‘Paralel din’ ile, AKP ile FG grubu arasındaki çatışmanın bir tarafında (AKP) konuşlanarak, AKP hükümetinin, kendisini hedef aldığını ileri sürdüğü bir ‘paralel yapı’nın din boyutunu kast etmediğimi burada bir kez daha belirteyim. Bu köşede anlatmaya çalıştığım ‘paralel din’, İslam’a ‘paralel’ olan, ‘İslam karşıtı İslam’ dinidir. Buna isterseniz ‘İslamsız İslam’ da diyebilirsiniz. Allah’ın değil de, dünyaya hükmeden güçlerin, dahili bastonları eliyle inşa ettiği din…
Merhum Ali Şeriati’nin bilindik tanımlaması ile, “Din’e karşı din”…
‘Paralel din’, bu ülkede, çok ortaklı/çok uluslu bir büyük şirket tarafından kotarılmaktadır. Bu çok şirketli konsorsiyumun dahildeki en büyük ortağı her zaman, ülkenin yönetimi kendilerine tevdi edilen siyasal partiler olmuştur. On bir yıldır, bu büyük ortak AKP’dir. Diğer ortaklar irili ufaklı bir dizi ‘cemaat’, tarikat ve gruptan oluşmaktadır.
Şimdilerde bu çok ortaklı konsorsiyumun önemli bir ortağı -güya- deşifre edilmiş vaziyettedir. Şu anda tam bir ‘abalı’ konumundalar. Daha düne kadar, bu neo-nurcu ortağa perestijde kusur etmeyenler, şimdilerde brütüs olmanın olanca maharetini ortaya koyuyorlar.
Oysa kimse zannetmesin ki, ‘paralel din’le kastettiğimiz gerçek ihanet şebekesi, İslam’ın en büyük düşmanı ve engelleyicisi olan o alternatif din, kendini İslam’la tanımlayan kitlelerce idrak edilmiş; İslam’ın bu, alternatif hıyanet dini olmadığı, İslam’ın bundan tamamen başka bir şey olduğunun farkına varılmıştır! Bu alandaki aymazlık devam etmektedir.
Biz ise şu demde, ‘paralel din’in neo-nurcu ayağı üzerinde fazlaca duruyoruz, zaten adamlar yeterince hırpalanıyor gibi bir ilkel/uyuz kaygı taşımıyoruz. Neden böyle? Çünkü bu mesele, hatır-gönül meselesi değildir. Dün de değildi, bugün de değildir. Kim ki hatır-gönül için bir yanlışı görmezden geliyor, bir zulmün üzerini örtüyor, bir sapmayı hoş görüyorsa, o kimse kesinlikle batıla hizmet ediyor demektir. Şu demde, çok ortaklı şirk müessesesinin bir ayağı üzerinden, kendi meselemizi ne kadar anlatabiliyorsak, o kadar anlatmalıyız. Allah’ın rızasından başka hatır gönül tanımamalıyız. Peki, çok sayıdaki ortağın geri kalanlarını görmezden mi geleceğiz? Hayır, asla! İslam’ın nasıl da şerikleştirmelere nesne yapıldığına dikkatleri çekmezsek, biz de en büyük zulmü işlemiş oluruz.
Şimdi, paralel dinin ne olduğunu kavramanın en iyi yollarından biri, İslam-siyaset, İslam-toplum ve İslam-devlet ilişkisi konularında kimin nasıl bir inanca sahip olduğuna biraz yakından bakmaktır.
Yaşadığımız ülkede bugün paralel yapı olarak nitelenen neo-nurculuk ve benzeri ekoller, yepyeni bir İslam anlayışı geliştirdiler. Bu, İslamsız bir İslam anlayışı idi. İnsanlığı tevhid akidesine davet eden, yeryüzünü ıslah etmeye, marufu emredip, münkerden nehyetmeye, kısacası kulları kullara kulluktan kurtarıp, kulları sadece Allaha kul olmaya davet eden bir İslam değildir. Bu, yeryüzünün bütün beldelerinde (âlemlerde), zalim-facir bütün iktidarlarla iyi geçinen, şirk düzenlerini asla rahatsız etmeyen, bilakis İslam’ı, bu şirk ve zulüm düzenlerinin emrine veren bir tutumdur. Bu, yerel veya küresel her türlü fitne-fesat şebekesinin istediği fetvaları anında verme tutumudur. Bu tutum işte, alternatif bir din inşasıdır. Yepyeni bir din anlayışıdır. Bu din anlayışının bir yerlerinde tabi ki İslam kelimesi zikredilecektir ki, İslam’ın zehri, İslam sanılsın.
