Bir Danimarka gazetesinin Peygamberimiz Muhammed (sav) şahsında İslam’a yönelik reel kafirliklerini izhar eden 12 karikatürü 30 Eylül 2005 tarihinde yayınlaması, belirli bir sürecin tetikleyicisi oldu. İlk başlarda bu olay Türk basınında lokal düzeyde işlendi. Yeni Şafak, Vakit ve Zaman gibi bazı gazeteler ara sıra bu olayı haber yapıyor ve olayın dar çerçeveli takipçilerini durumdan haberdar etmiş oluyorlardı.
Ocak ayının son günlerinde hâdise, hiç beklenmedik bir anda birden alevlendi. Suudî Arabistan ve bazı Arap ülkeleri yönetimleri, meselenin ‘üzerine gitmeye’ başladılar. Mesela Suudî yönetimi, Danimarka mallarının boykot edilmesi çağrısında bulundu ve büyükelçisini geri çektiğini açıkladı. Derken olayların arkası geldi ve ‘islam ülkesi’ olarak anılan ülkelerin hemen hemen tamamında protesto eylemleri başladı, büyükelçilikler işgal edildi, bu uğurda ölenler oldu.
Muhammed’e (sav) Hakaret İlk mi?
Karikatür olayı bir provokasyon muydu, değil miydi tartışmasının çok önemli olmadığına inanıyorum. Çünkü karikatürlerin ilk kez yayınlanması ilk başta ne amaçla düşünülmüş olursa olsun, olayın gelişim süreci ve şu ana kadar Avrupa Devletlerinin tavır ve tutumu, bu hadisenin tam anlamıyla bir ‘İslam karşıtlığı’, İslam düşmanlığı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Söz konusu karikatürlere sahip çıkan Avrupa zihniyetinin provoke ediciliği ile etmeyiciliği arasında ne gibi bir fark olabilir ki?
Danimarka gazetesinin Peygamberimiz Muhammed (sav)e yaptığı hakaret, Avrupa coğrafyasından, Hristiyan cenahından gelen ilk saldırı değildir. Olayı bu şekilde yorumlamak, son derece yanıltıcıdır. Bu, süregelen Yahudi-Hristiyan düşmanlığının, kin ve nefretinin en yeni versiyonudur. Yahudiler’in, müşrik Araplar da yedeklerinde olmak üzere, İslam’ın en yaman düşmanı olduğunu, Hristiyanların onlardan biraz daha ehven olsa bile yine de onların da İslam düşmanı olduklarını Kitab-ı Kerim zamanında haber vermiştir. (5/Maide, 82).
Yahudi ve Hristiyan medeniyetinin İslam’a olan düşmanlığı, 610 yılında başlamış, 622’de hız kazanmış, 630’de Mekke’nin fethi ile bu kin ve nefret en uç noktasına çıkmıştır. Yahudilerin ve Hristiyanların İslam düşmanlığı, hızından hiçbir şey kaybetmemiştir.
Biz Müslümanların, peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmamamıza, Musa’yı ve İsa’yı da en az Muhammed (sav) kadar İslam peygamberi olarak kabul etmemize, onlara saygıda hiç kusur etmememize rağmen, Yahudiler ve Hristiyanlar, Peygamberimiz Muhammed (sav)e hiç saygı göstermemişler, bilakis onu ağza alınmayacak en kaba küfürlerle nitelemişlerdir. Bu düşmanlık bundan sonra da devam edecektir.
Neden Düşmanlar?
Yahudiler ve Hristiyanlar İslam’a, İslamın peygamberi Muhammed (sav)e neden düşmanlar? Bunun sebebi çok açıktır: Kur’an Muhammed (a.s)a vahyedilince, bu iki dini fırkanın, kendi dinlerine, kendi peygamberlerine yaptıkları ihanetler açığa çıktı. O güne kadar bu iki zümrenin dinlerine yaptıkları ihanetleri ve tahrifleri deşifre edecek herhangi bir güç yoktu. Sıradan halk kitlelerini çok iyi kandırıyorlardı.
