Heyecanlı bir gündü. Ciddi bir şirkette bir günlüğüne çalışacaktım. Çalışmak bile denmezdi aslında; lise ikinci sınıfa giden bir öğrenciydim o zamanlar; sadece bir günlüğüne, şirket ofisinde çalışmakta olan bir arkadaşımın yerine emaneten duracaktım. Birkaç telefona bakacak, birkaç kez zili çalan misafirlere kapı açacak, birkaç kez çay servisinde bulunacaktım. Arkadaşım öyle anlatmıştı bana. Neticede anlatıldığı gibi de oldu.
Sabah arkadaşımın verdiği anahtarla ofisi açtım. Çay demlemek için demliğe su koydum. Yerleri süpürüp masaları sildim. Ofis penceresinden soğuk kış gününün şehre nasıl çöktüğünü izledim. İnsanların telaşını, simitçinin satış gayretini, Paşa Caminin gururlu endamını izledim. Rafları dolduran dosyalara, duvardaki besmele tablosuna, boyu boyumdan uzun kauçuk ağacının geniş yapraklarına dokundum; bir bağ kurmak istercesine… Saati kontrol ettim sürekli. Çünkü patronun 9.00 da işe geleceğini biliyordum. Prensipli bir adammış; “hem iyi, hem dürüst, hem anlayışlı, hem şakacı… Kısacası Müslüman bir adam” demişti arkadaşım patronundan bahsederken. İlginç bir tarifti benim için. Ama ne olursa olsun patrondu; ciddi karşılamalıydım onu. Aynada üstümü başımı kontrol ettim. Yakamı düzelttim. “Kravat taksam daha mı iyi olurdu acaba?” diye aklımdan geçirdim; sonra da “amannn” deyip kapattım konuyu zihnimde. O anda kapı çaldı. Açtım; gelen patrondu. Anlamıştım, her haliyle tariflere uyuyordu. Siyah gür bıyıkları, ortası hafif açılmış siyah düz saçları, beyaz teni, uzun patron paltosu, elinde dosyası, tertemiz boyanıp parlatılmış ayakkabıları, parlak lacivert kravatı, altına beyaz gömleği…
-“Selamun aleykum kardeşim, ben falancayım, sen de ……. olmalısın” dedi.
-“Evet…” dedim ama arkasını getiremedim. Dil alışkanlığı ile “abi” mi desem “patron” mu? bilemedim.
-“Abi diyebilirsin” dedi gülerek. İçimi okumuştu sanki, kızardım birden. “Tamam abi” dedim. “Gelen oldu mu” diye sordu. “Yok, hayır, ilk gelen sizsiniz” dedim. “Yok hayır, ilk gelen sensin” dedi ve yine güldük. Ne kadar neşeli bir adamdı, sevmiştim bir anda.
Sonra masasının bulunduğu yan odaya geçti ve çantasını açıp bir şeyler karıştırmaya başladı. Yarım saat kadar sonra odasından çıkmış, duymadım. O sırada ben pencereye yapışmış hafif hafif yağmakta olan karın büyüsüne kapılmış, hayal dünyam içinde kaybolup gitmişim. “Kardeş çaylar..” dedi. Telaşla arkamı döndüm. İki bardak çaydan birini önüne almış diğerini bana uzatmıştı. Utanarak aldım çayı. Misafir koltuğuna oturdu, ben de koltuğuma oturdum. Bir ara teklif ettim “Abi siz böyle geçin” diye ama hemen kibarca reddetti. Sohbet etmeye başladık. Her şeyden konuşuyorduk. Çaylar bittikçe o dolduruyordu, “sen misafirsin” diyor ve beni yerimden kaldırmıyordu.
Böylece saatler geçti. Öğlen sonu oldu sonunda. Akşam yaklaşmıştı. Kış olduğu için hava erken kapanmaya başlamıştı. Bir ara patronun telefonu çaldı. Konuşmaya başladı. Bir başka şirkete göndereceği para üzerinde anlaştılar. Bileğini kaldırıp saatini kontrol etti. Telefonu kapatıp bana seslendi. “Kardeşim bir ricam olacak. Bir miktar paranın acilen bankaya yatması gerekiyor. Yarım saat sonra bankalar kapanacak, acele etmek gerek, rica etsem parayı sen yatırabilir misin?” “Tabi ki” dedim. Kolay bir işti bankaya para yatırmak. Daha önce de yatırmıştım. Ama bu farklı olacaktı. Bana öyle bir para uzattı ki hayatımda o kadar parayı bir arada hiç görmemiştim. Daha önce bankalara yatırdığım fatura paralarına hiç benzemiyordu. Deste dolusu paraydı. Korkmuştum, hem de çok… Ama bir şey de demedim. Resmen titreyerek koştum bankaya. Ellerim ceplerimdeydi. Yüreğim de cebindeydi sanki, sıcak sıcak atıyordu avucumum içinde.
Etrafımda sanki kovboylar, eşkıyalar vardı. Her adımda pusu atlatıyor, her köşede bir çift göz takılıyordu sanki peşime.
Sonunda bankaya sağ salim ulaştım ve parayı hesaba yatırıp ofise tekrar döndüm ama dönüş yolunda o kadar yorgundum ki. Aynı zamanda kızgın… Benim yaşımda biriyle, hele hele yeni tanıştığı biriyle bu kadar yüklü bir parayı nasıl gönderebilirdi ki? Beni mi denemişti acaba? Ya başıma bir iş gelseydi? Ya para çalınsa ya da kaybolsaydı. Titriyordum; saçma belki ama titriyordum.
Ofisin zilini çalmadan cebimdeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdim. İçeri odadaki patrona selam verdim. “İşlem tamam” abi dedim, “sana zahmet verdik, hakkını helal edesin, çok teşekkürler” dedi. “Bir şey değil” deyip kendi masama döndüm. Yorgun bir şekilde koltuğa oturdum. Sesim çıkmıyordu. Kızgındım. Bir süre sonra cesaretimi toplayıp patronun odasına geçtim. “Abi size bir şey soracağım. Az önce ben çok korktum.” Abi şaşırmıştı, dikkat kesildi diyeceklerime. “Neden?” dedi. “Bankaya yatırmam için verdiğiniz paranın miktarı çok büyüktü. Eğer kaybolsa ya da çalınsa ne ben ne ailem o parayı size ödeyemezdik. Bunu izah bile edemezdik. Neden böyle bir şey yaptınız. Beni test mi ettiniz?”
Sesim titriyordu. Patron ayağa kalktı. “Kardeş, neler diyorsun sen? Sana sıkıntı verdiysem çok özür dilerim. Ama ben seni Müslüman olarak tanıdım. Senin her sözün artık benim için o kadar gerçek ve o kadar değerlidir ki… Sen dönsen desen ki bana “parayı düşürdüm, kaybettim, çaldırdım” vallahi parayı yeniden temin edip, senden yeniden bankaya gitmen için ricacı olurum. Bir müslümanın sözü karşısında paranın ne önemi var ki… Vallahi tüm dünyanın parası bir araya gelse bir dost, bir kardeş, bir söz, bir sen etmez.”
…