Neo-nurculuğun kutbu azamı ve diğer etkili isimleriyle, entelektüel kesiminin sözlerine dikkat ederseniz, bu paralel dini çok açık biçimde görürsünüz.
Suriyeli bilim adamı Prof. Bassam Tibi, ‘kafası karışık’ üst düzey bir Amerikalı komutana, bir müslümanın iyi bir Müslüman mı, kötü bir Müslüman mı olduğunu, komutanın kendi talebi doğrultusunda şu şekilde anlatmış: “Karşına aldığın bir Müslüman’a İslâm nedir diye sorduğunda eğer ‘İslâm bir inanç sistemidir’ diyorsa iyi bir Müslüman’dır. Yok eğer İslâm bir ‘yönetim sistemidir’ diyorsa o İslâmcıdır, dolayısıyla zararlıdır.” (Taraf, 18.09.2009). Bassam Tibi gayet güzel özetlemiş değil mi?
İşte, mehdi-i muntazar Fethullah Gülen, hayatı boyunca, Bassam Tibi’nin tanımı çerçevesinde, her zaman hep ‘iyi müslüman’ oldu. Bütün sözlerinde ve yazılarında, İslam’ın bir inanç sistemi olduğu inancının savaşını verdi. Demokrasiye, laikliğe, modern kuram ve kavramlara yüklediği anlam, İslam-laiklik, İslam-demokrasi ilişkilerini açıklamaları hep bu savaşının bir uzantısıydı. Ama bunu kimse fark etmek istemedi.
Savaşın bütün hızıyla sürdüğü bu sıralarda, neo-nurcu kalemşorların satırlarında, bu ‘iyi müslüman’-‘kötü müslüman’ ayrımına haddinden ziyade vurgular yapılmaktadır. Buna dair bazı örnekler vermek istiyorum.
Birinci örneğimiz, Todays Zaman’ın genel yayın yönetmeni Bülent Keneş’tir.
Keneş, tam da anlatmaya çalıştığımızı anlatıyor ve İslam’ı, “İslamî olan” ve “Siyasal İslam” diye ikiye ayırıyor. Yazısının başlığı da “İslamî Olana Karşı Siyasal İslamcılık”tır. Keneş, kendilerinin din anlayışı olan ‘İslamî olan’ı şu sözleriyle özetlemekte:
“İlk olarak tamamıyla Anadolu toprakları üzerinde neşet etmiş, Osmanlı’nın mirası olan çok kültürlülük, kuşatıcılık ve farklılıklar arasında hoşgörü anlayışından beslenmiş, dahası yüzlerce yıllık tarihin filtresinden süzülerek iyice özümsenmiş bir ılımlılığı esas almış, devlet ve benzeri topluma tahakküm unsurlarını değil sivil toplumu, bireyi ve evrensel ortak iyiliği esas almış yerli bir İslam anlayışının bugünkü temsilcilerinden bahsedebiliriz.”
Keneş, “İslamî (Islamic)” dediği bu toplumsal, sosyolojik dinamiklerin sufizmi de içerecek şekilde cemaatler, tarikatlar ve sivil toplum hareketleri şeklinde var olduklarının altını çizmektedir.