Yahudiler ve Hristiyanlar istiyorlardı ki, Muhammed de İsa gibi tanrılaştırılsın, tanrının oğlu gibi telakki edilsin, Kur’an İncil gibi ve Tevrat gibi tahrif edilsin. Fakat bu olmayınca, kendi şirklerine Kur’an’ı ortak edemeyince kin ve nefretleri arttı. Kur’an, kendisinin nüzulünün, bu iki zümrenin küfrünü ve azgınlığını artırdığına dikkat çekmektedir. (5/Maide, 68). Şu halde Kur’an’ın varlığı, Yahudi-Hristiyan düşmanlığını celbetmemiz için yeterli, başlı başına bir sebeptir.
Tepkide Tutarlılık Esas Olmalı
Birçok konuda olduğu gibi ‘karikatür’ olayında da Müslümanların tepkisinin çelişkilerle dolu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Müslümanlar, İsa’nın Yahudiler tarafından öldürüldüğünü duyduğu gün gidip ilk rastladığı Yahudiye tokat akşeden kişinin durumuna düşmemelidir.
Hristiyanların İslam’a saldırılarının ilk olmadığını, sürekli ve düzenli, bilinçli olduğunu, hatta, içlerinde saklı tuttukları gerçek düşmanlık ve kinin, karikatürlere yansıyandan daha fazla olduğunu bilmelidir Müslümanlar. Eğer bunun üzerinde hemfikirsek, Yahudilere ve Hristiyanlara karşı tepkimiz de ona göre olmalıdır. Bizim tepkimiz anlık, reaksiyoner, bir karikatüre endeksli olmamalıdır.
Aslında karikatür hadisesi, gevşeyen, unutulmaya yüz tutan Yahudi-Hristiyan düşmanlığı olgusunu bize hatırlatan bir ikaz oldu. Fakat Yahudilerin ve Hristiyanların bize olan düşmanlıklarının devam ettiğini bilmemiz için böylesi hakaretler gerekmemeliydi.
İşin en esaslı yönü şudur ki, ‘müslümanlar’ olarak ne yazık ki bu hadiseyle bir kez daha, önce bir kendi hanemizi gözden geçirmemiz gerektiği gerçeği kendini bize dayatmaktadır. Meydanlara inerek Danimarka’yı protesto eden Müslümanlar, kendi içlerindeki diyalogcu ve hoşgörücülere karşı nasıl bir politika izlemektedirler? ‘İbrahimî dinler’ yalanıyla Müslüman kitleleri kandıran, bugüne kadar hiç olmamış derecede Yahudi ve Hristiyan sempatisi oluşturan kimi gruplara bu Müslümanların söyleyecekleri bir çift sözleri var mıdır? Bugüne kadar, diyalog ve hoşgörü faaliyetlerini bir fitne hareketi olarak gören Müslümanları, “siz de hiç kimseyi beğenmiyorsunuz, Müslümanlar kafirleri bırakıp da birbirlerini(!) eleştirmemelidirler” diye horlayan, diyalogcuları yüreklendiren kimseler, yanlışlarını fark etmişler midir?
Öte yandan, Danimarka’yı protesto eden insanların büyük bir kesimi, oylarıyla iktidara taşıdıkları başbakanın, Antalya’da dinler bahçesi açmasına bir itirazda bulunmadı. ‘Karikatür krizi’nin, bu insanların kanaatlerini aksi yönde değiştirdiğine dair de henüz net bilgiler bulunmamaktadır.
AKP iktidarı, bugüne kadar eşine az rastlanır bir performansla, Türkiye’nin, muasır medeniyet seviyesini yakalaması ve batılılaşma sürecini tamamlaması amacıyla Avrupa Birliği’ne tam üye olması için mücadele etmektedir. ‘Karikatür krizi’ patlak vermeden önce Müslümanların zihninde ‘Kopenhag ve biz’, ‘Avrupa birliği ve biz’, Hristiyanlar ve müslümanlar’ diye bir bilinç olmalıydı. Ne yazık ki Müslümanlar, kıblesini Brüksel’e, Kopenhag’a, New York’a v.b. çeviren Türkiye’ye, “Avrupa Birliği’ne katılmakla ‘siyasi biz’ olacağız’ diyerek destek verdiler. Ve şimdi bu ‘müslümanlar’, Peygamber’e hakaret etti diye ‘siyasi biz’in bir parçası olan Danimarka’yı protesto ediyorlar.
