğe de öyle bir samimiyet havası içinde başlamıştık ve Atatürk o kadar rahat ve hatta neşeli görünüyordu ki, Nuri Bey’le Kılıç Ali’nin çehreleri birdenbire çatılsa bile bu havanın bozulabileceğine asla ihtimal vermezdim. Evet, Atatürk her vakitki gibi hoş fıkralar ve hatıralar anlatıyor; sofrasında ilk defa gördüğü Konya Milletvekili Hamdi ile sanki kırk yıllık ahbap imişcesine şakalaşıyordu. Fakat yemeğin sonlarına doğru, ne oldu ve hangi vesile ile bilmiyorum, sözlerinin mecrasını şöyle değiştirmişti ve hassaten Mustafa Şerefe hitap ederek: «Biz,» demişti, «yanımızda vazife gören kimselerin mahiyetlerini tayinde çok defa hataya düşeriz. Belki siz de bilirsiniz, benim maiyet erkânım arasında, ahlâk ve karakterlerine itimat ettiğim iki üç kişi vardı, ki, bu itimada ne kadar az lâyık olduklarının farkına ancak yıllar sonra varabilmişimdir.» Atatürk bunların adlarını da söyleyip işledikleri yolsuzlukları da uzun uzadıya anlattıktan sonra yüzünü büsbütün iktisat vekiline çevirerek: «Mesela, sizin maiyetinizde de bir sanayi umum müdürü mü ne varmış, onu nasıl bilirsiniz?» diye sordu. Ve Mustafa Şerefin hiç tereddüt etmeksizin verdiği cevap şu oldu: «Dürüst, çalışkan ve kıymetli bir mesai arkadaşım olarak bilirim, Paşam.» İşte, ne olduysa bunun üzerine oldu. Atatürk kendilerinde hiç görmediğim bir öfkeye kapılarak elini masaya vurdu ve Mustafa Şeref Bey’i öylesine bir haşladı ki, zavallı adam neye uğradığını bilemedi. Yanı başımda oturduğu için görüyordum: Şakaklarından iri iri ter taneleri akıyor, elleri titriyordu. Nerede ise kalbinin küt küt attığını işitecektim. Arada bir bütün kuvvetini toplayarak kendini, ya da bakanlığını savunmağa çabalıyor, fakat, kelimeler boğazının içinde düğümlenip kalıyor; yalnız şu iki üç sözü söyleyebilip susuyordu: «Efendim, bendeniz, arz edeyim, bendeniz…» Hoş, daha fazla konuşabilse de Atatürk onu dinleyeceklerden değildi. Sesinin en yüksek tonuyla: «O, sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız,» diyordu, «memleketimizin iktisadi ve sınai inkişafını baltalamaktan başka bir şey bilmeyen bir adamdır. Ortada, bundan birkaç yıl evvel iki yüz elli bin lira sermaye ile kurulup bugün üç dört milyonluk bir malî müessese kudretine haiz bir millî bankamız var. İşte, bu kadar az bir zaman içinde böyle bir muvaffakiyet elde etmiş olan bu banka, geçenlerde İstanbul’da bir kâğıt fabrikası kurma ruhsatı almak için vekaletinize müracaat ediyor ve buna karşı sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız, nedendir bilmem, bin türlü müşkilat çıkarıyor.» «Arz edeyim efendim…» «Ben meseleyi tetkik ettim. Yapılan müracaatta kanunlara, mevzuata aykırı tek bir nokta bulamadım. Kat’i kanaatim şudur ki, yalnız kötü niyetle hareket etmiştir; ya da bazı menfi tesirler altında kalmıştır…» Atatürk böylece, daha ne kadar konuştu pekiyi hatırlayamıyorum. Zaten, o anda öyle bir helecan içindeydim ki, söylediklerinin büyük bir kısmını dinleyememiştim. Yalnız şu «menfi tesirler» sözü beynime saplanıp kalmıştı”
Bu olayın olduğu sırada İsmet İnönü başbakandır. Yani yürütmenin başıdır. M.Kemal ise cumhurbaşkanıdır. Kredi ile ilgilenmesi gereken ise başbakan ve onun bakanıdır. M.Kemal, Maliye bakanını o gece oraya neden davet ettiği anlaşılmaktadır. Şedit bir şekilde Yakup Kadri’nin bile tirtir titrediği bu tepkisi nasıl bir ruh yapısına sahip olduğunun ipuçlarını vermektedir.