İkinci kategoriyi ise, Hindistan, Pakistan, Mısır, Kuzey Afrika gibi İslam coğrafyalarında Batı’ya reaksiyon olarak ortaya çıkmış siyasal İslamcı hareketlerden beslenen Türkiye’deki İslamcı hareketler olarak açıklamaktadır. Bu hareketlerin İdeolojik/entelektüel beslenme kaynaklarının ithal/tercüme olduğunu belirtmekte ve bunların da genel bir ifadeyle “İslamcı (Islamist)” olarak adlandırılabileceğini ifade etmektedir. Bu İslamcı hareketlerin, “doğrudan devleti ele geçirmeyi hedeflemekte” olduklarını, “devletin baskıcı gücünü kullanarak inandıkları değerleri tepeden inmeci bir şekilde topluma empoze etme arayışında” olduklarını ileri sürmektedir.
Keneş, “siyasal İslamcılar için kendi anlayışları dışında bir anlayışın hakim olduğu bir devlet dünyada karşılaşılabilecek en büyük felaket, yok edilmesi gereken bir deccal ya da tağut iken, aynı zamanda aynı devlet, erişmek ve ele geçirmek istedikleri ve ele geçirdikten sonra da büyük kutsallık atfedecekleri en büyük idealleridir de.” sözleriyle, İslam’ın hakimiyetine duyduğu nefreti, tağuti sistemin egemenliğine duyduğu özlemi dile getirmeyi sürdürmektedir.
Keneş, tarif etmeye çalıştığı bu iki kategorinin birincisine kendi ‘hizmet’ hiziplerini, ikincisine de ‘Milli Görüş’ü örnek olarak göstermektedir.
Keneş, siyasal İslamcı hareketin daha çok, Mevdudi, Hasan el-Benna ve Seyyid Kutub gibi, “Anadolu dışından taşınan”, -daha sonraları buna İran’ın devrimci kitaplarının da eklendiği- Müslüman düşünürlerden etkilendiğine bilhassa kalın çizgilerle vurgu yapmaktadır.
F. Gülen’in de aynı şekilde bütün cehdinin bir ‘Türk tipi İslam’a yönelik olduğunu hatırlatalım.
PANZEHİR
Keneş’e göre, Mevdudi, Kutub ve İran mollalarının radikalleştirici etkisinin pan-zehiri, Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık, Mehmet Zahit Kotku gibi “Anadolu’da neşet etmiş” ve Mevlana, Yunus Emre geleneğini devam ettirmiş “din alimlerinin” fikirlerinden ve geleneksel tarikat kültürü ve sufizmden beslenen sivil İslami oluşumlardır. 1970’lerden itibaren bu bayrağı, yani siyasal İslam’ın panzehiri olmak; nebevî İslam’ın önünü kesme; İslamî uyanışı engelleme bayrağını kimin devraldığı bellidir ve aşikardır: Fethullah Gülen ve onun ‘hizmet’ hareketi…
İşte şimdi, sanırım F. Gülen’in siyasal İslam karşıtlığı, demokrasiye ve laikliğe dizdiği övgüler, İsrail’e duyduğu muhabbet, ‘başörtüsüne özgürlük’ gibi, birtakım demokratik tınılarla yapılan eylemlere bile tahammül edememek, başörtüsünün değerini sıfırlamak, Kur’an’ı siyasal değil de, kişi ile Allah arası ilişkileri düzenleyen bir inanç kitabı olarak tanımlamak; diyalog-hoşgörü söylem ve etkinlikleri, Abant konsilleri ve Türkçe olimpiyatları gibi yığınlarca İslam dışı ve İslam karşıtı faaliyetlerinin önemi çok daha iyi anlaşılmış olmalıdır.
Biz “anlaşılmış olmalıdır” diyoruz ama İslam’ın kimi sözde muhipleri ve kimi Müslüman dostlarımız suskunluklarını sürdürmekte, üç maymuncuğu oynamaya devam etmektedirler. Bu dostlarımızın mutlaka bildikleri çok daha başka büyük gerçekler olmalı ki, selameti, kafalarını kuma sokmakta bulmaktadırlar.
Bülent Keneş, neye hizmet olduğu belirsiz değil, çok açıkça belli olan ‘hizmet’ hareketinin, Erbakan’ın siyasal partilerinden hiçbirine destek vermediğini belirtmektedir ki, 28 Şubat günlerinde Gülen’in açık tavrı herkesin malumudur. Bunun yerine, Gülencilerin, “kendilerine uygun ve yakın buldukları merkez partilere oy ve destek vermeyi tercih” etmişliklerini beyan etmektedir.