‘Kopenhag kriterleri’ ne yazık ki, son yıllarda dindar kesimlerin gözünde ilericiliğin, çağdaşlığın, barbarlıktan kurtulmanın, kısacası Müslüman-demokratlığın ölçüsü kılındı. Batı medeniyetinin laik-demokratik sözümona değerleriyle İslam arasında bir tenakuz görülmedi. Başı sıkışan birçok Müslüman, soluğu Avrupa İnsan hakları mahkemesinde aldı. Buradaki derin çelişkiyi bir bilenin açıklaması gerekmektedir.
İsa İnecekse Danimarka’yı Protesto Niye?
Yahudi ve Hristiyan dini dogmaları hadis kılığında İslam düşüncesine ithal edilmiştir. Avrupa ülkelerini kınamak maksadıyla meydanları dolduran Müslüman kalabalıklar ne yazık ki İsa’nın gökten ineceğine inanmaktadırlar. Çağlayan’da, kendi iddialarına göre bir milyonun üzerinde insanı toplayarak miting yapan Milli Görüş çevresi, televizyonlarından, İsa’nın nüzulünün kesin olduğunu, bunun, neredeyse Kur’an’dan daha sahih sayılacak hadislerde Peygamberimiz tarafından kesin bir dille haber verildiği yayınını yapmaktadırlar. Eğer İslami düşünceyi, tefsir, hadis, kelam gibi ana bilim dallarını İsrailiyyattan ve mesihiyyattan temizleme niyetimiz yoksa, Danimarka’yı protesto etmenin çok fazla inandırıcılığı olamaz. Hristiyanî ve İsrailî şirk kültürüyle kirletilen tertemiz İslam akidesini kim temizleyecek? Bu akideyi kirletmeye devam edenleri kim protesto edecek? Böyle kirlilikleri arındırmayı bir türlü kabul edemeyen zihinler, modern haçlı saldırılarını nereye kadar, ne ölçüde ve hangi seviyede protesto edebilirler? Soruları çoğaltmak mümkündür.
İsrailî ve Mesihî kültürle bizim peygamber inancımız iyice kirlenmiş bulunmaktadır. Kendi inancımızı düzeltmeden, Hristiyanların saldırısını düzeltmemiz pek mümkün görünmemektedir.
Tepkiler Nasıl Olmalı?
Burada şu hususu tasrih etmek isterim: Danimarka’dan bir gazetenin başlattığı ve pek çok Avrupa’lı yayın organının bir şekilde iştirak ettiği ‘Peygamberimize hakaret’ görünümündeki İslam düşmanlığına tepki verilmesine kesinlikle taraftarım. Fakat yukarıdan beri açıklamaya çalıştığım sebepleri göz önünde tutarak, bizim tepkimizin ‘esaslı’ olması gerektiğini düşünüyorum. İslam düşmanlığı nasıl anlık ve kazarâ ortaya çıkmamışsa, tepkimiz de anlık, refleksif olmamalı. Müslümanların tepkileri, amaca ulaşmıyorsa, İslam düşmanlarını daha da cesaretlendiriyorsa, “bunlardan bir şey olmaz” dedirtiyorsa, beklemeli, eylemlerin ses getireceği kıvama ulaşılmalıdır.
Çatışmalarda, bir tuzak olarak düşmanına doğru şapkasını atan ve şapkaya ateş ettiren kurnaz kovboy misali, bizleri de şapkaya ateş ettirmemelidir düşmanlar. Bizim kafirlere olan tepkimiz birkaç karikatürle mukayyet değildir. İbrahim Peygamber ve beraberindeki mü’minlerin dediği gibi, bizim kafirlere olan düşmanlığımız ebediyete kadardır.
İSLAM BARIŞ DİNİ DEĞİLDİR!
Şöyle bakıyorum da, ne zaman bir aygır tertemiz İslam’ın harîm-i ismetine bir çamur sıçratsa; ne zaman Boşnak bir sokak köpeği ona dilini sarkıtıp hırlasa; ne zaman şerefli Peygamberimiz Muhammed (sav)e, sarhoş kalemlerin ucundan bir necaset bulaşsa, hemen derhal İslam akidesini, İslam şeriatını, Kur’an’ın bu çağa kifayetini, peygamberin ahlakını sorgulayan palyatif söylemler gündemi işgal ediyor. Diyorum ki, bu kişi ve fırkalar, Peygamber’e, Kur’an’a ve İslam’a yapılan saldırılar karşısında hiç konuşmasalar, hani deyim yerindeyse, gölge etmeseler çok daha hayırlı bir iş yapmış olacaklar. Çünkü konuştuğu zaman kişi hakkı söyleyemeyecekse, hakkı söyleyecek bilgisi, görgüsü, yüreği ve cesareti yoksa susmak onun için en büyük fazilettir. Kişinin, bilgisi olup, hakkı söyleyecek yüreği yoksa bu kötüdür, fakat, hem bilgisi yok, hem yüreği yok, hem de bunu itiraf edecek kişiliği yoksa o daha da kötüdür.