Yakup Kadri bu hatıratında İsmet İnönü’yü âdete hedef tahtasına koyarak M.Kemal’in devrimlerinin önüne engel koyan, siyasi ihtirası yüzünden M.Kemal’in yoluna taş koyan biri olarak ele almakta ve hatıratına İsmet İnönü’yü merkeze alarak, adeta İsmet İnönü hatıratına dönüştürmektedir. Yakup Kadri’ye göre nasıl olurda Mustafa Kemal ile kader birliği eden, omuz omuza verip Yunan’ı denize döken muhteşem askeri kadro savaştan sonra saltanat ve hilafeti bir daha dirilmemek üzere tarihe gömecek devrimlerin sıkı takipçisi olmaz. Yakup Kadri’nin hayranı oldugu bu muhteşem ikiliden İsmet İnönü artık hem M.Kemal hem de onun biatlı kadrosu tarafından alaycı tavırlarla eleştirilmektedir. İsmet İnönü M.Kemal’i kıskanmaktadır. Başvekil olarak 1 numarayı kıskanmakta, onun yerine göz dikmekte, gizli planların içinde olmaktadır. Bu durum M.Kemal’in de gözünden kaçmamaktadır. Ama soğukkanlı olan M.Kemal, İsmet İnönü’yü direk karşısına almamaktadır. En uygun zamanı beklemektedir. İnönü, M.Kemal’i bazen görmezden gelmektedir. Bazen sofrasına çağrıldığında geç gelmekte, sofrada olduğunda M.Kemal’in gözlerine bakmadan az konuşmaktadır. Sofranın havasını bozmaktadır.
Yine bir gün İsmet İnönü Yalova’da M.Kemal’in sofrasına davet edilmiştir. İnönü bu toplantıya geç gelmiştir. Bu olay Yakup Kadri tarafında şu şekilde anlatılır hatıratında:
“Böylece saat sekiz buçuğu, dokuzu, dokuz buçuğu bulmuş, nihayet ona doğru, Atatürk, bizleri çaresiz, sofraya buyur etmişti. Bu epeyce kalabalık bir sofra idi. Herkes yorulmuş ya da acıkmış olacaktı ki, bir anda bütün sandalyeler işgal edildi. Yalnız, Atatürk’ün tam karşısına ve Âfet Hanım’ın sağına isabet eden bir sandalye boş kalmıştı. Bunun biraz ötesinde de ben yer almış bulunuyordum ve gözlerim, bir o sandalyeden bir de yemek odasının kapısından ayrılmasını bilmiyordu. Arada bir de Atatürk’e bakıyordum ve hayretle, daha doğrusu, hayranlıkla görüyordum ki, O başkaları üzerine olduğu kadar kendi üzerine de hâkim iradesi sayesinde deminki sinirli ve işkilli halini silkip atmış ve hattâ İsmet Paşa’nın gelip gelmeyişini unutmuş gibidir. İki yanındaki hanımlara neşeli neşeli bir şeyler anlatıyor; arasıra başını uzatıp biraz ötede oturan Nuri Conker’e takılıyordu. Akıbet, saat on buçukta, ya da on birde, Baş vekil İsmet Paşa’nın oda kapısından içeri girdiği ve sağına soluna bakmaksızın, asık bir çehreyle, gelip yerine oturduğu görüldü ve sofranın üstüne ağır bir sükût çöktü. Hiç kimsede ne bir ses ne bir nefes. Öylesine bir sessizlik ki, ben adeta yürek çarpıntılarım işitilecek diye korkuyordum. Evet, yüreğim şiddetle çarpıyordu. Zira, o zamanlar, benim için Atatürk ile İsmet Paşa arasında bir hadise çıkması devrimin tehlikeye girmesi demekti. İşte, ben bu endişe içindeyken birdenbire Atatürk’ün sesi imdadıma yetişmişti. Bu sesin, hepimizi tehdidi altına alan gergin havayı gevşetebilecek tatlı, okşayıcı bir tonu vardı. Atatürk, İsmet Paşa’ya: «Umarım ki, iyi bir banyo aldınız Paşam.» diyordu ve muhatabının cevap vermeyişine aldırmayarak ilave ediyordu: «Banyodan sonra, belki, biraz daha dinlenmek isterdiniz. Ama, biz sizi bir an evvel aramızda görmek arzusuna kapılarak ‘istical’ gösterdik. Kusura bakmayın.» İsmet Paşa gene susmakta, ya da Atatürk’ün sözlerini işitmemezlikten gelmekte idi. Fakat, Atatürk, gene konuşmakta devam ediyordu: «Nasıl bari su kâfi derecede sıcak mıydı? Bazı arkadaşlar, geceleri, gündüzden daha sıcak olduğunu söylüyorlar. Ben henüz tecrübe etmedim. Zaten doktorlar da fazla sıcak banyoya girmeme müsaade etmiyorlar. Onlara göre suyun hararet derecesi herkesin tansiyonuna uygun olarak ayarlanmak lazım gelirmiş. Bilmem, sizin tansiyonunuzun ölçüsü nedir?» İsmet