Yazarın, ‘hizmet’in AKP ile yollarının nasıl kesiştiğine dair açıklamaları da öğreticidir. Diyor ki, biz AKP’ne yaklaşmadık, “siyasal İslamcı gelenekten gelmekle birlikte bu mirası reddettiğini, köklü şekilde değiştiğini ve hatta Milli Görüş gömleğini çıkardığını söyleyen AKP, merkeze ve doğal olarak Hizmet Hareketi’nin izlediği rotaya yaklaşmıştır. Hatta süreç içerisinde yer yer bu iki hareket arasında örtüşmeler bile olmuştur.”
Keneş’e göre, AKP, geldiği siyasal kökene hızla dönüş yapmış ve hizmet hareketiyle yolları yeniden ayrışmıştır. AKP şu anda bir yıkım içerisindedir; “Hukuk, demokrasi ve etik değerler açısından örneği görülmedik bu yıkımı, tüm dünyayla birlikte biz de, büyük bir şaşkınlık içerisinde izlemeye devam ediyoruz.” Böyle diyor.
Keneş’in iddia ettiği anlamda AKP’nin neleri yıktığı konusu ayrı bir bahistir ama bir müslümanın dikkat etmesi gereken, Todays Zaman gazetesi yayın yönetmeninin kimin safında, hangi temel parametreler çerçevesinde saf tuttuğu ve hangi değerlere namlu doğrulttuğudur.
Aslında Bülent Keneş’in, AKP’nin de en az kendileri kadar siyasal İslam’dan beri olduğunu bilmemesi düşünülemez. Bu gerçeği bildiği halde, sırf AKP’ni köşeye sıkıştırmak ve batılı tanrılarına şikayet etmek için, AKP’ni, olabildiğince ‘siyasal İslamcı’ olarak lanse etmek gereği duymaktadır. Oysa AKP’nin, siyasal İslamcı olmadıklarını neo-nurculara ve batılı tanrılara açıklayacak yığınlarca gerekçeleri mevcuttur. (Tıpkı Başbakanın başdanışmanı Y. Akdoğan’ın 5 Şubat tarihli Yeni Şafak’taki köşesinde yaptığı gibi).
Şimdi, AKP’ni aynı batılı tanrılara ve o tanrıların dahili taşeronlarına şikayet eden ikinci bir ‘hizmetçi’den örnek vermek istiyorum.
Örneğimiz, Zaman gazetesi yazarı Ahmet Kuru. (San Diego Eyalet Üniversitesi). Kuru, ilk yıllarında AKP’nin, laiklik karşıtı olmadığına, bilakis laikliğin özgürlükçü versiyonunu (pasif laikliği) savunduğuna inanmış ve bu konuyu kitaplaştırmış. (2006). Arap Baharı’nın başlamasıyla beraber, Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’ya yaptığı tarihi önemi haiz laiklik çağrısı Türk modeli konusunda bir ilgi uyandırdığına dikkat çekmekte. Ahmet Kuru, önemli bir düşünce kuruluşu tarafından İngilizce ve Arapça yayınlanan bir raporunda AK Parti’nin pasif laiklik ile Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Tunus’taki Nahda ve diğer Arap İslamcılara model olabileceğini iddia etmiş. Türkiye’nin pasif laiklikle Arap ülkelerine bir ilham kaynağı olduğunu savunmuş. Bu fikri pek çok ülkede akademik ve siyasi toplantılarda anlatmış.