Sözü getireceğim yer şu: Danimarka’dan start alan Avrupalı/Hristiyan İslam düşmanlığının son versiyonu yoğun şekilde gündemi belirlemişken, bu yukarıda adresini vermeye çalıştığım sözde ‘kalem’lerden bazıları “İslam Barış Dinidir” söylemini yeniden servis etmeye çalıştılar. Evet, kafirler, İslam düşmanları İslam’a bütün güçleriyle (topyekun) (en az bin yıllık) savaş açıyorlar ve tam bu esnada İslam ‘barış dini’ oluveriyor! Nedense düşmanların dini hep savaş dini oluyor, bizimki ise hep barış dini oluyor!
Hangi Barış?
Şimdi öncelikle ‘barış’ kelimesini biraz daha yakından tanıyalım. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde ‘barış’ kelimesi şu şekilde tanımlanmakta: 1.Barışmak işi, 2.Savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum, sulh. 3.Böyle bir antlaşmadan sonra insanlık tarihindeki süreç. D. Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlüğünde ise şöyle tanımlanmaktadır: 1.Savaşsızlık durumu, hazar, 2.Savaştan sonra silah bırakma, uzlaşma, sulh, musâlaha. 3.Uzlaşma.
Bu iki Türkçe sözlüğün verdiği anlamı harmanlayarak ‘İslam ve barış’ meselesini şöyle özetleyebiliriz:
1.İslam, İslam dışıyla asla barışmaz.
2.İslam, İslam karşıtıyla orta bir yerde asla uzlaşmaz.
3.İslamın, İslam dışıyla veya İslam karşıtıyla silah bırakması, musâlaha yapması (yani onu hasım bilmekten vazgeçmesi) ebediyete kadar söz konusu değildir.
‘İslam barış dini değildir’i şu şekilde açıklayabiliriz:
İslam tevhid dinidir, tevhid ise şirkin zıddıdır. İslam her türlü şirkin amansız düşmanıdır. İslam, yeryüzünde şirkin, küfrün, nifakın, fitne ve fesadın tamamen ortadan kaldırılmasına değin, bunlara karşı savaş açmış bir dindir. İslam’ın bu ‘savaşını’, elinde balta, önüne gelen herkese saldıran, ulaşabildiği herkesin kafasını uçuran, gözü dönmüş bir canavar tiplemesiyle anlatmak isteyenler olabilir. Ama bu, onların meselesidir. Allah bildiriyor, Allah’ın kitabı Kur’an beyan ediyor ve onu okuyan herkes de biliyor ki, İslam böyle bir din değildir. Yeryüzünü, yaşanmaz bir cehenneme çevirenler, İslam’ı böyle betimlemek ihtiyacı duyuyorlar.
Hristiyan kafirler, Allah’ı insanlaştırmalarının (hulûl) ve insanı Allahlaştırmalarının (ittihad) suçluluğunu, İslamın tertemiz peygamber, Allah, vahiy/Kur’an imanını kirleterek gidermeye çalışmaktadırlar. Neden sizin dininiz temiz kaldı; neden siz de bizim gibi bu temel iman mevzularını tahrif etmediniz, öfkesidir aslında bilinçlerinin altındaki gerçek sebep.