Paşa’dan gene ses çıkmıyordu. Yüreğim yeniden çarpmağa başlamıştı. Hele, biraz sonra sofrada hizmet edenlerden birine getirttiği «Akşam» gazetesini çarşaf gibi açarak okumaya koyulunca bu çarpıntılar tahammül edilmez bir kerteye varmıştı. Atatürk, bir müddet susmuş; gözlerinin ucuyla sağında, solunda ve karşısında oturanlara «Bu ne acayip hal!» demek ister gibi bakıyordu. Fakat, sabrı gene taşmamıştı: «Ne okuyorsunuz o kadar dikkatle?» dedi. «Bizim ‘dizbağı nişanı’ havadisini mi?» Bunun üzerine, İsmet Paşa’nın, kendisiyle Atatürk arasındaki kâğıt perdenin ardından şöyle mırıldandığı işitildi: «Dizbağı nişanı mı? O da ne?» Atatürk gene aynı sükûnetle: «Aaa, duymadınız mı?» dedi. Bir Amerikan gazetesinden naklen bütün dünya matbuatına yayılan havadisi? İngiltere kralı, bana dizbağı nişanı verecekmiş. Söylendiğine göre bu, İngilizler’in en büyük nişanı imiş.» İsmet Paşa gittikçe soğuk bir tavırla: «İyi ama, bunu size ne münasebetle vereceklermiş?» diye söylendi. «Bunu herkesten ziyade sizin bilmeniz lazım gelir, İngiliz Milleti beni sever de ondan…» Atatürk’ün mümkün olduğu kadar tatlılıkla söylediği bu söze karşı İsmet Paşa, dudaklarında istihzalı bir gülümsemeyle omuzlarını silkti. Bunun üzerine Atatürk’ün sesi de sertleşmeye başladı: «Evet, İngiliz Milleti beni sever ve sevgisini Lloyd George’u düşürmek suretiyle ispat etmiştir.» «O meselenin harici siyasetle hiçbir alâkası yoktur. Lloyd George başında bulunduğu koalisyon kabinesini teşkil eden partiler arasındaki ihtilaf yüzünden düşmüştür O sıralarda bir Amerikan gazetesi, İngiliz kralı tarafından Atatürk’e «dizbağı nişanı» verileceği haberini yayınlamış bulunuyordu. Ve İsmet Paşa bunu söyleyip tekrar gazetesini okumağa başladı. Atatürk’ün kaşları çatılmıştı: «Ya,» dedi, «bu ihtilafın tam Dumlupınar zaferi üzerine çıkışına ve Avam Kamarası’nda, Lloyd George’a yapılan hücumlardan en ziyade Türkiye’ye karşı takip ettiği düşmanca politika üstünde durulusuna ne dersiniz?» Sofrada herkes suspus olmuş, önüne bakıyordu. Benim heyecanım ise son haddini bulmuştu. Atatürk, bir akşam önceki feveranının bir örneğini daha mı verecekti? Hayır! Gözkapaklarım arasından O’nun yüzüne bakıyordum ve bu yüzde hiçbir öfke belirtisi sezmiyordum. Dün akşamki «yıldırımlar saçıcı Zeus» şimdi olempiyen bir sükûnet içindeydi ve bana, gerek lider, gerek insanlık vasıflarıyla, o andaki kadar büyük ve yüksek görünmemişti. Yan gözle baktığım İsmet Paşa ise gözümde birdenbire küçülmüş, hırçın bir çocuk halini almıştı. Bu müşahedemin bende, İsmet Paşa’ya karşı, ilk defa olarak, hayal kırıklığına benzer bir tepki uyandırdığını hissediyordum ve kendi kendime «Acaba,» diyordum, «İsmet Paşa bütün siyasi rakiplerini yendikten sonra, şimdi de Atatürk’le boy ölçüşmeye mi kalkışıyor?»
Yakup Kadri bu anekdotunda bize aslında pek de bilinmeyen bir gerçeği bildirmektedir. M.Kemal’e İngilizler tarafından “Dizbağı Nişanı” verildiğini ifşa etmektedir. Bu bilgi çok ilginçtir. Zira İngilizler bu nişanı çok nadir kişilere vermektedir. Ayrıca İngilizler bu nişanı M.Kemal’e niçin vermişlerdir!???
Yakup Kadri’nin İletişim yayınlarında çıkan bu hatıratı 1965 yılına kadar İsmet İnönü ile ilgili ilginç bir o kadarda ibretlik olayları içeren hatıratı 295 sayfa olup 7 bölümden oluşmaktadır.
Okuduğunuzda bildiğimiz birçok ünlü şahsiyetler hakkında ilginç hatıratlar bulacağınız bu kitabı VENHARHABAER okuyucularına tavsiye ediyoruz.
Hatırattan Kısa notlar:
-Necip Fazıl Kısakürek, 1939 10 Kasımında Behçet Kemal Çağlar ile birlikte yanık sesle okuduğu ağıtlar dinleyenleri ağlatmaktadır.
-İnönü savaşlarının İsmet paşa için nasıl mağlubiyet olduğu.
-İnönü’nün Mustafa Kemal’in otoritesini kıskanması