Kuru’nun öfkesi şuna: Başbakan Tayyip Erdoğan pasif laiklikten İslamcı bir söyleme doğru yönelmiş! Arap ülkelerine yönelik laiklik çağrısını -ihtimal İslamcı tepkilerin etkisiyle- bir daha tekrarlamamış! Başbakanın günah galerisi kuru’nun satırlarında şu şekilde teşhir edilmektedir:
“Dindar nesil yetiştirme adına imam-hatipleri merkeze alan, Diyanet’i artan bir şekilde bir iktidar aracı olarak kullanan, anamuhalefet lideri hakkında ‘biliyorsunuz o bir Alevi’ diyen, cemevlerinin ibadethane olmadığında ısrar eden ve kendini bu konuda yetkili gören, içki içenleri alkolik olarak niteleyen ve evlerinde içmeye çağıran, kız-erkek karışık evlere karşı kanun çıkarmayı düşünen, Heybeliada Ruhban Okulu’nun bir an önce açılması gerektiğini reddeden, pasif laikliğe ters ve makul İslamcıları bile rahatsız edecek bir söylemi benimsedi.” (Ahmet Kuru, Zaman, 04.02.2014).
Kuru’ya göre Başbakan yanılmaktadır; TESEV’in yayınladığı anketlere göre Türkiye’de İslamcı bir devlet isteyenlerin oranı en fazla yüzde 10’dur! Buna karşın, toplumda yüzde 20 civarında bir kesim, dini kamusal alandan dışlamayı hedefleyen dışlayıcı laikliği desteklemekte, geri kalan yüzde 70 oranındaki büyük çoğunluk ise ne İslamcı, ne de dışlayıcı laiktir. Bu kesim ‘pasif laik’ olarak adlandırılabilir. Türkiye’de çoğunluğun partisi olmak isteyenler adres olarak, ‘pasif laikliği’ görmelidirler! Türkiye’nin Arap ülkelerine pasif laiklikle ilham kaynağı olabilmesi hala mümkündür; zira siyasiler ‘savrulma’ yaşasalar bile toplumun çoğunluğu pasif laikliği talep etmeye devam etmektedir!
İşte bir ‘hizmet’ yazarının, pasif laiklikten İslamcılığa doğru savrulduğunu var saydığı iktidar partisinden şikâyetleri bunlar. Bu satırları bundan birkaç yıl öncesinde, hele de 28 Şubat döneminde, gazete ve yazar adını kapatarak insanlara okutsak ve yazının kime ait olabileceğini sorsaydık, insanlar hiç tereddüt etmeden, Aydın Doğan grubuna ait bir yazar olduğunu söylerlerdi. Demek ki nöbeti ‘hizmet’çiler devralmış bulunmaktadırlar. Belki de şöyle ifade etmek daha makuldür: 28 Şubat günlerinde nöbet geçici olarak, ‘hizmet’ tarafından başkalarına tevdi edilmişti.
Aslında yıllardır bu, ‘İslamsız İslam’ hizbi, hedeflerini, ilkelerini, amaçlarını, amentülerini açıkça ortaya koymuşlardır. Kendilerini açıkça ‘müslüman demokrat’ olarak tanımlamışlardır. (Hüseyin Gülerce, Zaman, 01.07.2010).
Bütün bunlara rağmen hala ‘hizmet’ yazarları, hiçbir ihtiyat duymadan, referanslarının İslam olduğunu söyleyebiliyorlar; kendilerinin secde ehli olduklarını, aynı Allah’a inandıklarını v.b. söyleyebiliyorlar.
DEĞERLENDİRME
Yukarıda yer verdiğimiz Todays Zaman editörünün sözleri Amerikan RAND şirketinin farklı zamanlarda yayınladığı ve özü itibariyle, ılımlıları desteklemek gerektiğini öğütleyen, daha doğrusu A’dan Z’ye, İslam’ı dünyadan uzak tutmak için yapılması gereken ödevleri veren raporları hatırlatmaktadır. İşte bu raporlar gerçek muhataplarını bulmuş; ‘hizmet’ adı verilen bir işbirlikçi ekiple dünyayı İslam’dan korumuşlardır.
Bu sebeple, Türkiye’deki savaş, mesela İlhan Selçuk tarafından, laikçilerle-müslümanlar arasında değil, mürteciler/kara yobazlar [siyasal islamcılar]la Müslüman çoğunluk [nurcular v.b. %70’lik pasif laikler!] arasındaki bir savaş olarak görülmekteydi. (Nevval Sevindi, New York sohbetleri).