İslam dini, Allah’ın alemlerin Rabbi, her şeyi yoktan yaratan, yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, eşi ve benzeri olmayan, din gününün sahibi, uluhiyyetinde ve rububiyyetinde hiç kimseye ama hiç kimseye bir pay ayırmamış, hiçbir şekilde ortağı olmayan, kimseye şefaat yetkisi vermeyen, hiçbir insanın, katında tanrısal bir otorite ve yetkiye sahip olmadığı, bütün güzel isimler kendisine mahsus bir İlah olduğunu kabul eder. İşte İslam, Allah’a böyle iman etmeyen, Allah’ın vaz ettiği dine tam teslim olmayan bütün kişilere, zümrelere, kavimlere, ümmetlere ve medeniyetlere muarızdır. Yani onları İslam bir ‘değer’ olarak kabul etmez. Onlara değer vermez, onları yok sayar, onları saygın bulmaz, onların yanlışlarını sürekli hatırlatır ve bu yanlışları düzeltmedikleri sürece muhatap kabul edilmeyeceklerini belirtir. Bu insanların şöhreti, sahip oldukları ‘medeniyet’, maddi zenginlikler, ‘bilgi’ seviyeleri, teknolojik güçleri, siyasi ve askeri üstünlükler ne olursa olsun, İslam’a göre bu anılan kimseler ‘kafir’, ‘müşrik’, ‘münafık’, ‘fasık’ ve ‘müfsid’ gibi kavramlarla kategorize edilir.
Bu kategorik İslam dışı zümreler Kur’an’a göre, kendilerine İslam tebliğ edilmesi gereken kimselerdir. Bunlara tevhid akidesi anlatılmalı, hem dünyalarını, hem de ahiretlerini kurtarmalarının tevhidi kabul etmelerine bağlı olduğu açıkça söylenmelidir.
Fakat bu insanlar, yapılan tebliği kabul etmedikleri sürece İslam onları asla hidayette, mühtedî, doğru yol üzerinde görmemektedir. Onların yollarını dalâlet ve gazap edilmişlik (mağdup) olarak tanımlamaktadır. Kısacası İslam, İslam dışı hiçbir dini, inanç sistemini, klasik ve modern ideolojiyi, kendisiyle diyalog yapılmaya layık, eş değerde merciler olarak görmez. İslam, kafir dinler ve ideolojilerle barışmaz, musâlaha yapmaz, onların, tebliğe muhtaç imansız zümreler olduğu kanaatinden vareste olmaz. İslam uzlaşmacı değildir, kafirlerin, hoş görülecek bir inançlarının olduğunu asla kabul etmez. Ehven-i şer felsefesi yoktur. Şerrin en küçüğünün de en büyüğünün de şer olduğunu söyler.
İslam’a göre insanları Allah’ın yolundan alıkoymak, insanları Allah’ın dinini bilip anlamaktan, ona iman etmekten herhangi bir şekilde engellemek, adam öldürmekten de büyük bir fitnedir. Günümüzde bu fitne, gelişen teknolojik aygıtların, iletişim imkanlarının da katkısıyla, beyin yıkama, İslam aleyhinde çok yoğun, ciddi karalama, yıpratma ve yıldırma politikalarıyla sürdürülmektedir. Gerçek terör örgütleri, İslam’ı terör dini olarak tanıtmaya çalışıyor. Ne insana, ne tabiata, ne uzaya, ne hayvanlara, hiçbir şeye saygısı olmayan zalim rejimler, Müslümanlar şahsında İslam’ı ‘insan haklarına saygısız’, ifade özgürlüğünü tanımayan, despot ve totaliter bir ideoloji olarak lanse ediyorlar.
Bütün bunların ardından ise ‘İslam barış dinidir’ diye bir yalan yayılıyor etrafa. İslam asla böyle bir ‘barış dini’ değildir. İslam hiçbir İslam karşıtı güçle barış imzalamamıştır. Kimseye barış sözü vermemiştir. Hiç kimseye ateşkes ilan etmemiştir. Asla hiçbir kafirle uzlaşmamıştır. İslam’ın, küfür nizamlarıyla barıştığını düşünmek, İslam’ın İslam olmaklıktan feragat ettiği anlamına gelir. İslam’ın dinler arası ayrımcılığı, seçiciliği, tefrik ve temyiz ediciliği, itizal ediciliği ebediyete kadar geçerlidir.
Kur’an yok olmadığı sürece, Kur’an’da, “de ki ey kafirler!” diye başlayan ayetler durduğu sürece, Kâfirûn suresi, kafirlere ültimatomla başlayan Tevbe suresi, ehli kitap kafirleriyle aramızdaki hatları çok net biçimde belirleyen Bakara, Al-i İmran, Nisa ve Maide sureleri yerlerinde durduğu; yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’a has kılınıncaya kadar kafirlerle mücadele etmemizi farz kılan ayetler yerinde durduğu sürece İslam barış değil, ‘savaş’ dini olarak kalacaktır. Yani İslam yeryüzünde tamamen tevhidin egemen olmasını istemektedir. Dolayısıyla İslam’la diğer batıl yollar arasında daimi bir çatışma söz konusudur.
İslam savaş dinidir ama reaksiyoner değildir. İslam’ın mücadele yöntemini tamamen Kur’an belirler. İslam’ın ‘savaş dini’ olması, çelişkiler yumağı Müslüman yığınların ani reflekslerle sokaklara fırlayıp yaptıkları her eylemi ‘müslümanca’ bulduğumuz anlamına gelmemelidir. Ben o, meydanları dolduran kalabalıkların çoğunun da, İslam’ın bir ‘savaş dini’ olduğu keyfiyetini anladığı kanaatinde değilim. Dolayısıyla meydanlardaki eylemler çoğu zaman “işte İslam budur” denecek kriterler değildir.
İslam’ın barış dini olmadığı, olsa olsa savaş dini olacağı kanaatimi, dinler arası diyalog fitnesinde, ‘ortak atamız’ yalanıyla istismar edilen, tevhidin en şanlı elçilerinden İbrahim (a.s)ın siyasetini tebliğ eden şu ayetle daha iyi açıklayabileceğime inanıyorum:
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve sizin taptıklarınızdan uzağız! Sizi tanımıyoruz! Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda ebediyete kadar düşmanlık ve öfke belirmiştir! Yalnız İbrahim’in babasına, andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’dan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez demesi hariç. Rabbimiz dediler, sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş sanadır!” (60/Mümtehine, 4).
İşte kastımız budur. İbrahim (a.s) nasıl ki kafir kavmi ve taptıkları somut veya soyut putları ile kendileri arasına kesin bir hat çekmişti, kıyamete kadar aralarında devam edecek olan bir anlaşmazlık, bir ayrışma, bir gayz ve öfkenin varlığını haber vermiş idiyse, biz de onun yolunun yolcuları olarak diyoruz ki, bu çağın bütün İslam dışı/İslam karşıtı, İslam düşmanı ideolojileriyle, bu ideolojilerin mensuplarıyla “la ilahe illallah” demedikleri sürece aramızda bir din ayrılığı vardır. Biz onlardan değiliz, onlar da bizden değildir. Onlar bizim taptığımız Allah’a tapmıyorlar, biz de onların taptıkları ilahlara/putlara tapmıyoruz ve tapmayacağız. Onların dini kendilerinin olsun, bizim şerefli dinimiz de bize aittir.
‘İslam’ Nedir?
‘İslam’ kelimesi, ‘se-li-me’ fiilinin if’al babından türemiş bir mastardır. İslam teslim olmak, Müslüman olmak demektir.
İslam’ın anlamı, ihlasla teslim olmak demektir.[1] Kur’an ‘İslam’ı bu anlamda kullanır: “Rabbi (İbrahim’e) teslim ol demiş o da Alemlerin rabbine teslim oldum’ demişti.” (2/Bakara, 131). İbrahim Peygamber, oğullarına da bunu tavsiye etmiş ve torunu Yakup, oğullarına, “sadece Müslümanlar olarak ölün” vasiyetini bırakmıştı. (2/Bakara, 132).
Muhammed (a.s)ın dilinde de ‘İslam’ teslimiyet anlamındadır: “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki, ‘bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.’ Ehli kitaba ve ümmilere de, ‘siz de Allah’a teslim oldunuz mu?’ de. Eğer teslim oldularsa, hidayeti buldular demektir. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen açıkça tebliğdir. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (3/Al-i İmran, 20). “Kim yönünü bir Muhsin olarak Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa yapışmış demektir. Bütün işlerin sonu Allah’a varır.” (31/Lokman, 22).[2]
Se-li-me fiilinden türeyen ‘selam’ ve ‘selamet’ kelimeleri selamet, görünen ve görünmeyen afetlerden beri olmak anlamlarına gelir.[3] Fakat burada ‘barış’ manası yoktur. ‘es-Silm’ kelimesine her ne kadar bazı müfessirler ‘barış’ anlamını vermekte iseler de bu, sâbık malumatın kulakta bıraktığı bir tesirden başka bir şey değildir. ‘Silm’ kelimesinin ‘barış’ anlamı da var fakat, esas olarak ‘İslam’ anlamındadır ve ilgili ayet şu şekilde tercüme edilmelidir: “Ey imana ermiş olanlar! Allah’a kendinizi tam olarak teslim edin ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır.”[4] Muhammed Esed, ‘silm’ kelimesinin içinde bulunduğu cümlenin, “hep birlikte teslim olun” anlamına geldiğini belirtmektedir.[5] ‘Selam’ ve ‘selem’ kelimeleri ‘İslam’dan farklı olarak sulh (barış) anlamına gelir. Mesela Kur’an, “size barış teklif edene sen müslüman değilsin demeyin” buyurmaktadır. Bu ayetin, Müslüman olduğunu ikrar ettiği halde öldürülen bir kimse hakkında indiği rivayet edilmektedir.[6] Fakat yine de mesela ‘selam’, karşımızdaki kişiye bir ateşkes teklifi değil, Allah adına bir selamet ve teslimiyet dilek ve temennisidir.