Burada dikkat çektiğimiz beyanatlar, ‘hizmet’ adı verilen küpten, ortaya en son yayılanlardır. Şunu fark etmemiz gerekir: aslında bu ‘hizmet’ küpü, hiç gizli-saklı olmadı. Çok yalın, doğal, içten ve samimi davrandılar. Ama bu söylem ve eylemleri, görmesi gerekenler görmediler; algılaması gerekenler algılamadılar; uyuzlaştırılmışlığın bir gereği olarak, inanmış insanlarla uğraşmak olarak algıladılar. Hala da bu uyuzlaşma devam etmektedir. Demek ki kabahat, uyuzlaşanlardadır.
Todays Zaman editörü, meseleyi çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Kendilerinin, uluslar arası, İslam karşıtı bir camiadan yana olduklarını, İslam’ın sadece bir ‘inanç biçimi’ olarak kabul edilmesi gerektiğini net bir biçimde ifade etmiştir. Pasif/kapsayıcı laiklik derken bunu kastetmektedir.
Bu anlayışın adı işte ‘hizmet’tir. Neye, kime hizmet, neyin hizmeti? Çok açık değil mi: İslam karşıtı, İslam düşmanı bir dünyaya hizmet. Dünyaya vaziyet eden küresel şebekelere hizmet. Türkiye’de İslam’ın asla ve asla bir hayat nizamı, bir devlet dini olmasını istemeyen ve buna ne pahasına olursa olsun asla müsaade etmemeye azimli ve yeminli ‘büro’lara hizmet. Kısacası, İslamsızlığa hizmet.
Bu hizmet hizbi, toplumun ancak yüzde onunun İslamî devlet düzeni istediğini (nasıl olmuş da 0.1 filan göstermemişler, doğrusu şaşırdım; %10 çok büyük bir orandır!), yüzde 70’lik büyük bir kitlenin pasif laiklikten (yani pasif kafirlikten) yana olmasını bir gurur ve İslamcılara karşı bir tekebbür sebebi olarak zikretmektedirler. Kureyş kabilesi de Muhammed (sav)’e aynı zihin yapısıyla karşı çıkıyorlar ve onu ‘ebter’ olarak niteliyorlardı.
Şimdilerde bu ‘hizmet’çiler, “Herkes O’nu Okuyor” spotuyla, Peygamber (a.s)’ın (tahrif ettikleri) hayatını anlatan kitaplarını okutma kampanyası düzenlemektedirler. Oysa Taif’in, Bedir’in, Uhud’un, Ahzap’ın uzantısı bir ‘hizmet’in, Peygamber’in hayatını okutma kampanyası düzenlemesi ne yaman bir çelişki, ne büyük bir trajedi ve ne büyük bir aldatıştır, değil mi?
Siz, Peygamber’in mirasını ‘Anadolu İslam’ı’, ‘müslüman demokrat’, ‘ılımlı İslam’, ‘pasif laiklik’, ‘yerli İslam’ gibi dalgakıranlarla önünü kesecek, üzerini örteceksiniz, sonra da O’nun hayatını okutacaksınız! Hem İslam ümmetini bölüp, parçalara ayıracaksınız, Türkiye’ye özel (yerli!) bir İslam icad edeceksiniz ve sonra da Müslüman olduğunuz zehabına kapılacaksınız!
İşbu ‘hizmet’ hareketi bana kelimenin tam anlamıyla ‘mescid-i dırar’ı çağrıştırmaktadır. Ebu Amir rahip misali, çağdaş bir ‘Ebu Amir rahip’ de mescid-i dırarını açmış ve on yıllardır Müslümanları oradan tarassut etmekte, İslam kavramlarını, İslam’ın kitabını ve bütün değerlerini batı düşüncesiyle karıştırarak tahrif etmek istemektedir. Mescidinde hizmet edecek yeteri kadar mankurt da yetiştirmiş vaziyettedir. Aslında bu cümleyi şöyle de tashih etmemiz mümkündür: dünyada zaten bu çağdaş mescid-i dırarda cem olacak yeterince mankurt vardı ve orada buluştular; hizmet etmeye devam etmektedirler.
Ha, bu arada, başka mescid-i dırarların varlığını da asla akıldan çıkartmayalım lütfen.