Kavram olarak üzerinde teemmül edildiğinde anlaşılır ki, İslam teslimiyettir. Allah, vaz ettiği Dini’ne kullarından teslim olmalarını ister. Bu hususta Allah kullarından görüş belirtmelerini istemez. Kulların, Allah’ın Dini’ni beğenmeme hakları yoktur. Ama Allah kulları için en iyi olanı, en aslah, en hayırlı olanı seçmiştir. Kullarının şerrine olacak hiçbir şeyi Allah ‘Din’ olarak vaz etmemiştir.
Evet İslam ‘barış dini’ değildir, fakat İslam yeryüzünde adaletin hakim olmasını ister. Allah, yeryüzünde kan akıtılmasını, fitne-fesat çıkartılmasını, anarşi ve terörün hakim olmasını kesinlikle istemez. Bunun için dinine ‘İslam’ demiştir. İslam, yani Allah’a teslim olmak, insanları selamete erdirir. Bugün İslam yeryüzünde güçlü bir yönetim erkine sahip olmadığı için zulüm ve kaos daha rahat cereyan etmektedir. Kafirler aksini iddia etseler, İslam’ın bazı saf dostları onlara çanak tutsalar da, evet, yeryüzünün selamet ve emniyeti İslam’ın iktidar olmasına bağlıdır.
Yeryüzünde bütün insanları doğruya/hidayete erdirecek gerçek bir rehberiyetin olması, bütün insanların akıllarını maksadına uygun şekilde kullanabilmeleri için İslam’ın kesinlikle İslam düşmanı hiçbir güçle, hiçbir din ve ideolojiyle uzlaşmaması gerekir. İslam’ın ılımlılaştırılmaması gerekir. İslam’ın işbirlikçiliğe alet edilmemesi gerekir. Aksi taktirde insanlık yegane kurtuluş ümidini de yitirecektir.
Sonuç
İslam’a, İslam’ın peygamberi’ne dostluk da, onlara düşmanlık edenlere düşmanlık etmek de, İslam’ı iyi bilmekle ve İslam’a tam teslim olmakla mümkün olabilir. Şu günlerde bazı İslam düşmanlarını tel’in etmenin mevzuu olan peygamberimiz Muhammed (sav), hayatı boyunca gösterdiği müslümanca duruşuyla, taviz vermemesiyle, hiçbir basit dünyevi teklife iltifat etmemesiyle, kafirlere hiçbir zaman hoşgörülü davranmamasıyla, yılışıklığı hiç sevmemesiyle bizlere mükemmel bir örnek İslam hayatı miras bırakmıştır. Biz Müslümanlar, onun bu güzîde örnek hayatını sünnet edinmedikçe, ona yapılan hakaretleri layıkı veçhile protesto edemeyiz.
Rabbimden dileğim odur ki, dünya çapında İslam’ın herhangi bir değerine her gün yapılan bu hakaretler, kendini Rablerine tam teslim eden, İbrahim’in, Yakub’un soyu gibi, İsa ve Muhammed (sav) gibi örnek bir Müslüman neslin vücud bulmasına vesile olsun. Allah, kendilerini seveceği, onların da Allah’ı sevecekleri nesiller yaratmaya her zaman kâdirdir.
[1] -Mukatil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İst-2004, s.170.
[2] -Mukatil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, 170.
[3] -Rağıb el-İsfehanî, el-Müfredat, 350.
[4] -Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2/Bakara, 208, I/59.
[5] -Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2/Bakara, 208, 191. not, I/60.
[6] -Rağıb, Müfredat, 351.